Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

İSTANBUL MÜFTÜLÜĞÜ DİN VE HAYAT DERGİSİ / RÖPORTAJ

İslâm’da dünya-ahiret düalizminden söz etmek mümkün müdür? Bir şeyin dinî olanı ile olmayanı ayrımı neye göre yapılır?

İslâm’da aslolan tevhiddir. Yani bu tür bir düalizm bile İslâm’a göre mümkün değildir. Çünkü aslolan “Bir”e yönelmektir, “Bir” olanla buluşmaktır. “Bir” olanda fani olmaktır. O’ndan geldik ve dönüşümüz O’nadır. O “Bir”den başka gördüklerimizin hepsi fani şeylerdir. Bu gerçek üzere baktığımızda dünya ve ahiret diye ayırıp dünyanın hakkını dünyaya, ahiretin hakkını ahirete değil, hepsini ahiret merkezli düşünüp dünyayı onun köprüsü ve oraya giden yol gibi gördüğümüz zaman hepsi tevhid merkezli olmuş olur…

İslâm’da dünya-ahiret düalizminden söz etmek mümkün müdür? Bir şeyin dinî olanı ile olmayanı ayrımı neye göre yapılır?

İslâm’da aslolan tevhiddir. Yani bu tür bir düalizm bile İslâm’a göre mümkün değildir. Çünkü aslolan “Bir”e yönelmektir, “Bir” olanla buluşmaktır. “Bir” olanda fani olmaktır. O’ndan geldik ve dönüşümüz O’nadır. O “Bir”den başka gördüklerimizin hepsi fani şeylerdir. Bu gerçek üzere baktığımızda dünya ve ahiret diye ayırıp dünyanın hakkını dünyaya, ahiretin hakkını ahirete değil, hepsini ahiret merkezli düşünüp dünyayı onun köprüsü ve oraya giden yol gibi gördüğümüz zaman hepsi tevhid merkezli olmuş olur.
Dünya ve ahireti ayrı ayrı görüp dünyanın nân u nimetleriyle perverde olarak, onlardan istifade edelim sonra da ahirette kazanalım, dediğimiz zaman ayak kayması başlar. Çünkü Yüce Allah buyuruyor ki; “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi.”  Dikkat ederseniz burada dünya nimeti olarak bize müzeyyen görünen, süslü gösterilen cazip gelen ne varsa sayılmıştır. Bugünkü ifadesiyle arabalar, daireler, işyeri, arazi vs. Ama Allah bizim dikkatimizi nereye çekiyor biliyor musunuz? Asıl olanın ahirette olduğuna Burada idrak ettiğimiz şeylerin varlığının gerçek değil hayal olduğuna. Bunu görmezden gelmek mümkün değil. Algı yanılmasıyla sakın ola ki siz bunları, fani olanları bâki gibi algılamayınız diyor Allah Teâlâ. Oradan size lazım olan kadarıyla istifade edin ve hedefiniz Allah’ın rızası ve ebedî saadet olsun diyor.

Âyetlerin heyet-i mecmuasına bir bütünlük içerisinde baktığınız zaman dünya ve ahiret ikilemine, düalizmine pek müsait alan kalmıyor. Çok keskin bir hatla dünya ve ahiret diye ikiye ayırıverdiğiniz zaman dünya çok sıkı tutuyor insanın ayağından ve elinden…  “Benim hedefim ahiret, orada bir ebedî hayat, ebedî cennet var, ben oraya koşuyorum” dediğiniz zaman zaten buradan geçiyorsunuz siz. Yasak olan, dünyanın insanın gönlüne girmesidir, kalbe girmesidir. Yoksa insanın dünya içerisinde olması yasak değildir. İnsan elbette dünya içerisinde yaşayacak, dünya nimetlerinden istifade edecek. Ama dünya nimetlerine kul olması çok tehlikelidir. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”  derken aslında insanların fıtrat ve mayalarında, fıtratlarında kulluk etmenin var olduğunu belirtiyor. İnsan Allah’a kul olmazsa mutlaka başka bir şeye kul olur. Çünkü mayasında kulluk var.

