Altınoluk Dergisi, 2009 – Eylul, Sayı: 283, Sayfa: 008
Hayâtta insanı bağlayan dünyâlıkların ilki evlâd ü iyâl, ikincisi mülk ü mâldir. İnsanı sürekli dünyâlık aramaya sevk eden evlâd ve mal ilgisi, Allah’a kulluğun da O’nun zikriyle meşgûliyetin de önündeki en büyük engeldir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm bu husûsa şöyle işâret buyurur:
“Ey îmân edenler! Mallarınız ve evlâdlarınız sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın. Kim böyle yaparsa işte onlar ziyâna uğrayanlardır.”1 Vaktini, zamânını, enerjisini, dikkat ve himmetini mal ve evlâd kaygısıyla tüketenler Allah’ın zikrinden uzaklaşmanın, gönüllerini dünyâya kaptırmanın cezâsını âhirete kalmadan ölüm ânında hissederler. Nitekim Kur’an bunu şöyle beyân eder:
“Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam, demeden önce size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infâk edin. Çünkü eceli geldiğinde Allah kimsenin ölümünü ertelemez.”2
İnsana salâh ve takvâ yolunu açan sâlih amelin yeri bu dünyâdır. Bu dünyâda sağlam bir îmâna bağlı olarak gerçekleştirilebilen sâlih ameller insanın insânî yükselişini, rûhî değişimini, mânevî dönüşümünü sağlayan bir özelliğe sâhiptir. Kabir ise ebedî istirâhatgâhtır. Orada amel yoktur. Dolayısıyla amelin yeri kabirden önceki dünyâ hayâtıdır.
Ramazan ayı boyunca oruç, namaz, Kur’an tilâveti gibi doğrudan Allah’a kulluğa vesîle olan ameller ile zekât, sadaka ve infâk gibi Allah’ın yarattıklarına merhamet tezâhürü sayılan davranışları meleke hâline getirme çabası içerisindeyiz. Duyguların inceldiği, gönül perdelerinin aralandığı, kalblerin mânevî, rûhânî ve uhrevî olana yöneldiği ramazan iklîminden çıkarken bizleri bekleyen en büyük tehlike yeniden dünyâya dalmak, dünyâ nîmetlerinin peşinde savrularak kulluktan ve Allah’ın zikrinden uzaklaşmaktır. Dünyâ nîmetlerine dalarak Allah’ın zikrinden uzaklaşmak sonuçta Allah’ı unutmak demektir ki Allah böylelerine kendilerini de unutturur. Nitekim Kur’an’da buyrulur:
“Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturdukları gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.”3
Dünyâda elde edilecek âhiret azığının en önemlilerinden birisi Allah’ın rızık olarak verdiklerinden infâk edebilmektir. İnsanın sevdiği, gözü gibi baktığı malını infâk edebilmesi kolay değildir. Ama yarın eyvâh demeden bugün Allah deyip infâk etmek en sağlam yoldur. İnfâk ölümden ve kıyâmetten önce yapılmalıdır ki kıyâmette cehennem ateşine perde olsun. Kıyâmet günü alışverişi olmayan bir gündür. Alışverişi olmayan, dükkânların kapalı olduğu bir günde nasıl alıp satarak eksiklikler tamamlanamazsa kıyâmette infâka âid eksik ve gedik tamamlanamaz.
İnsanoğlu bu âlemde sâhip olduğu mal ve mülkü kendisinin sanır. Mal üzerindeki süreli bir tasarruf hakkını mülkiyet ve sâhiplik zanneder. Dünyâ malının devre mülk olduğunu unutur. Gerçek malın bu dünyâda infâk edip kendi adına kaydettirdiği mal olduğunu bilemez. Nitekim Şeyh Sâdî bunu ne güzel ifâde eder:
Kârûn’un hazînesi eline geçse
İhsân ettiğinden başkası kalmaz geri
Cimri zengin, dînâr ve gümüş ile
Hazînenin üzerine oturmuş tılsım gibidir
Bu yüzden senelerce onun altını kalır
Ki tılsım titrer böylece hazînenin başında
Ansızın ecel taşı ile kırarlar
Rahatlıkla hazîneyi taksîm ederler.4
Mâlikü’l-mülk; yâni mülkün gerçek sâhibi Allah’tır. Nitekim esmâ-i hüsnâdan sayılan / el-Bâsıt ve / el-Kâbıd isimleri Allah’ın kullarına rızkı dilediği gibi açıp çoğaltmasını/bast ya da daraltıp sıkmasını/kabz ifâde eder. Bâsıt olan Allah dilediği kadar kullarına bast eder; rızkında genişlik verir. Kâbıd olan Allah, dilediğinin rızkını daraltır.
