Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

HOŞGÖRÜ PEYGAMBERİ

Hoşgörü bizim kültürümüzün ve toplumumuzun çok iyi tanıdığı bir kavramdır. Ancak uzunca bir süreden beri onu unutmuştuk. Bugün onu yeniden gündemimize taşırken nereye oturtacağımıza bir türlü karar veremiyoruz. Kimileri onu alabildiğine geniş ölçüler içinde ele alıp âdetâ İslâm’a aykırı olan her şeye karşı takınılması gereken bir tavır olarak görmekte,  ama Müslümanlara karşı aynı hassasiyeti gösterememektedir. Kimileri de hoşgörüyü iyice daraltıp içine alacak kimse bulamamaktadır. Doğrusunu öğrenmek, onun saha ve sınırlarını yeniden gözden geçirmek için Hz. Peygamber modeline dönmek ve onun hayatında hoşgörünün nereye oturduğuna bakmak gerekiyor. Biz bu yazımızda kısaca onun hayatından hoşgörü örnekleri sunarak konuyu açıklamaya çalışacağız.

Bir kere Peygamberimiz tebliğ ettiği yüce dini “semha” lafzıyla hoşgörü dini olarak tanımlamaktadır: “Ben kolaylık ve hoşgörü / semha dîni ile gönderildim.”[1]

Ardından yine o: “Hoşgörü ile davrananın hoşgörü ile mukabele göreceğini”[2]; “Dünyada Allah’ın kullarına hoşgörülü davrananlara Allah’ın kıyamette görevli meleklerine hoşgörülü davranmalarını emredeceğini”[3] haber vermektedir.

Kendisine “en faziletli amelin hangisi olduğunu” soran kişiye Allah Rasûlü ikinci seferinde: “Yumuşak söz, yemek yedirmek, hoşgörü / semah ve güzel huy” [4] buyurmuştur.

Hadislerde semha veya semah gibi lafızlarla geçen bu kelime, bugün Türkçede müsamaha ve hoşgörü karşılığıdır. Daha çok menfaat ve çıkar ilişkilerinin söz konusu olduğu ortamlarda gündeme gelen bir konudur. Dolayısıyla insanların ortak yaşadıkları yerlerde inanç ve düşünceleri ne olursa olsun birbirlerine tahammül etmeleri, saygı göstermeleri anlamınadır.

Model insan olarak Hz. Peygamber bir hoşgörü âbidesidir. Âile hayatından toplum ve devlet düzenine varıncaya kadar onda hoşgörü, merhamet ve şefkatin pek güzel örnekleri vardır.

Âile Hayâtındaki Hoşgörüsü:

İnsanın “olduğu gibi göründüğü yer” âilesinin yanıdır. Hiç kimse âilesinin içinde, olduğundan fazla görünme ihtiyacı hissetmediği gibi böyle bir şansa sâhip değildir. Bu yüzden insanların insânî ve ahlâkî özelliklerini en iyi bilenler, içinde yaşadıkları âile fertleridir. Bu açıdan Hz. Peygamber’in beşerî ilişkileri hakkında eşleri, çocukları ve hizmetçilerinin tesbit ve değerlendirmeleri büyük önem arz etmektedir. İlk eşi Hatice anamız onun hakkında şu tesbitlerde bulunmaktadır: “Sen yakınlık bağlarına saygı gösterir, kimsenin hakkına tecâvüz etmezsin.”[5] Hz. Âişe anamız ahlâkını Kur’an olarak gördüğü[6] Allah Rasûlü’nü şu lâfızlarla anlatmaktadır: “O evinde ayakkabılarını tâmir eden, söküğünü diken, önüne konursa yiyen, değilse asla istemeyen, insanların kusurlarını bağışlayan bir insandı.”[7]

On yıl kadar onun hizmetinde bulunan Enes (r.a.)’in: “Beni yaptığım ve yapmadığım şeyler sebebiyle hiç azarlamadı”[8] sözü, onun hoşgörüsünü ve insan gönlüne verdiği değeri gösterir. Hz. Zeyd b. Hârise’nin onun yanında bulunmayı, baba ocağına tercih edişi ve babasının davetine rağmen onun yanında kalmayı istemesi[9] onun insanların kişiliklerine gösterdiği saygıyı ifâde eder.