Başka bir âyet-i kerîmede Allah “Hevâsını Tanrı edineni gördün mü?”  buyuruyor. Demek ki insanın hevâsını tanrılaştırmak gibi bir temayülü var. “Ben, sizin en yüce Rabbinizim!”  diyen Firavun her zaman var. Bizim içimizde de var. Bizim nefsimiz zaman zaman tuğyan etmiyor mu? Rabbimiz “Gerçek şu ki; insan azar, insanoğlu kendini müstağni (yeterli) gördüğü için”  buyuruyor.

Kâinatta varılacak nihai hedef Allah’tır. Böyle baktığınız zaman dünya da ahiret de gözünüzden siliniyor. Tabii esas ahiret tarafına yöneliyorsunuz. “Dünya nedir?” diye soruyor Mevlânâ. Dünya kişiyi Allah’tan gafil bırakan şeydir. Dünya ne kadındır, ne altındır, ne gümüştür, ne paradır, ne şudur, ne budur. Dolayısıyla bunların hiçbiri doğrudan doğruya dünya değildir. Ama sizi Allah’a kulluktan alıkoyuyorsa ve sizi ahiret yönünde engelliyorsa, yani siz dünya nimetlerine dalıp da kulluğu, ahireti, Allah’ı unutuyorsanız o dünyadır. Bu bazen namaz bile olabilir. Kendinizi namaz kıldım zannedersiniz. Onda kırk tane hesabınız vardır. Sabah namazına erken gideyim, alış-veriş yapacağım tüccar beni görsün ve çekimi ona göre kabul etsin dersiniz; o namaz dünya olur. Veya hacı efendi beni camide görsün, yarın kızına dünürcü göndereceğim diye düşünürsünüz o namaz dünya olur. O namaz değil riya olmuştur. Dolayısıyla burada çok önemli bir tevhid diriliği var. O tevhid diriliği kalptedir. Kalpte başlayıp kalpte biten, Allah’ın dışındaki diğer varlıkları küçümseme, onları yok sayma diriliğine ihtiyaç var. Bugün problemimiz biraz da buralardan kaynaklanıyor bence. Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim derken, “dünyanın işi dünyaya, ahiretin işi ahirete” şeklindeki anlayışlar zaman içerisinde bizi farkında olmadan dünyevîleştiriyor.

Peygamber efendimiz “Kıldığınız her namazı son namazınız gibi kılın.” buyuruyor. Bu ne demek? Biz aslında her an dünyaya arz-ı veda ediyoruz. Vücudumuza bakın, her lahza vücudumuzda binlerce hücre ölüyor, binlerce hücre yeniden yaratılıyor. Çocuklarda çok hızlı, gençlerde hızlı ve yaş ilerledikçe yavaşlıyor hücre yenilenmesi. Zaman algısı bununla ters orantılı. Hücre yenilenmesi ne kadar hızlı ise zaman o kadar yavaş geçiyormuş gibi algılanıyor. Hücre yenilenmesi ne kadar yavaşlarsa zaman algısı o kadar hızlı geçiyor. Dün daha yılbaşı idi ne zaman sene sonu geldi diyorsunuz. Ramazan daha dün gitmedi mi, ne zaman tekrar geldi diyorsunuz. Ama eskiden çocukken üç ay uzun bir zaman dilimiydi. Hayat o kadar ölümle içiçe ki. Ucuna ateş bağlanan çubuğun hızla döndürüldüğünde daire zannedilmesine benziyor. Halbuki bu bir algı yanılması. Hayat da böyle, o kadar hızlı akıyor ki yaşadığımızı zannediyoruz. Hem yaşıyoruz hem ölüyoruz. Hayata bu gözle bakmak, bu gözle görmek lazım diye düşünüyorum.

