Altınoluk Dergisi, 2007 – Kasim, Sayı: 261, Sayfa: 014
Mevlânâ hoşgörü ve hilim dünyasının insanıydı. İnanan inanmayan herkese hoşgörü nazarıyla bakardı. İnsanların birbirlerini hoş görmesini; kavgasız, güzellik içinde yaşamasını isterdi. Bunun için de aşkı, hoşgörüyü ve hilmi hayâtın merkezine yerleştirmişti. Çünkü temelinde aşk ve sevgi olan bir insanlık anlayışı bütün soğuklukları ısıtır, bütün karanlıkları ışıtır, uzakları yakın eder, duyguları derinleştirir, sözleri anlamlı kılar, varlık âlemindeki her varlığa şefkat, merhamet ve ibret nazarıyla bakmayı sağlardı. Nitekim bu konu ile ilgili Arapça bir şiirde aşkın, sevginin insanı nasıl motive ettiği, harekete geçirdiği ne güzel anlatılmaktadır:
Sevenin uyuduğuna nasıl şaşmam?
Çünkü sevene uyku büsbütün haram.
Ey Dâvûd! Beni sevenin sözü yalan;
Geceleyin unutup uyursa hemân.
Âşık delirir, uyumaz hiçbir zaman.
Mevlânâ’ya göre her insan potansiyel Müslüman olduğundan ona asla hor bakmamalıdır. O derdi ki:
Hiçbir kâfire hor bakmayın
Çünkü Müslüman olarak ölebilir.1
Onun bu anlayışı Nebevî telakkîye uygundu. Nitekim Tâif’te kendisini taşlayan müşriklerin helâk edilmeleri için dağlar meleğinin emir beklediğini söyleyen Cebrâil’e Allah Rasûlü de şöyle buyurmuştu:
“–Hayır ben onların helâk olmasını değil, onların soyundan inanan bir neslin gelmesini arzu ederim.”2
Mevlânâ’nın yaşadığı zaman zor bir zamandı. Haçlı seferlerinde sayısız Müslüman kanı döküldü. Şehirler yakıp yıkıldı. Evler, hanlar yağmalandı. İnsanlar haçlıların bu davranışları karşısında hristiyanlara ve hristiyanlığa karşı kinlendi. Fakat Hz. Mevlânâ buna rağmen hristiyan papazlarına karşı büyük bir hoşgörü ile davranmaktaydı. Fanatik haçlıların yaktıkları câmilerin henüz ateşi sönmemişti. Bununla birlikte Hz. Mevlânâ olan her şeyi Hakk’ın tecellîsi ve hikmeti gereği olarak görmekteydi. Hristiyanlara karşı öfke ve intikâm ateşi taşımıyordu. Hatta onun cenâzesinde Müslümanlar kadar diğer din mensûplarının varlığı da onun bu tavrını teyid etmektedir.
Moğol istîlâsına karşı da Mevlânâ’nın; onları geleceğin potansiyel Müslümanları olarak gördüğü için müsamahakâr davrandığını görüyoruz.3
İnsanları geçmiş kusurlarından dolayı muâheze etmeden şefkat ve merhametle bağışlamak insan olarak hoşgörü ile karşılayıp hilm ile muâmele etmek Allah Rasûlü’nün hasletiydi. Nitekim on üç yıllık Mekke döneminde kendisine her türlü zulmü revâ gören, içinde doğup büyüdüğü şehri; Mekke’yi terke mecbûr eden ve Medîne’de de rahat bırakmayan müşrîklere Mekke fethi günü gösterdiği hoşgörü ve güzel muâmele insanlık târihinde benzerine rastlanmayacak güzelliktedir.4
