Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

İslâm’ın Âlem-Şümûl Yüzü

Altınoluk Dergisi, 2003 – Mart, Sayı: 205, Sayfa: 010

Globalleşen dünyada, herşeyin küresel boyutta değerlendirildiği bir zamanda İslâm’ın âlem-şümûl boyutu daha bir ayrı anlam ifâde etmektedir. Bugün insanın İslâm’la buluşmasının önündeki engellerin kaldırılması ve İslâm’ın evrensel boyutta insanlığa sunulması nasıl olacak? Bu konu önemli bir soru olarak önümüzde duruyor. Medeniyetler çatışması adı altında insanlığı birbirini yemeye hazırlayanlar, hırsla yeni kavgaları körüklüyorlar. İslâm’ın evrensel mesajı ve taşıdığı âlem-şümûl değer, gündemde tutularak yıpratılmak isteniyor. İşte tam da böyle bir ortamda İslâm’ın evrensel boyutunun barış, huzûr ve mutluluk getirecek değeri insanlığa nasıl sunulacak? Bu konuda evrensellik değerine uygun düşen ve insan unsurunu esas alan tasavvuf öne çıkıyor.

Son yıllarda Batı’da ve Amerika’da tasavvuf, âdeta İslâm’ın kalbi, güleryüzü ve evrensel boyutu gibi âlem-şümûl bir kabüle mazhar olmaktadır. Çünkü tasavvuf insanları “Elest bezmi”nde fıtratlarına konulan tevhide çağırarak âlem-şümûl bir vâkıadan bahsetmektedir. İnsanın fıtratına konulan bu fıtrî dini Kur’an şöyle sunmaktadır: “Ey Muhammed! Hakk’a yönelerek kendini Allah’ın fıtratta insanlara verdiği dine yönelt!”(er-Rûm, 30/30)

İnsanlar bu fıtrat sayesinde bir tek Tanrı’ya inanırlar; ancak fiilen birçok tanrı varmış gibi davranır ve fıtratlarındaki bir tek Tanrı’ya inanma kabiliyetine rağmen fiilen çok tanrıya inanma yüzünden tutarsızlık ve dağılma yaşarlar. İnsanın fıtratına konulan bu özellik, dış tesirlerle oldukça cılızlaşmışsa da mevcûddur. İnsan dış dünyanın ve nefsin etkilerinden kurtuldukça fıtratın gereğinin biraz daha farkına varmakta ve bu vâdide kendisine ulaşan fıtrî ve âlem-şümul dâveti algılayabilmektedir.

Tasavvuf, insanlarda fiilen zâhir olan şirkin maskesini düşürüp kalpteki putları temizleyerek rûhu ölümcül hastalıktan kurtarmaya çabalar. Tasavvuf, insanı âlem-şümûl bir özelliğe sahip “tevhid” duygusuna; şekil ve suretlerin ötesindeki öze ulaştırmaya çalışır. Adına ister vücudi, ister şühudi tevhid  (vahdet-i vücud veya vahdet-i şühûd) densin bu işin hedefi tevhid hakikatidir. Tasavvufun gayesi, Allah ile insan arasında âlem yaratılmadan önce gerçekleşen ahid ve akdi hayata geçirmektir. Cüneyd’in ifâdesiyle “İşin sonunu başa döndürmektir.” Yaratılmadan önce verilen söze bağlı kalmaktır.

İnsan bir hadiste buyrulduğu gibi “Allah’ın kendi sûretinde yarattığı (Buharî, İstian, 1; Müslim, Birr, 115, Cennet, 28; İbn Hanbel; II, 244, 251) bir karaktere sâhiptir.  Bu karakteri sebebiyle insan sonsuzu aramadan ve kendini aşmayı istemeden insan olarak kalamaz. Sonsuzu ve rûhânî olanı bırakıp sâdece beşerî ve nefsânî olanla yetinmek insanı, aşağıların aşağısına (esfel-i sâfilin) düşürür.

Günümüz insanı fıtratındaki yükseliş duygusunun bir sapması sonucu fizik âlemde yükselmeye; uzayı fethe soyunmakta; ama gönlünü sonsuz kudrete kapadığından bir türlü yükselememektedir. Bazan da kendisine başka âlemlerin kapılarını aralayarak uçuracak gücü uyuşturucuda aramaktadır.

İnsanın yaratıldığı “ahsen-i takvim” (et-Tîn, 95/4) sırrının âlem-şümûl olarak ortaya çıktığı alan, Allah’ın ona yüklediği “emânet” (el-Ahzâb, 33/72) sırrında tezâhür etmektedir. İnsan bu emâneti taşıdığı sürece ahsen-i takvim sırrında, emânetten uzaklaşıp koptukça “esfel-i sâfilîn” vâdisindedir. Bu yüzden insan, özüne yabancı olan dünyadan uzaklaşmak ve onu aşmak zorundadır.

İnsanın güzellik, birlik (tevhid) ve sonsuzluk arayışı, mutlak ve fıtrî bir duygudur. İnsanı, sonsuzluk âleminden gelen bir yol, ancak oraya taşıyabilir. O yolun yolcusu “Bir” ile vuslat sâyesinde sonsuz mutluluğu yakalayabilir. İnsana bunu sağlamada yardımcı olacak olanlar da tecrübeli rehberlerdir. Nitekim dağcılar bile rehbersiz yola çıktıklarında pek çok tehlikeye maruz kalabilmektedir. Tasavvufun rehber-mürşid denetimindeki yolculuğu insanı “Bir”e ulaştırmada bir etkendir.