İbrahim Ethem hazretlerinin başından hacda bir olay geçer. Tavaf’ta oğlu ile karşılaştığında biri “Babacığım”, diğeri “Evladım” der ve gaibden “Ey İbrahim! Kalpte iki sevgi olur mu?” diye bir ses gelir. İbrahim Ethem hazretleri “Birini al ya Rabbi” dediğinde çocuğu ayaklarının dibine yığılıverir. Doğru mudur?

Evet, hatırladım.
 

Mâsivâya meyletmek imanı tehlikeye sokar mı?
Mâsivâya meyil hayatın en zor girdaplarından, en zor yanlarından biridir. Mâsivâya meyil insanın zaaflarındandır. Biraz önce okuduğumuz “Hevâsını Tanrı edineni gördün mü?”  âyetinde anlatılan odur. Onu çok iyi kontrol etmek lazım. Mâsivâyı gaye haline getirmek başka şey, vasıta olarak görmek başka şey. Nisâ Sûresi’nde insanın dünya/madde ile ilişkisini çok iyi çözümleyen bir âyet-i kerime var. “Allah’ın, sizin için geçim kaynağı yaptığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyin.”  Allah o malları ayakta durmaya vesile kılmıştır. Bir vasıta ama, gaye değil. Bu beni çok etkileyen bir âyet-i kerime. Yani bizim dünya malı ile mâsivâ ile ilişkimizin sınırı çizilmiş. Dünya malı bizim kulluğumuza engel, Rabbimizi unutmamıza sebep ise mâsivâdır ve tehlikelidir. Bütün mesele tasarruftur, elinizde bulunan dünya malını yeri geldiğinde verebilmektir, yüreğinizde yer etmemesini sağlamaktır.
 

İman bugün üzerimizde emanet gibi mi duruyor? Bunun sebepleri nelerdir?

İman kalbe yerleşmişse elbette emanet gibi durmaz ama bizim imanımızın kalbe yerleşmesiyle ilgili problemimiz olduğu kesin. İmanın artıp eksilmesi gibi bir şey olmaz, inanılacak şeyler bellidir. Ama imanın kalbe hükmetmesi, bizi yönlendirmesiyle ilgili bir artma eksilme elbette söz konusudur. İşte bugün bizim yaşadığımız seküler dünya hakikaten pek çok konuda imanımızın muktezasıyla amel etmemizin önünü kesiyor. Biz tereddüt ediyoruz; “imanımızın muktezasıyla amel ettiğimizde acaba dünyevî makamlarımıza zarar gelir mi, maddî hesaplarımız nasıl olur, komşuluk ilişkilerimize neler olur?” Peygamber Efendimiz ve ashabın yaptığı gibi “Benim imanım bunu gerektiriyor, her ortamda ben bunu yaparım.” demiyoruz, diyemiyoruz.
İmanımızın muktezasıyla problemlerimiz olduğu kesin. O da biraz imanımızın zaafıyla, biraz da dünyaya fazla değer vermemizle alâkalı gibi geliyor bana. Çünkü 19. yüzyıldan sonra bütün dünyada pozitivizm çok ciddi hükümranlık elde etti. Dinlerin vaat ettiği cennetin dünyada olduğu düşüncesinden yola çıkarak batıda ve doğu bloku ülkelerinde, Amerika’da, her tarafta pozitivizm hakim oldu. Denildi ki “dinlerin vaat ettiği cennet dünyadadır ve dolayısıyla ahiret vb. söylemler boş laflardır, dine falan da çok fazla ihtiyaç yoktur”. O yüzden 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında yazılan eserlere bakacak olursanız çoğunda materyalizme, mâddiyyûn mezhebine cevaplar vardır. Risale-i Nur, Mâddiyûn Mezhebinin İzmihlâli, Hakikat Nurları gibi eserler bu minvalde kitaplardır. 70’li 80’li yıllara doğru gelindiğinde “kral çıplak” denildi. Materyalist düşüncenin insanların ihtiyaçlarını cevaplamadığı görüldü. Hem Amerika’da hem Avrupa’da insanlar manevî bir açlığa doğru yönelip transandantal meditasyon merkezleri gibi bir takım alanlara gidip oralardan maneviyat transfer etme ihtiyacı hissetmeye başladılar. Çünkü Allah bir fıtrat koymuştur insana. Yani insanın ruhunda gönlünde bir inanma ihtiyacı vardır.
 