Mevlânâ inanç ve düşünce bakımından çarpık ve bozuk olanlara olduğu kadar ahlâkî bakımdan zaaf ile mâlûl bulunanlara karşı da hoşgörü ve nezâket çerçevesinde insanca davranırdı. Nitekim Konya’da bir handa fâhişe bir kadın vardı. Onun yanında da kötü yola düşürülmüş pek çok zavallı kadın bulunmaktaydı. Mevlânâ’nın heybet, mehâbet ve celâli, söz konusu bu kadını etkilemiş olmalı ki koşup peşinden gelerek yerlere kapandı. Mevlânâ ona potansiyel gücünü, insanlığını, zühd ve takvâda Râbia’ya denk olabileceğini hatırlatmak üzere: “Râbia!” diye seslendi. Mevlânâ diğer kadınlara da toplumun büyük bir yarasına kendilerini fedâ ettiklerini îmâ eden iltifatlarda bulundu. “Siz olmasanız toplumda iffet kalmazdı. Nefsinin esîri azgın insanlar namuslu insanlara saldırırdı” dedi. Mevlânâ’nın bunlarla ilgilenmesinden rahatsız olan ve onun hikmet tavrının farkına varamayan bir gâfil ileri geri laflar edecek oldu. Hz. Mevlânâ dedi ki:
“–Bu kadınlar olduğu gibi; riyâsız görünüyorlar. Sen de yiğitsen öyle ol, ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!”5
Hz. Mevlânâ insan olarak herkesin ve her insanın dostuydu. Hatta o: “Ben yetmiş iki millet ile beraberim” derdi. Onun bu sözünü duyan Konyalı Sirâceddîn isimli garazkâr bir adam hiddetlendi: “Mevlânâ bu sözü nasıl söyler?” diye muâheze etmeye başladı ve bir adam gönderip Hz. Mevlânâ’dan bu sözü gerçekten söyleyip söylemediğini tetkîk ettirmek istedi. Gönderdiği adama: “Eğer bu sözü söylediğini kabul ederse ona hakâret et!” dedi. Adam bu sözün Mevlânâ tarafından söylendiği ikrârını kendisinden alınca hakâret etmeye başladı. Hz. Mevlânâ:
“–Bütün bu söylediğin hakâretlerine rağmen ben seninle de beraberim” dedi.
Mevlânâ’nın mürîdleri arasında işçi, hamal, esnaf pek çok halktan ve toplumun aşağı tabakalarından insanlar vardı. Bazıları onun mürîdlerinin böyle vasıfsız, hatta bir takım kusur ve günahlara bulaşmış insanlardan olmasını dedikodu konusu yapmışlardı. O ise onlara şu cevabı veriyordu:
“–Eğer mürîdlerim bana ihtiyâcı olan kimseler olmasalardı, benim onlara mürîd olmam gerekirdi. Bana ihtiyâçları olduğu için ben onları mürîdliğe kabul ettim. İstedim ki değişsinler, dönüşsünler ve iyi insanlar olsunlar.”
Mekke müşrikleri de Allah Rasûlü’nün etrafında bulunan fakîr, vasıfsız ashâb-ı suffayı küçümseyerek Allah Rasûlü’nün onlarla kendilerinden daha fazla meşgûl olmasından rahatsız olmuşlardı da Allah, Rasûlü’nün dikkatini şöyle çekmişti: “Sabah akşam rızâsını dileyerek Rablarına duâ ve ibâdette bulunanları yanından kovma!”6
Mevlânâ bütün yaratılmışları özellikle insanları insan olarak eşit görür, statüleri sebebiyle farklı muâmele yapılmasından hoşlanmaz, özellikle toplumda kölelik ve câriyelik sıfatı taşıyan insanlara karşı bugünkü anlamıyla “empati” ile yaklaşılmasını isterdi. Nitekim bir gün evine vardığında kızını câriyesini azarlarken gördü. Ona şu sözlerle çıkıştı: Bu kızcağızı niye azarlayıp incitiyorsun? O hanım, sen câriye olsaydın, böyle muâmele yapılmasını ister miydin? İstersen: “Bütün dünyada Allah’tan başka hiç kimsenin kölesi ve câriyesi yoktur” diye bir fetvâ vereyim, kölelik ve câriyeliği kaldırayım. Aslında köleler ve câriyeler bizim kardeşlerimizdir.
Mevlânâ’nın kızı hatasını anlayıp câriyeden afv diledi ve onu âzâd etti.7
Peygamber Efendimiz de insânî ilişkilerde: “Kendin için istediğini başkaları için de istemedikçe kâmil mümin olamazsın”8 buyurarak empatiyi tavsiye etmiştir.
