Altınoluk Dergisi, 1998 – Mayis, Sayı: 147, Sayfa: 005
İmânın ‘beyne’l-havf ve’recâ’ korku ile ümid arasında bulunması sıhhat şartı olarak akâid kitaplarının ortaklaşa söyleyegeldikleri temel bir konudur. İmânın korku ve ümid dengesi içinde bir ortayol üzere olması demektir bu. Her hal ve durumda Allâh’tan ve O’nun rahmetinden ümidsiz olmamak, günâhının çokluğuna rağmen O’nun rahmetine güvenmek; tâat ve amellerine aldanmayıp azâb-ı ilâhîyi unutmamak ve ondan korkmaktır. Kur’ân’ın: “Ey günahta aşırılığa düşmüş kullarım, Allâh’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyin! Çünkü Allâh bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer 39/53)ifadesi bu tür ümidsizlik kapılarını kapamaktadır.
İmânın sıhhat şartı olan recâ, yani ümîd kavramı, bir ıstılâh olarak tasavvuf literatüründeki yerini almış; ilk tasavvuf klasiği sayılan Serrâc’ın el-Luma’ından başlayarak hemen hemen bütün klasiklerde kullanılmıştır.
Temennî ile recâ arasında fark vardır. Temennî, çoğu zaman tenbellikten ibaret, eylemsiz kuru bir ümiddir. Temennîde aksiyon yoktur. Recâ ve ümîd ise çaba sarfedip bir aksiyon gösterdikten sonra gönle doğan heyecandır. Temennî, tarlası olup da onu ekmeden ya da gerekli hizmetleri yapmadan hasad toplamayı uman kimsenin durumudur. Ümid ve recâ ise tarlası olan, ama tarlasını süren, çapalayan, eken, ürününün bitmesini ve sonunda hasad toplamayı bekleyenin durumudur.
Recâ ve ümid, amel ve aksiyonla birleşmeden sıhhat bulmaz. Nitekim âyette buyurulmuştur: “Rabbına kavuşmayı uman kimse yararlı iş işlesin ve Rabbına ibâdette hiçbir şeyi O’na ortak koşmasın.” (el-Kehf 18/110) “Kim Allâh’a kavuşmayı umarsa, elbette Allâh’ın tayin buyurduğu vâde gelecek ve o vaad gerçekleşecektir. O herşeyi işiten ve bilendir.” (el-Ankebût 29/5) Allâh’a kavuşmak bir ümîd, O’nun cemâliyle müşerref olmak bir beklentidir. Buna ermek için imtihanları aşmak; güzellikler kazanmak için çalışıp çabalamak gerekir. Âyetin devâmındaki diğer âyeti de buna ilâve edip düşündüğümüzde durum daha berrak bir şekilde ortaya çıkıyor: “Cihâd eden, çalışıp çabalayan ancak kendisi için cihâd etmiş, çalışıp çabalamış olur. Şüphesiz Allâh, âlemlerden müstağnîdir.” (el-Ankebut 29/6) Allâh’a ermek için ecel gelinceye kadar çalışıp çabalamalı. Bu uğurda çalışıp çabalayan, fitnelere, imtihanlara göğüs geren, zorluklarla mücâdele eden sırf kendisi için, kendi âkıbeti için çalışıp çabalamıştır. Çünkü o mücâhedenin, çalışıp çabalamanın faydası Allâh’a değil, kendisinedir. Çünkü Allâh, bu tür şeylere muhtac değildir.
Tasavvufî kaynaklarda recâ nakledilirken genellikle: “Ey Âdemoğlu, bana duâ ettiğin ve ümîd beslediğin müddetçe senin günahlarını bağışlarım ve günahına önem vermem.” (Tirmîzî, Deavât, 99; İbn Hanbel, V, 172) “Ben kulumun benim hakkımdaki zannının yanındayım ve onunla birlikteyim. O, beni içinde zikrettiğinde ben de onu içimde zikrederim.” (Buhârî, Tevhîd, 15, 43; Müslim, Zikr, 3, 18; İbn Hanbel, IV, 106) kudsi hadisleriyle, “Sizler, Rabbınıza hüsn-i zan besleyerek ölmeye bakın!” (Müslim) hadisleri birlikte zikredilir.