Uzun zaman sekülerizm gelişmişlikle eşdeğer kabul edildi. Toplumların gelişmesi için dinden çıkmak şart mıdır?

Sizin gelişmişlikten, başarıdan ne anladığınız önemli. Başarıyı; paraya, güce, iktidara tahvil edilebilir bir şeye hasrediyorsanız o zaman başka bir şey. Yok; insanî duygulara, insanî değerlere sahip olmak ve insanca yaşamaksa o zaman başka bir şey. Merhametle insanlara sahip çıkmak, onların dertlerini dinlemek, onların arasında olmak, onlarla paylaşmak da bir başarı unsuru olarak devreye girdiği zaman sizin başarmanız ve medeniyet kurmanız başka şey, ama sizin teknoloji kurup dünyaya hükmetmeniz, atom bombası icat etmeniz, tek güç sahibi olmanız başka bir şey. Hedef insanca yaşamaksa, insanlığımızı kaybetmeden başkalarının farkında olacağı hazâkat kazanmaksa o zaman dinden çıkmaya gerek yok. Hatta dinin içinde olmaya ihtiyaç var. Dünya ile kalbi hayat arasında bir denge kurmak gerekmektedir. Bütün dinlerin temel hedeflerinden birisi insanların dünya ile ilişkilerini düzenlemektir. Çünkü dünya insanı kuşatan bir şeydir.
İslâm medeniyetinin getirdiği değer ölçülerinde Allah’a kulluk ve dünya nimetlerine kul olmamak var. Gerçek hürriyet, nefse kulluktan kurtulmaktır. Nefse kul olmaktan kurtulursanız Allah’a kul olursunuz. Ama nefse kulsanız Allah’a kullukta duramazsınız.

Hocam, Batı toplumlarının en büyük açmazı bu herhalde. Bahsettiğiniz gibi bireyselci, egoist vs. Ama İslâm toplumlarında kolektif mutluluk var.

Evet, paylaşım var. Bir hane sahibi düşünün ki çocukların rızkını misafire ikram edecek, o da ancak misafirin karnını doyuracak kadar olduğu için kendilerinin yemedikleri belli olmasın diye ışığı söndürecek ve misafirin yemesini sağlayarak kendileri ve çocukları aç yatacak. Hakkında da bir âyet var biliyorsunuz. Bu muhteşem bir şey. İslâm’ın vakıf medeniyetine baktığımız zaman da bunları görürüz. Canlı cansız bütün varlıklar bundan nasibini almıştır. Hatta cemadât bile. Şimdi Allah’ın Resûlü diyor ki: “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.” Uhud’un Peygamberimizin gönlünden çıkan pozitif enerjiyi, muhabbet enerjisini algılayacak özelliği olduğunu anlıyoruz. Peygamberimiz bunu algılıyor, ondan bir enerji alıyor ve böyle söylüyor. Biz bunda bir şeylerin varlığını yeni yeni anlıyoruz. Mesela botanik ilmiyle uğraşanlar, çiçekleri seven bir adamın çiçek bahçesine girdiği zaman çiçeklerin ona pozitif enerji verdiğini ve o kişiye doğru döndüğünü tesbit ettiler. Mesela en basitinden bir adam iki ayrı saksıya aynı çiçeği ekip ikisine de aynı suyu, aynı gübreyi verdiği halde birine biraz daha fazla iltifat göstermesi onun daha çok canlanıp gelişmesini sağlamaktadır. Demek ki onun bir ruhu var. Maddî-manevî hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tesbih ediyor olmasın.
Allah’ın bize ikra’/oku dediği şey sadece Kur’ân-ı Kerîm değil ki. Biliyorsunuz ilk âyet-i kerîmede mef’ul yok. Peygamber’e Allah oku diyor, ama neyi oku diyor? İkra’ müteaddi/geçişli bir fiildir. Normalde oku, şunu oku denir. Nadiren söylenmez burada olduğu gibi. Ardından gelen ayette, “Ana rahminde tutunan embriyodan seni yaratan Rabbinin adıyla oku”  denilerek kendini okuması isteniyor. Kendinden başlayarak kâinatı oku diyor. Canlı âlemi, cansız âlemi oku. Bitkileri, kayaları, taşları oku. Hepsinde okunacak şeyler var. Kâinatı, kâinat kitabını iyi okumak gerekiyor. Allah’ın verdiği bu kadar nimetleri sadece nefsimiz merkezli değil, insanlık âlemi için de olduğunu düşünecek bir duyarlılık ve îsâr duygusuna sahip olmak gerekiyor. Bizim medeniyetimizin en büyük farkı bu bence.
 