Malın O’nun olduğunu bilen kul ise elindekinin âriyet ve emânet olduğunu kavrar ve cimri davranmaz. Allah insanoğlunun fakîrlere karşı davrandığı gibi davranacak olsa insan perîşan düşer. İnsanların mal ve mülkü kendilerine izâfe etmeleri bir algı yanılmasıdır. Doğrusu insanın elindekilerin tamamı lutf-i ilâhîdir. Nitekim Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri:
Alan Sensin veren Sensin kılan Sen
Ne verdinse odur dahî nemiz var
derken bu geçeğe işâret etmek istemiştir.
Her şey Hakk’ın inâyetine bağlıdır. Hakk’ın inâyet ve yardımı olmadan ölüm bile gelmez. Nitekim Hüdâyî hazretleri nakşa aldanıp Nakkâş’ı görmezden gelmemek gerektiğini, kuru sûret ve şekille işin bitmeyeceğini, sûret ve şekle aldananların cehâletle gaflet ateşinde yanacağını ve hepsinin başının Hakk’ın inâyeti olduğunu ne güzel ifâde eder:
İste Nakkâş’ı nakşa aldanma
Kuru sûretle iş biter sanma
Cehl ile nâr-ı gaflete yanma
Cümlenin başı bir inâyet imiş.6
İnfâk denilince sâdece malının bir kısmını infâk eden avâmmın infâkı anlaşılmamalıdır. İnfâk malını Allah yolunda dağıtmak ve mal sevgisinden geçmek sûretiyle nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmektir. İnfâk açısından müminler üç derecede değerlendirilir.
1. Akviyâ, infâkta güçlü olanlar: Bunlar Hz. Ebû Bekir misâli bütün mallarını infâk ederek Allah’a verdikleri söze sâdık kalanlardır.
2. İnfâkta mütevassıt, orta hâlli olanlar: Bunlar mallarının yarısını bir defâda infâk edebilen, kalanını ise diğer kardeşleri için ellerinde bulunduran, kendileri sâdece ibâdete kuvvet olacak kadarıyla yetinenlerdir.
3. İnfâkta zayıf sayılanlar: Bunlar sâdece farz olan zekâtı vermekle iktifâ edenlerdir. Bilindiği gibi zekât sâhip olunan malın kırkta birini yılda bir kere ihtiyâç sâhiplerine dağıtma sorumluluğudur ki zenginin malındaki fukarânın hakkıdır.7
İnfâkta en büyük husûsiyetlerden birisi de yapılan hayır ve sadakaların başa kakmak sûretiyle boşa çıkarılmamasıdır. Verenin alandan minnet beklemesi yerine verenin ona karşı minnettâr olması esâstır. Çünkü ihtiyâç sâhipleri olmasa zenginler zekât gibi bir farîzayı nasıl îfâ edecekler?
İnfâkta “kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden”8 ibâresi bu konuda kayıtları ortadan kaldırmaktadır. Yâni herkes ne ile merzûk ise ondan infâk edecektir. Nitekim zenginlerin infâkı mallarından, âbidlerin infâkı nefislerinden, âriflerin infâkı gönüllerinden, âşıkların infâkı rûhlarından olur. Zenginler ihtiyâç sâhiplerinden mallarını kıskanmazlar, âbidler kendilerini hizmetten esirgemezler, ârifler gönüllerini murâkabeden uzak tutmazlar, âşıklar da rûhlarını kazâ-i ilâhîye teslîm ederler.
İnfâk ehli olan kişi tarlasına tohum eken çiftçiye benzer. Nasıl çiftçi arâziden en iyi şekilde mahsûl elde etmek için zirâata gereken ehemmiyeti verir ve tohumun en iyisini ekerse infâkta bulunan kişi de malın iyisinden bolca verir. Çünkü Allah Teâlâ onu en güzel şekilde mükâfâtlandıracaktır. İnfâk eden bu gerçeğe inanır. Nitekim Kur’an’da: “İyiliğin mükâfâtı iyilik değil midir?”9 buyrulur.
Allah’ın insanların gönüllerine ve vicdânlarına Rahmân isminin tecellîsi olarak lütfettiği rahmet sıfatı, infâkın da vermenin ve paylaşmanın da temel dinamiğidir. Ancak rahmet duygusunun geliştirilmesi gerekir. Bunun yolu vermekten ve paylaşmaktan geçer. Bugün Batı toplumlarında sosyal devlet anlayışının insanların merhamet duygularını dumûra uğrattığı kabûl edilmektedir. Çünkü insanlar şefkat ve merhamete muhtaç yoksul, yetîm, yaşlı ve düşkünlere “nasıl olsa devlet bakar” ya da “baksın” diye el uzatmamakta, bu duygularını geliştirecek ortamlardan uzak durmaktadır. Bu ise duyguları dumûra uğratmaktadır.