Tasavvuf insana ihtiyaç duyduğu herşeyi kendi içinde araması gerektiğini; dış dünyadan sıyrılarak öze doğru yol almakla “ahsen-i takvim” sırrına erişilebileceğini söyler.

Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin

Canlarda ve tenlerde nihân hep sen imişsin

Senden bu cihân içre nişân ister idim ben

Âhır bunu bildim cihân hep sen imişsin

İnsanın böyle bir anlayışa ermesinin yolu Bâyezid Bistâmî gibi dünyayı üç talâkla boşamaktan geçer. Nitekim Bâyezid der ki: “Ey Rabbim, Senden başkasını arzu etmiyorum. Eğer seni elde edersem herşeyi elde ederim.”  

Sûfilik yolu insana, fânî olanı aşıp sûretler vâsıtasıyla sonsuz olana ulaşma imkanı verir. Bu özelliği itibarıyla tasavvufî mesaj, zamana bağlı değildir. Tasavvuf, dinin öğretilerinden uzak yaşayan çağımız insanının problemlerini de çözebilecek bütünleştirici bir özelliğe sahiptir. Bunun temel şartı insanın dînî emirleri kabûl ve tasavvufî disipline uyma konusundaki irâde ve arzûsudur.

İslâm tasavvufunun temeli, İslâmî hükümleri uygulama esâsına dayanmaktadır. Tasavvuf bir bakıma şer’î-zâhirî ahkâmı içselleştirmektir. Günlük ibâdetler, insanın rûhî unsurlarını bütünleştirerek varlık ile mânevî bir âhenk gerçekleştirme vâsıtasıdır. Tasavvuf, İslâm’ın şer’i ölçüleriyle sınırlı olduğu ve onun esaslarına bağlı bulunduğu için toplum dışındaki ruhban merkezlerinde değil, toplumun içinde ve gönül dergâhlarında yaşanmaktadır. Tasavvuf ehli insan, görünüş itibarıyla bütün dünya nimetlerinden yararlanıyor görünse de kendi içinde fakr duygusunu yaşamakta ve bütün varlığı gerçek sâhibine âid görmektedir. Onun gözünde dünya ölüdür, o dünyanın aldatmasına kanmadan yaşar, insanı bulunduğu her yerde ilâhî varlık ile vuslata yakın ve aday görür.

Tasavvufun temel uygulaması sayılan ibâdetlerin amacı kişiyi sürekli zikir hâline erdirmektir. Tasavvuf, zikri ibâdetin en özlü biçimi görür ve o sayede insanın her türlü bozulma ve çözülmeden kurtulup Allah ile olan ayrılığını sona erdireceğini ve vahdet deryâsına ulaşacağını söyler. Zikrin bütünleştirici gücü, insanın iç varlığından bedenine yansır. Böylece beden zâkir hâle gelir. Hattâ insanın hem kalbi, hem rûhu, hem nefs ve bedeni “Allah” diyerek tevhide erer.

Özünde tevhid ve bütünlüğe eren, İlâhî olanı kavrayarak nefsin hastalıklarından kurtulur. İnsan Müteâl varlığa duyduğu muhabbetle itminâna ulaşır. İnsandaki bütünlük hâli “Bir” olanın (vahdet) gerçekleşmesi ve çok olanın (kesret) Bir’in nûrunda değişime uğraması demektir. Bu da İslam’ın temeli demek olan imân ile kalbin dopdolu olmasıdır. Nefsini Allah’a kurban ederek bu iç bütünlüğüne; gönül tevhidine erenler Hakk ve halk hâdimi olurlar.

İnsanın kendisini toparlayıp dağınıklığını izâle etmesinde mânevî usûlün önemli bir rolü vardır. Çünkü insan mânevî bereket ile vahyin kaynağına ulaşan ilâhî huzûr sâyesinde gönlünü toparlayıp cem’ hâline erer ve yaratılış sırrını yakalamış olur.

Bugünün insanı acınacak sefil ve sefih bir halde ise bunun sebebi kendisinin kim olduğunu ve niçin yaratıldığını bilmemesidir. Tasavvuftaki seyr u sûlük sâyesinde nefsin dışa dönük meyli, içe yönlendirilerek insana aradığının içinde saklı olduğu gösterilir. Mânevî bereket ve ilâhî teyid ile insan, aradığını bularak huzûra erer.

İslâm’da velî olmak demek, Allah’ın isim ve sıfatlarının aynası olacak tecelliye mazhar olmak ve insan olmanın bütün imkânlarını gerçekleştirerek âlem-şümûl hâle gelmektir. Hakk’a vuslat denilen şey de budur. Allah’ın velî kullarının mesajı ve bu mesajın insanlara ulaştırılış biçimi de âlem-şümûl bir mâhiyet arzetmektedir. Bu yol işe, insana kim olduğunu tanıtarak âlem-şümûl bir temelden başlıyor.