Geçmişteki tasavvufî hareket.

Şu denmek isteniyor herhalde: Bizim bildiğimiz züht hareketi bir tepkisel hareket. Zahitler, bekkâun içerisinde anılan şahsiyetlerin tepkisel hareketler olduğu biliniyor. O da niye? Emevî halifelerinin devlet hazinesinin çok fazla zenginleşmesinden sonra son derece müreffeh ve lüks bir hayata özenti duymuş olmaları. Hem Asr-ı Saadet’i hem de Hulefâ-i Râşidîn’in mütevazı tavrını bilen ve görenlerin “Bunların hangisi doğru? Herhalde diğeri doğru, bu da nereden çıktı?” gibi nedenlerle bir reaksiyon, tepki şeklinde ortaya çıkmıştı. Hicri 2. asrın zahitleri ona özlem duymuştu. Efendimiz’in ve ashabın yaşadığı zühdî hayata yönelişle ortaya çıkmıştı. Bugün de maddî doyum, insanların hazlara düşkünlüğü, biraz manevî hassasiyeti olan insanlarda böyle bir tepkisellik oluşturuyor ister istemez. Biz de bu maddî hazların, lezzetlerin kurbanı olmayalım, biz de insanca yaşayalım diye bir tepkisellik oluşturuyor. Ama bugün belki geçmişte olduğu kadar zahidâne yaşamak daha zorlaştı.  Çünkü hayatın kendine göre bir takım kuralları oluştu. Şehir hayatını bırakacaksınız, bir mağaraya çekileceksiniz veya bir dağ başına gideceksiniz, bu da çok kolay değil. Bu da ayrı bir kaçış. Bu kaçışa da hakkımız yok bizim.

Günümüzde şöyle bir akım oluştu: Dünyevîleşmeye karşı tavır geliştiriliyor fakat vermek, dağıtmak yok. Ben daha sade bir hayat yaşayacağım diyor; ama yat villa orada dursun mantığıyla sorgulanmıyor. Doyuma ulaşmış, kendisini artık rahatsız ediyor, ondan kaçmaya çalışıyor, mesela bir dağ evine gidiyor.

