Altınoluk Dergisi, 2004 – Ekim, Sayı: 224, Sayfa: 006
Allah katında genel anlamıyla din İslâm’dır.(1) İslâm, îman, ibâdet, ahlâk ve muâmelâttan oluşan kaideler bütünüdür. Kur’an’daki mânâya ve hadislerdeki yoruma göre îman ile İslâm arasında fark vardır. Îman dinin kalbe müteallık bâtını ve özü, İslâm ise organlara âid zâhir kısmıdır. Nitekim Allah Teâlâ Kur’an’da şöyle buyurur: “Bedevîler geldiler ve sana: “Biz îman ettik” dediler. Sen onlara de ki: “Hayır siz henüz îman etmediniz, îman kalplerinize yerleşmedi. Ama bâri İslâm olduk” deyin.”(2)
Âyet, müslüman olduktan sonra îmanın kalbe yerleşip tadına varmak için belli bir sürecin gerekliliğine dikkat çekiyor. Kalpteki şüphelerin, zihindeki istifhamların sona ermesinin îmanın bir zevk ve lezzet hâline gelmesine bağlı olduğuna işâret ediyor. Nitekim hadis-i şerifte de Allah Rasûlü, îmanın tadına varabilmeyi üç şarta bağlamaktadır.
1) Allah ve Rasûlü’nü, Allah ve Rasûlü dışında herşeyden daha çok sevmek;
2) Sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini yine Allah için sevmemek,
3) Îmana erdikten sonra, ateşe atılmaktan korkar gibi, küfre düşmekten korkmak.(3)
Îmanın temeline mârifet ve muhabbet şartını yerleştiren mezhep îmamımız Matürûdî hazretlerinin ne kadar haklı olduğunu bu hadis-i şerif teyid etmektedir. Allah ve Rasûlü’ne aid bir sevgiyi gönlünde taşımayan; sevgisini ve nefretini Allah sevgisi eksenine oturtamayan kimse, elbette îmâni bir tada varamaz.
“Tatmak” Arapça’da “zevk” kelimesiyle ifâde edilmekte: “bulmak” anlamına gelen “vecd” ile birbirine yakın anlamda kullanılmaktadır. Ancak zevk vecdden daha üstündür. Vecd kalpte sevinç ve hüzne dair bir duygu bulmak demektir. Kalpte böyle bir duygunun bulunması, îmânın heyecan hâline geldiğinin göstergesidir. Kalpte bulunan bu duygudan hazz ve lezzet almak, zevktir. Bu sebeple zevk vecdden daha özel ve daha üstün görülmüştür. Zevk ehli fiilinde vecd ehline iştirak ettiği halde vecd ehli, zevk ehlinin fiiline iştirak edemez. çünkü vecd ehli bulduğu şeyin tam zevk ve tadına varamayabilir.
Zevk enfûsî yani sübjektif bir duygudur. Herkesin kendi iç dünyasında yaşayarak algılayacağı kalbî bir taddır. Tasavvufta özellikle aşk, bir zevk olayı olarak görülür ve “tatmayan bilmez” denilir. Aynen kavanozdaki balı dışardan seyreden insanın onun lezzetini tatmadan anlayamaması gibi bir şey. Hz. Mevlânâ’nın kendisine: “Aşk nedir?” diye sorulduğunda: “Ben ol da bil!” demesi gibi. Bütün bu örnekler zevk hâlinin enfûsî olduğunu ve gönlün derinliklerinde tatmadan anlaşılamayacağını göstermektedir.
Ateş ve ışığı tanımak isteyen pervânelerin ışığın etrafında dolanıp ateşe temâs ile kanatlarını yakmaları ve ondan sonra acı çekerek ateş ve ışığı tanımaları bir zevk tecrübesi olarak kabûl edilebilir.
Îman bir bilgi ve ilim olmaktan çok, bir kalbî teslimiyet ve güvendir. Ancak bu kalbî teslimiyetten zevk alabilecek hâle gelmek, hayâtı îmanın şartlarına göre zevkle yaşamaya, Allah ile ilişkilerde “maiyyet” (beraberlik) şuûruna ermeye bağlıdır. Çünkü îmânın tadını artıran maiyyet şuûrudur.
Îman zâhirden çok bir bâtın ve kalp işi olduğundan onu zâhir organlarla yapılan fiillerden; dille ikrardan ibâret sanmak işin sırrına erememek demektir. Gönül sultanları işin bu tarafı üzerinde çokça dururlar. Nitekim Hz. Mevlânâ: “Namazdan daha mühim ne var?” diye sorarak işi sâdece şeklî ve sûrî şeylere bağlamak isteyenlere: “Namazdan daha mühim abdest var” diye cevap vermiştir. Çünkü abdest olmadan namaz olmaz. Mevlânâ’nın bu cevâbında ince bir istihzâ vardır. Sorulan soruya aynı mantıkla verilen iskât edici bir cevaptır bu. Mevlânâ aynı soruya bir başka seferinde: “Namazdan daha mühim îman var.” cevâbını vermiştir.