Mevlânâ günaha batmış insanların günahları sebebiyle rencide edilmelerinden hoşlanmazdı. Nitekim bir gün semâ meclisinde bir sarhoş kendinden geçmiş bir halde semâa katıldı. Semâ esnâsında sarhoşluğun tesiriyle yalpa yapıyor, sağa sola çarpıyordu. Semâ edenler onu itip kakarak azarlayınca Mevlânâ incindi ve onlara şunları söyledi:
“–A dostlar, şarabı o içmiş siz sarhoş olmuşsunuz. Adamı ne diye azarlayıp duruyorsunuz?”
Asr-ı Saâdette de içki yasağına rağmen onu terk edemeyen biri vardı. Hakkında birkaç defa had cezâsı tatbîk edilince bazıları: “Allah belâsını versin, uslanmayacak!” türü sözler sarf ettiler. Allah Rasûlü buyurdu ki:
“–Öyle söylemeyin. Ben biliyorum ki o, Allah’ı ve Rasûlü’nü seviyor.”9
Mevlânâ çocuk, kadın, yaşlı, genç herkese sevgi gösterir, hoşgörü ve şefkatle davranırdı. Konya’da bir mahalleden geçerken çocuklar yanına geldiler. Ona saygı gösterdiler. Mevlânâ da onlarla selamlaştı. Uzakta kalan bir çocuk “ben de geliyorum” diye bağırınca Hz. Mevlânâ o yavrucak gelinceye kadar bekledi. Onu da selamlayıp başını okşadı. Çünkü bu davranış Nebevî bir tavırdı. Allah Rasulü de çocukları böyle sever, şefkatle kucaklar, onlarla konuşurken çömelerek göz hizalarına gelmeye özen gösterir, onları öper ve şakalaşırdı.10
Mevlânâ’nın şefkat ve merhameti bütün canlılara şâmildi. Nitekim Sivaslı Nefîsüddîn şöyle anlatıyor: Mevlânâ bana iki dirhemlik çörek aldırdı. Bunları bir mendile sararak, bir harâbe içinde yavrulamış köpeğe ve yavrularına götürdü: “Yedi gün yedi gecedir bu zavallı köpek bir şey yememiş, yavruları sebebiyle buradan ayrılamamıştır” dedi. Allah Rasûlü de Mekke fethi sırasında yolda yavrularıyla gördüğü bir köpeği, asker ve hayvanlar zarar vermesin diye koruma altına almıştı.11
Mevlânâ hayvanlara kötü muâmele edilmesinden hoşlanmazdı. Nitekim bindiği merkebin anırmasına kızan Şehâbettin Gûyende’nin hayvanına şiddetle vurduğunu gören Mevlânâ dedi ki:
“–Bu hayvan seni taşımaktadır. Sen binici o taşıyıcı olduğu için onu sevip okşayacağına dövüyorsun. Allah göstermesin tersi olsaydı ne yapacaktın?” Allah Rasûlü de bir gün ensârdan birinin bahçesine vardı. Orada bulunan deve Rasûlullâh’ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Allah Rasûlü hayvanın yanına gidip başını okşadı, devenin ağlaması durdu. Sonra Rasûlullâh bahçe sâhibini arayıp buldu ve adama buyurdu ki: “Şu hayvanı sana veren Allah’tan korkmuyor musun? Bu hayvan senin onu dövüp işkence ettiğinden şikâyet etti.”12
Görüldüğü gibi Hz. Mevlânâ Hz. Peygamberin yolundan giderek insanca yaşamanın, insana yaraşır davranışlardan geçtiğini, kusurları ve kasıtsız yanlışları affetmekle birlikte ham ve hoyrat tavırların düzeltilmesi gerektiğini tâlim eden vâris-i nebî bir mürşid tavrındadır.
Dipnotlar: 1) Şefik Can, Mevlânâ, s. 109. 2) Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 353. 3) Bkz. Gölpınarlı, Dîvân-ı Kebîr, V, 180, b. 2040-41. 4) Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143. 5) Eflâkî, Menâkıbu’l-ârifîn, trc. T. Yazıcı, I, 613. 6) el-En’am, 6/52. 7) Menâkıbu’l-ârifîn, I, 438. 8) Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn Mâce, Zühd, 24. 9) Buhârî, Hudûd, 5. 10) Bkz. Buhârî, İsti’zân 15, Edeb, 22; Müslîm, Selâm, 15. 11) Vâkıdî, II, 804. 12) Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549.