O bir manevî haz vermez insana. Mustafa Merter isminde bir psikolog var.  Ne yaptıklarını şöyle anlatıyor: “Psikolojik-psikiyatrik rahatsızlıklarla gelenlerin durumlarına bakıyorum. Manevî hazlar, teknoloji, refah düzeyi ile alakalı ise öncelikle onlara yetimlerin, fakirlerin, yoksulların, yaşlıların, âcizlerin, çaresiz insanların çektiği sıkıntıları anlatan film seyrettiriyorum. Soruyorum onlara; ‘Kendinizi bu insanların yerine koyduğunuzda ne hissediyorsunuz?’ Sonra onları sahaya, seyrettikleri kimselerin yaşadıkları evlere götürüyorum. Karşılaştıkları manzaradan sonra sahip olduklarına bakıp; “Biz neden şikâyet ediyoruz?” demeye başlıyorlar. Sonra onları konuşturuyorum, çapraz sorular soruyorum. Yardım ettikçe bu iş daha çok hoşlarına gidiyor. İşte mutluluk hormonu meselesi. Bunu ben kendi kızımda da yaşadım. Üniversitede okuyan ve sahip olduklarının farkında olmayan kızımı Afrika’ya götürdüm. Belli doktorlarla birlikte ameliyata gidiyoruz. Kızım da ameliyat esnasında bize yardımcı oldu, hemşirelik yaptı tabir caizse. Gördüklerinden etkilenen kızım geldiğinde haberim yokken arabasını satmış ve parayı oraya göndermiş. Çok hoşuma gitti.”
Acı çekenlerin ihtiyaçlarını gidermek yanında bu acıyı gidermekle bizim elde edeceklerimizi de hesap etmek lazım. Biz iyilik yapmayı sadece başkalarına sunulan bir imkân gibi görüyoruz. Halbuki biz ondan ayrı bir haz elde ediyoruz ama onu görmüyoruz. O yetime, yoksula yardım ederken bizim bir kazancımız oluyor. İnsanlar bunun farkında değil. Bunu tattırmak lazım.
Efendimiz ne buyuruyor: “Siz dünya işlerinde kendinizden aşağıda olana bakın. Ahiret işlerinde yukarıdakilere bakın.” Ebu Zerr’e söylüyor. Biz de tam tersini yaparız. Bir adam Cuma kılıyorsa “Neden benim üzerime geliyorsunuz? Bu adam hiç kılmıyor, bayram da kılmıyor.” diye savunur kendisini. Bayram kılan “Ben bayram namazı kılıyorum, hiç kılmayanlar var.” der ama dünya için “Benim bir arabam bile yok, yazlığım yok”, yazlığı varsa “şurada-burada yazlığım yok.” der. Dünya malına sahip olmanın sonu yok. Ama asgari sınırda azmedip, sabredip başkalarıyla bunu paylaşabilmek… Havaic-i asliye dediğimiz şey hesabı sorulmayacak şeyler. Bunun dışındaki her şeyin hesabı sorulacak.
Ümmid cihandan da büyük, zevk ise mahdûd
Her sâniyesi ömrün emel-efza elem-efzûd
Yani insanın arzu ettikleri dünyadan da büyük. Emeller sürekli, elemler ise onlardan daha fazla. Ne kadar çok emeliniz var, o kadar çok eleminiz var demektir. Emel ile elem aynı harflerden oluşuyor, arada bir benzerlik var. Elemlerden emin olmak istiyorsanız emellerinizi azaltın. O yüzden emelleri ihmal edin amellere sarılın demiş tasavvuf erbabı. Biz ise tam tersini yapıyoruz. Amelleri ihmal edip emellere sarılıyoruz.
 

Müslümanların dünyaya karşı ideal tavrı ne olmalıdır?


Müslümanların dünyaya karşı ideal tavrı öncelikle dünya ayrı, ahiret ayrı şeklinde olmamalıdır. Bu ayrımdan kurtulmak gerek. Dünyayı biz ahiretin olmazsa olmazı ve içinden geçilecek zaruri bir yolu gibi görmeliyiz. Bu geçiş sırasında ayağımıza ne kadar dünyaya ait az kir bulaşırsa o kâr sayılmalıdır, onu kâr saymalıyız. Bu mânada dünyayı vesile görmeliyiz, hedef görmemeliyiz. Dünya gaye haline gelirse problem olur. Dünya gaye değil vasıtadır. Kısaca dünya amaç değildir araçtır. Çoğu zaman bunu kaçırıyor, dünyayı hedef gibi görüyoruz.