Doğrusu da öyle değil mi? Îman olmadan kılınacak namazın insana ne faydası olabilir ki? Önce îman, sonra ibâdet ve tâat. O yüzden Allah Rasûlü bir savaş öncesi müslüman olmak üzere gelip savaşa katılmak isteyen birinin: “Önce îman edip öyle mi savaşa katılayım, yoksa önce savaşa katılıp sonra mı îman edeyim?” sorusuna: “Önce îman et, sonra savaşa katıl!”(4) diye karşılık vermiştir. Bu hadis-i şerif îmânın herşeyden ehem olduğunun delilidir.
Bizim yazımızın başlığını teşkil eden “İslâmla îmanın tadına varmak” konusu, îmanı hayatın merkezine almak ve onu kriter hâline getirmek anlamını taşır. Hem ibâdet ve tâatlarda, hem kâinâtı seyr u temâşâda insanın gönlünde engin bir îman duygusunun bulunması demektir bu. İnsanın ibâdetinden, tâatından ve muâmelâtından mânevî bir tad alması anlamınadır. Kuru ve yavan bir kulluk yerine, dopdolu ve yoğun bir ubûdiyet. Müşâhede ve âlemi temâşâ sırasında Allah ile beraber olmanın verdiği hazzı yaşayabilmek, Allah Rasûlü ile birlikte yaşar gibi, Allah’ı görür gibi bir ruh kıvâmı. İnsanı kimseye çelme takmaya, kimsenin hukukuna tecâvüz etmeye bırakmayan, davranışlarını frenleyen bir duygu.
Bugün “sekülerleşme” diye ifâde edilen dünyevîleşme olgusu îmanları tehdid ediyor. Sekülerleşmekte dini ve Allah’ı bireysel hayatın dışına çıkarma çabası sözkonusudur. İnsanoğlu âdetâ içinde Allah’ın olmadığı bir dünya kurmak istemekte ve orada her türlü yasaktan uzak nefsânî duyguların egemen olduğu bir hayat arzulamaktadır. Bu mümkün müdür, bilinmez ama, bugün dünyanın genel gidişi o istikamettedir. Hiçbir kutsalı bulunmayan sâdece nefsânî lezzetleri önemseyen bir anlayış. Böyle bir hayatın içinde insanın îmânın tadına ermesi, hattâ böyle bir kaygı taşıması bile muhaldir. Bugün en büyük problem bu noktada temerküz etmektedir.
Oysa tasavvufi telâkkîde mâsîvâ denilen dünyaya meyletmek, insanı yoldan alıkor. Böyle bir emel taşıyanın îmanının tadına ermesi sözkonusu olamaz. Çünkü kulun Allah’dan başkasına besleyeceği ümid ve sevgi, onun hoşlandığı ve sevdiği şeylere yardımcı olması içindir, başka maksat için değil.
İnsanın nefsini putlaştırıp kulluk ve îmandan kaçışı hâdisesinin târihi yeni değildir. İnsanoğlunun yaratılışından beri varolagelen bir hâdise bu. Ancak bu durum bugün global düzeyde tervîç ediliyor, siyâsi olarak destekleniyor, ekonomik olarak teşvik ediliyor. Uluslararası medya araçları aracılığıyla beyinlere kazınıp hayat felsefesi hâline getirilmek isteniyor. Bu durumda inananların ve îmanı kalplere yerleştirip korumak isteyenlerin işi her zamankinden daha zorlaşıyor.
Seyyidü’l-istiğfar olarak bilinen duâda kul: “Ben gücüm yettiği müddetçe senin vaadin ve ahdin üzereyim”(5) diye Allah’a ilticâ etmektedir. Bunun mânâsı şudur: Ben gücümün yettiği kadar vaadini tasdik ve ahdini yerine getirmeye devam etmekteyim. Beni bu şekilde devama ve sebâta sevk eden şey, îmanın tadını tatmaktır. Çünkü bu makamda fayda veren ancak ve ancak îmanın tadını tatmaktır. Emânet elbise, giyeni güzel göstermez. Üstelik insanlar o elbisenin o kişiye âid olmadığını bilirler ve birinden ödünç alındığını farkederlerse, durum daha da vahâmet kazanır. Nitekim Arapça bir şiirde denilmiştir ki:
Riyâ elbisesi, insanın tenini gösterir
Bütün vücûdunla da bürünsen yine çıplaksın.
Üç aylar ve Ramazan gibi ibâdet yoğun bir iklim aslında bizim îman ve ibâdetin tadına varacağımız zaman dilimidir. Her zaman îmanın tadına erebilmek ve riyâ libâsından soyunup takvâ libâsına bürünebilmek, hele hele bu hâli sürekli koruyabilmek mümkün müdür? Elbette çok zor. Ama önemli olan bu kaygıyı gönlümüzde sürekli taşıyabilmektir. Îmanın tadına erenin Allah ile ilişkilerinde tâat kavramı, insanlarla münâsebetinde şefkat değeri taşıdığını bilmek gerek. Bu anlayışla yüreğimize, bileğimize ve her türlü dünyevî dileğimize sâhip olmak. Herhalde bütün mesele burada yatmaktadır. Mesele sâdece İslâm adıyla kalmakta değil, bu adla îmanın tadına varabilmektedir.
Dipnotlar: 1) Âl-i İmran, 3/19. 2) el-Hucûrât, 49/14. 3) Buhâri, îman, 8; Müslim, îman, 15. 4) Buhari, cihad, 13. 5) Buhâri, Deavât, 16; Tirmizi, Deavât, 15, İbn Mâce, Duâ, 14.