Aşk, kalbe yerleştiği nisbette âşıkın korku ve ümîdi artar. Ümîdin kuvveti, âşığın bağlılık ve teslîmiyetini ziyâdeleştirir. Ümîd olmaksızın bunların varlığının düşünülmesi bile mümkün değildir.
Allâh Teâlâ, kullarının kendisinden ümîdvâr olup, istemelerinden hoşnûd olur. Nitekim bir hadîs-i şerifte “Allâh Teâlâ’nın kendisinden istemeyene gazâb edeceği” (Tirmîzî, Deavât, 2; İbn Hanbel, II, 442) haber verilmektedir. Şu halde Allâh, kendisinden ümidvâr olmayana karşı gazapta bulunacaktır.
Ümîd, insanda, yaptığı iş ve hizmetten zevk alma duygusu doğurur. Gönül, hizmetin semeresini ve iyi sonuçlarını gördükçe ondan zevk almaya başlar. Bu durum büyük kâr elde etmek için yola çıkan ve bu uğurda çeşitli zorluk ve sıkıntılara katlanan iş adamının hâline benzer. O, gönlünde kazancı düşündükçe zorluklar hafifleyecek, hatta sıkıntılar tatlı bir zevk hâlini alacaktır. Samîmi bir sevgilinin durumu da bundan farklı değildir. O sevgilisini hoşnûd etmek için bütün zorluklara seve seve katlanır. Çabalarının işe yaradığını ve sevgilisini hoşnûd ettiğini gördükçe bunlardan zevk alır, hâle gelir. Bu ümîd, onun aktivite ve aksiyonunu daha da kamçılar.
Ümîd ve recâ, îmânın ta kendisi ve özüdür. Gönülleri şevkle yananların gözleri hep ona çevrilidir. Recâ ve ümîd, insanın irâdesinde olan bütün şeyleri hazırladıktan sonra sevdiğini beklemesidir. Bu yüzdendir ki, yukarıda geçen âyette Yüce Allâh, kendisine kavuşmayı ümid edenleri tayin ettiği ecelin muhakkak geleceğini söyleyerek onları tesellî etmiştir.
“Muhakkak îmân edenler, bir de Allâh yolunda hicret edip de cihâd edenler, çalışıp çaba sarfedenler yok mu? İşte onlar Allâh’ın rahmetini ümîd ederler.” (el-Bakara, 2/218) Allâh’ın rahmetini ummaya hak kazananlar bunlardır.
Bu ayet ve hadislere istinaden konuya baktığımız zaman ümidin bir iman işi olduğunu görüyoruz. İnanan insanın Allah’ın vaadinden asla ümidsiz olmaması gerektiği ortada. Çünkü her hal ve şartta insandan istenen çalışmak, gayret göstermek ve bunu yaparken de ihlas üzere olmaktır. Başarı Hakk’ın tevfikidir. “Nice sayısı az topluluklar vardır ki, Allah’ın izniyle sayısı çok topluluklara galip gelmişlerdir.” (bk. el-Bakara, 2/249) Bugün ortaya çıkan zaaf ve başarısızlık, teyid ve vaad-i ilahinin gelmediği anlamına gelmez.