Dünya ismiyle müsemma mıdır? Dünya kavramı taşıdığı olumsuz anlamlardan dolayı mı zemmedilmekte yoksa?
Kur’ân-ı Kerîm’de “el-hayatü’d-dünya” diye hep sıfat olarak geçmiştir. Hayatü’d-dünya yok. Denî, aşağı yani aşağı hayat. Tefsirlerde dünyanın cennete göre aşağı mekânda olmasından dolayı alt ve aşağıyı ifade ettiği söylendiği gibi, buradaki bedene, nefse ait hazlarla ilgili olarak da aşağıyı ifade ettiğini söyleyenler de vardır. Biliyorsunuz insan alâ-yı illiyyîn ile esfel-i sâfilîn arasında gidip geliyor. Bu gidip gelenler daha çok nefse ait olan denî şeylerdir. Ruha ait olan şeyler de daha çok ulvî âleme ait olan şeylerdir. Dikkat edilecek olursa, dünya hayatında bizim haz olarak gördüğümüz şeylerin hepsi nefsanî şeylerdir. O yüzden de el-hayatü’d-dünya sanki manevî anlamı da içerisinde olan bir kavramdır. Ama bu denî hayatı bizim ona katacağımız pozitif enerji ile iman ile aşk ile yoğurarak ulvî tarafa doğru taşıyabiliriz.
Hocam Yunus Emre’nin bir sözü var şiirinin sonunda. Ben dervişim diyenler/Haramı yemeyenler/Haramın yenmediği/Ele geçince imiş. Bugün Müslümanlar para ile iyi bir imtihan vermiyorlar. Dünya malını kalbi yerine cebine koymada Müslümanlar çok başarılı değiller. Bu meyanda bugün için bir takva tanımı yapılabilir mi?
Takva kelimesinin lügat manasından yola çıkarak tarif edilebilir. Takva kelimesi biliyorsunuz “vikaye” kökünden geliyor. Vikaye, korunmak ve sakınmak demektir. Takva da tef’il babından bir başka mastar. Dolayısı ile takvada insanın kendisini ve kalbini koruması söz konusudur. Yani kalbin dünyaya ve mâsivâya açık olan tarafından gelebilecek olan saldırılara karşı korunmasıdır. Takva, dikenli bir yolda ayağımıza diken batmaması için nasıl parmağımızın ucuna basarak, paçalarımızı çemreleyerek yürüyorsak bu dünya yolunda yürürken de harama şüpheliye bulaşmamak için insanın duyarlılıkla yürümesi ve kalbini dış etkilerden koruyarak sahibine tam bir samimiyetle bağlanmasıdır. Çünkü hakikaten hayatta yürüdüğümüz yollarda bir sürü pislikler akıyor, lağımlar akıyor faizinden haramına kadar. Bunların bize sıçramaması için çok dikkatli olmamız, sakınmamız gerekiyor. Çünkü en çok etkilendiğimiz iki şey var: Birisi ağzımızdan çıkan sözlerimiz, diğeri ağzımıza giren lokmalarımız. Takvanın bir altı olan vera, ağzımızdan çıkan lafa ve ağzımızdan giren lokmaya dikkat etmektir. Veranın tarifi budur. Lokmalar dikkatli yutulursa, laflar ölçülü kullanılırsa vera. Veradan sonra biraz daha yukarıya çıktığınız zaman takvaya doğru kanat açılır. Kalbi korumanın yollarından birisi de salih, sadık insanlarla yoldaş ve arkadaş olmaktır. O güzelliği, o güzel duyguyu paylaşmaktır. İnancı ve sevdayı, onu yaşayan insanlarla paylaşmaktır. Onu paylaştığınız zaman takva duygusu, ihlas büyüyor ve size yüksek bir özgüven veriyor. Ve siz o zaman diyorsunuz ki “Ben alemlerin Rabbine teslim oldum.”
İmanın veya takvanın insanda görünür hale gelmesi ile ilgili neler söylenebilir?