Toplum Hayatındaki Hoşgörüsü:

Allah Rasûlü, toplum hayatında muallim ve mürşid olarak inananlara karşı da, inanmayanlara karşı da hoşgörülüydü. O inananlara düşkündü. [10] O bu düşkünlüğü sebebiyle onların her türlü acıları ve sancıları ile sevinçlerini paylaşır, onlara danışırdı. İnsanların kusurlarını asla yüzlerine vurmaz, azarlayıp ayıplamazdı. Gördüğü yanlışlıklarda “galat-ı rüyeti” kendisine izâfe ederek: “Bana ne oluyor da bazılarınızı  şu şu  hallerde görüyorum”[11] derdi.

Mescide bevletmek gibi tabiî ihtiyacını görmek isteyen bedeviye müdâhale etmeye kalkışanlara bile mânî olmuş ve “Bırakın hâcetini görsün” buyurmuş ve ardından o mahalli bir kova su döktürerek temizletmişti.[12]

Gençliğin verdiği taşkınlık ve şaşkınlıkla kendisinden zinâ etmek için izin isteyen genci azarlayıp ayıplamak yerine iknâ yöntemini seçmişti. Gence: “Böyle bir fiilin annesine, bacısına, teyzesine vs. yapılmasından memnûn olup olmayacağını” sorarak gönlündeki bu meyli önce suâl ve iknâ ile ardından nazar ve duâ ile ber-taraf etmişti.[13]

Ganimet taksimi sırasında insanları yararak yanına sokulup ridâsının yakalarından tutarak kendisini sarsan ve: “Devemi ganîmet mallarıyla doldur, babanın malını vermiyorsun?” diye kendisini inciten bedeviye karşı da hoşgörüyle mukâbele etmişti.[14]

O, inanmayanlara karşı da hoşgörülüydü. Kendisine yapılan haksızlıkları affederdi. Nitekim  Necid gazvesinden dönerken bir ağacın altında istirahata çekilmiş ve kılıcını da ağacın dalına asmıştı. Allah Rasûlü’nü yalnız başına gören müşrik ağaçta asılı kılıcı kaparak: “Şimdi seni benim elimden kim kurtarır?” diye ona doğru hamle yapmıştı. Allah Rasûlü öyle bir “Allah!” dedi ki müşrikin elinden kılıç düştü. Bu sefer hamle sırası kılıcı eline alan şanlı nebîye gelmişti. Müşrik hemen afv dileyince Allah Rasûlü onu bağışladı.[15] Çünkü Allah Teâlâ ona: “İnsanlarla ilişkilerinde hoşgörü ve kolaylık tarafını gözet, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir!”[16] buyurmaktaydı.

Kendini ve Rabbini bilmeyen câhillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine, ahlaksızca davranışlarına aldırma, onlara aynıyla mukabele etmeye kalkışma! Bu âyetin tefsîri sadedinde vârid olan şu hadîs-i şerif bu konudaki ölçüleri ortaya koymaktadır: “Faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni arayıp sorman, seni mahrum bırakana ihsanda bulunman ve sana zulmedeni bağışlamandır.”[17]

Bu âyetin inmesinden sonra Allah Rasûlü: “Öfke gerçekleşmiş iken insanın nasıl kendisine hâkim olup câhillerden yüz çevirebileceğini”[18] söyleyince devamındaki şu âyet nâzil oldu: “Eğer şeytandan bir dürtü seni tahrik edecek olursa hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki Allah işitir ve görür.”[19] Yâni şeytan sana emrolunduğun şeyin tersini yaptırmak üzere bir tahrik ve galeyan verecek olursa hemen Allah’a sığın. Nefsine hâkim ol, demektir.