Hz. Ömer’in iç çekerek anlattığı bir olay bunu açıkça ortaya koymaktadır. Rivayete göre Hz. Ömer “Yoksa onlar: «Biz muzaffer bir cemaatiz!..» mi diyorlar?! Yakında bu ordu bozulacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.” (el-Kamer, 54/ 44-45) ayetleri nazil olduğu zaman çok şaşırmıştım. Bir Kureyş’e, bir de sayıları henüz yüz civarında olan müslümanlara baktım. Ekonomik ve askeri açıdan müslümanlara göre çok güçlü olan bu kavmi, müslümanlar nasıl yeneceklerdi? Her halde Allah başka ülkelerden insanlar veya göklerden melekler yardımıyla bunu sağlayacak, diye düşünmüştüm. Aradan yedi yıl geçti. Bedir savaşı oldu. Allah Rasulü zırhını giyip Bedir sahrasına inerken bu ayetleri okuyordu. O zaman dedim ki: “Herhalde bu ayetin hükmünün tecelli edeceği an bu anmış”. Aradan bir yediyıl daha geçti. Allah Rasulü arkasında onbin kişilik bir ordu ile Mekke’ye girerken yine bu ayetleri okuyordu. (bk. İbn Kesîr, Tefsîr, Beyrut, 1969, IV, 266)
İnanmak, başarmanın temel şartı olduğu gibi, ümid de özgüvenin temel ilkesidir. En zor şartlarda insana dayanma gücü veren ümid ve özgüvendir. Müslüman yalnız kaldığı demlerde bile özgüvenini yitirmez. İnananların Allah’a olan tevekkül ve güvenleri, ileride bir ışığa kavuşma heyecanını canlı tutar. Üzerlerine ölü toprağının serpilmesini engeller. Çünkü onlara ileri ufukları gösteren peygamberleri bu duyguya sahipti. Ümmetini bu ümid ve özgüvenle dokumuştu. Nitekim onun Hendek savaşı sırasında kayayı parçalayamayan ashabına destek vermek üzere kazmayı vurduğunda çıkan kıvılcımlardan ilkini İran’ın düşüşünü; ikincisinin de Bizans’ın çöküşünü ifade eden sözleri, ümmetine ümid aşılamıştı. Hem de Mekkeli müşriklerle burun buruna geldikleri, müşrikler hendeği atlasalar belki de kendilerini helak edecekleri bir hengamda.
Devran aynı durup duracak değildi. Allah Teala ikbal günlerini insanlar arasında döndürüp dolaştıracaktı. Nitekim İslam tarihi boyunca da öyle olmuştu.
İmanın şartı ümidin dünyalık olanı için:
Ümmid cihandan da büyük zevk ise mahdud
Her saniyesi ömrün emel-efza elem-efzud
diyen müslüman, ahıret ve İslami meselelerde asla ümidsiz olmamalıdır. Aksine dünya ikbali için besleyeceği ümidi inancı ve davası için de hissedebilecek kıvamı dâimâ korumalıdır.
Kur’an’da oğlunu kaybeden Yakub Peygamber’e yapılan ümid aşısı aslında bütün inananlar için son derece anlamlıdır. Yakub (a.s.) oğullarına şöyle seslenmişti: “Oğullarım, gidin, Yûsuf’la kardeşini arayın; hem sakın Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyin; zîra kâfirlerden başkası Allah’ın vaadinden ümîdini kesmez.” (Yûsuf, 12/87) M. Akif merhûm bu âyetten yola çıkarak ümmeti şu ifâdelerle ümîde çağırmakta ve ye’se savaş açmaktadır:
Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak,
Alçak bir ölüm varsa, emînim budur ancak.
Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki, süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?
Mâdam ki alçaklığı bir, ye’s ile şirkin
Mâdam ki ondan daha mel’ûn, daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana ey unsur-i îman
Nevmîd olarak rahmet-i mev’ûd-i Hudâ’dan,
Hüsrâna rızâ verme, çalış! Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile evlâdını yakma!
………..
İş bitti… Sebâtın sonu yoktur, deme, yılma!
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.
………..
Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun?
Azmiyle ümmidîyle yaşar, hep yaşayanlar
Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar.
Ümmid aşısının bir paylaşımı, derd ortağı olma duygusunu da berâberinde getirdiğini M. Akif ne güzel terennüm ediyor, bakın:
Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım,
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım.
Ne yapıp ye’simi kahreyliyeyim, bilmem ki,
Öyle dehşetli muhîtinde dönen mâtem ki.