Bâzı psikiyatristlerin rûhî rahatsızlıkları tedâvi amacıyla hayır terapisi uyguladıkları bilinmektedir. Bu terapide hastalar önce film seyrettirilerek yoksul ve yardıma ihtiyâç insanlarla karşı karşıya getirilmekte, ardından alana indirilerek söz konusu insanların yaşadığı ev ve ortamlarda bu hizmetleri yakından görmeleri sağlanmaktadır. Derdli ve ihtiyâç sâhibi insanları gören ve onlara yararlı olan problemli kişiler hayâta yeniden tutunmaya çalışmaktadır. Yüreklerinde uyanan infâk ve paylaşım heyecânı onların rûhî sıkıntılarını izâle etmektedir. Bilindiği gibi stres ve sıkıntıların temelinde insanın sâhip olduğu nîmetlerin farkında olmaması ve sürekli daha fazlasını umup isteyerek rûhî sıkıntıya girmesi yatmaktadır.
Ramazanın oruç ve infâk atmosferi daha azıyla da yetinilebileceğini bize öğretmekte ve infâk heyecânına hazırlamaktadır. Çünkü bu dünyâdaki huzûrun ve içimizdeki stres ateşinin söndürülmesinin de kıyâmetteki cehennem ateşinden kurtulmanın da yolu “yarım hurma dânesiyle de olsa infâk”tan geçmektedir.
Dipnotlar: 1) el-Munâfikûn, 63/9. 2) el-Munâfikûn, 63/10. 3) el-Haşr, 59/19. 4) Rûhu’l-beyân, V, 246. 5) Bkz. Mesnevî, VI, b. 3797-3837. 6) Dîvân-ı İlâhîyât, haz: Mustafa Tatcı-Musa Yıldız, s. 337. 7) el-Meâric, 70/24-25. 8) Bkz. el-Bakara, 2/267; el-Münâfikûn, 63/10. 9) er-Rahmân, 55/60.
Mevlana’dan
Bilgiç Yoksul’un Hikâyesi
Hz. Mevlânâ da Mesnevî’sinde temsîlî bir hikâyeyle insanoğlunun hiçlik sırrına ermedikçe ilâhî kerem ve inâyete ulaşamayacağını şöyle anlatır:
Rivâyete göre Buhârâ’da bir emîr yaşardı. Hangi ihtiyâç sâhibi kendisinden bir şey istese herkese dağıttığı sadakadan ona kolay kolay bir şey vermezdi. Bilgiç bir yoksul sultanın bu özelliğini unuttu da hırs ve aceleyle sultandan bir şeyler istedi. Sultan yüzünü çevirdi, geçti gitti. Bilgiç yoksul sadaka almak için her gün yeni bir hileye başvurdu. Bâzen çarşaf giydi kadın oldu, bâzen eline asâ aldı kör oldu, bâzen de ayağını bağlayıp topal oldu. Fakat sultan her defâsında firâsetiyle o bilgiç yoksulu tanıdı ve hiçbir şey vermedi. Son olarak bilgiç yoksul kendisini kefene sardırıp kilim ile yolun üstüne bıraktırdı ki bu sâyede yoldan geçen sultan onun cenâzesini kaldırmak üzere bir himmette bulunsun. Nitekim planladığı gibi de oldu. Sultanın yolu onun kefenlenip kilime sarılıp bırakıldığı yerden geçti. Sultan cenâzenin kaldırılması için kilimin üstüne bir miktar altın bıraktırdı.
Bunları hisseden bilgiç yoksul hemen kefen ve kilimin arasından başını
aralayıp maksadına ulaşmanın gurur ve sevinciyle: “Gördün mü sonunda
almaya muvaffak oldum” dedi.
Ama sultanın cevâbı çok câlib-i dikkatti: “Doğru aldın. Ama ancak
öldükten sonra. Ölmeden bir şeye nâil olamadın.”5 Mevlânâ bu hikâyeyle ölmeden evvel ölmeyenin, hiçlik libâsına bürünmeyenin hem bu âlemde
hem öbür âlemde yüksek bir mazhariyete eremeyeceğini ifâde etmekte
ve dünyâ hayâtında insanın ölüm terbiyesiyle candan, maldan ve evlâddan geçerek gerçek vuslata ereceğini ifâde etmektedir.