Devlet Hayatındaki Hoşgörüsü:

Allah Rasûlü devlet başkanı olarak inananlara karşı da, inanamayanlara karşı da hoşgörülü ve merhametliydi. Mekke onun çok sevdiği yurduydu. Hem de çıkarılmasa, asla terketmeyi düşünmediği yurduydu. O kendisini Mekke’den çıkaranları hattâ hicrette yakalamak üzere iken kumlara saplanan Sürâka’yı, kendisini Mekke’den çıkartan Ebû Süfyan’ı ve eşi Hind’i, Hamza’yı öldüren Vahşî’yi hep affetti. Ancak onun afv, musâmaha ve hoşgörüsü acz, zillet ve meskenet değildi, âlemşümûl vakarından ve merhametinden kaynaklanıyordu.

Müslüman izzet ve vakar sâhibidir. Allah Teâlâ: “İzzet, Allah’ın, Rasûlü’nün ve inananlarınındır. Fakat münâfıklar bunu bilmez”[20] buyurur. Bu âyetin  inmesine vesîle olan Mustalık Gazvesi dönüşü yaşanan olaylardır. Münâfıklar kuyu  başında Müslümanlarla tartışmış ve münâfıkların reîsi Abdullah b. Übey b. Selûl: “Medine’ye dönünce şerefliler şerefsizleri Medine’den çıkaracaklar” demişti. Bu tartışma sonunda İbn Selûl’un oğlu Abdullah babasını sözünü geri almaya zorlamış ve kan dökülmeye ramak kalmıştı. Allah Rasûlü büyük diplomasi ve hoşgörüyle Abdullah’ı babasını öldürmekten vazgeçirdi ve büyük bir fitneyi önledi.[21] Allah Rasûlü, bunu bir zillete rızâ göstermek için değil, Medîne İslâm toplumunda ortaya çıkabilecek fitneyi önlemek için yapmıştı. Çünkü devlet işinde duygulardan çok prensipler ve akıl önde olmalıdır.

Efendimiz merhametinin gereği olarak bütün yaratıklara karşı şefkatte, afv ve hoşgörüde sınırsızdı. Devlet başkanı olarak toplumun bütün kesimlerinin derdi onun yüreğini kanatır ve ciğerini sızlatırdı. Çünkü güneşin doğduğu yerde bulunan Müslümanın ayağına batan diken güneşin battığı yerdeki Müslümanın ayağını sızlatmalıydı. Bu Müslümanın iman göstergesiydi.

[1] İbn Hanbel, VI, 116, 223.

[2] İbn Hanbel, I, 248.

[3] İbn Hanbel, I, 5.

[4] İbn Hanbel, IV, 204.

[5] Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1.

[6] Müslim, Müsâfirîn, 139.

[7] Bkz. İbn-i Hanbel, VI, 106, 256.

[8] Ebû Dâvûd, Edeb, 1.

[9] İbn-i Hişâm, I, 267; İbn-i Sa’d, III, 42.

[10] Bkz. et-Tevbe, 9/128.

[11] Bkz. Buhârî, Menâkıb 25; Müslim, Salât, 119.

[12] Bkz. Buhârî, Vudu’ 58, Edeb, 80; Müslim, Tahâret, 98-100; Ebû Davud, Tahâret 136.

[13] Bkz. İbn Hanbel, I, 256-257

[14] Buhâri, Humûs 19, Libâs 18, Edeb 68; Müslim, Zekat 128 Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Edeb 1; İbn Mâce, Libas 1.

[15] Bkz. Buhârî, Cihâd, 84,87; Müslim, Fedâil, 13.

[16] el-A’râf, 7/199.

[17] İbn Hanbel, Müsned, III, 438.

[18] Bkz. İbnu’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, c. III, s. 309.

[19] el-A’raf, 7/200.

[20] el-Münâfikun, 63/8.

[21] Bkz. İbn-i Hişâm, III, 335-336.