İmanın amele, aksiyona dönüşmesi gerekir. Amel-i salih aslında dönüştüren amel demektir. İman, arkasından bir amel işleyeceğiz ki o amel bizi imanda takvaya dönüştürecek. Salih, salah veya es-sallah. es-Sallah tamirci demektir. Salih de aynı kökten insanı tamir eden tashih eden amel için kullanılır. Yani siz imanı amelle beslerseniz o sizin imanınızı da kişiliğinizi de besler, tamir eder. Size pırlanta gibi bir kimlik kazandırır. Dolayısıyla imanın ve takvanın görünür hale gelmesi aksiyonla, amelle olacak bir iştir. Aksiyon ve amel aynı mânadadır. Bunlar olmadan takvanın ölçülebilirliği yoktur. Ölçülebilir olması ancak amel-i salih ile mümkündür. Hakikaten davranışlarında beşerî münasebetlerinde, insanî ilişkilerinde bir adamın siz kaç dirhem olduğunu tartarsınız. Ne kadarlık bir ramazan simidi olduğunun farkına varırsınız. Ölçü muameledir.
Ne diyor Ziya Paşa:
Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
Görünür şahsın rütbe-i aklı eserinde
Yani bir eser ortaya koymalı ki onun aklı, aklının selameti, imanının selameti ortaya çıksın. O da ancak amelle ortaya çıkar. O yüzden Asr Suresi’nin o dörtlü tasnifi müthiş. Bir insanın hüsrandan kurtulması için, gerçek Müslüman olması için ölçüleri veriyor. İmanı varsa, amel-i salihi varsa, hakta sebat ediyor ve sabırda direnç gösteriyorsa o kişi takvayı da imanı da realize etmiş demektir.
Hocam, sohbetimizi yaptığımız bu mekânla manevî huzurunda olduğumuz Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ile bitirelim.
Ehl-i dünya dünyada
Ehl-i ukba ukbada
Her biri bir sevdada
Bana Allah’ım gerek
Her şeyi anlatmış. Başka söze de gerek yok. Dünyayı seven dünyaya kul olan insanlar var. Dünya işleriyle meşguller. Hayırlı olsun kendilerine. Bunun yanında ukba derdinde olanlar var. Her biri bir sevdada. Her birinin bir sevdası var. Bana Allah’ım gerek.
Yunus’un;
Cennet cennet dedikleri
Bir köşk ile birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana Seni gerek Seni
Sözlerinin bir başka versiyonu. Hakikaten kuşatıcı bir ifadesi var. Ne diyor?
Zahitlere cennet gerek
Sûfîlere sohbet gerek
Ahîlere ahret gerek
Bana Allah’ım gerek.
Vekil olarak Allah yeter. Görevimiz de budur. Ona teslim olacağız. Gazali’nin bir sözü var. Diyor ki; bizler her gün “İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn-Yalnız sana kulluk eder yalnız senden yardım dileriz” deriz ve günde kırk tane tanrı ediniriz kendimize. Kırk kişiden yardım isteriz. Bu ne densizliktir. Allah’ın kendilerine yetmediği kişilerin; padişahların, devlet adamlarının kapılarını dolaşırız. Allah bize kâfi ise, vekil ise buna hacet yok.
Değerli vakitlerinizi bize ayırdığınız için çok teşekkür ederiz hocam.

Biyografi
1952 İzmit/Karaabdülbaki doğumlu. 1970’te Adapazarı İmam Hatip Lisesi’ni bitirdi. Aynı yıl İzmit Sarımeşe Köyünde üç ay süreyle imam-hatiplik yaptı. 1974’te İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun oldu. Bir süre öğretmenlik ve idarecilik yaptıktan sonra, 01 Şubat 1977’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde Tasavvuf Tarihi asistanı olarak göreve başladı. Marmara İlahiyat Fakültesi’nde 1983’te Doktor, 1989’da Doçent, 1996’da Profesör oldu. Neşredilmiş yirmiyi aşkın eseri, muhtelif dergilerde yayınlanmış makaleleri, ansiklopedi maddeleri, ulusal ve uluslar arası düzeyde çeşitli bilimsel toplantılarda sunulmuş pek çok tebliğleri bulunmaktadır. Halen Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı görevini yürütmektedir.