Altınoluk Dergisi, 1991 – Mart, Sayı: 061, Sayfa: 030
“Adı Hüseyin bin Mansur, künyesi Ebu’l-Muğis, lakabı ve şöhreti Hallac, nisbesi el-Beyzavi. “Ene’1-Hakk” sözüyle ünlü. İran’ın Beyza şehri yakınında bulunan Tur’da 224/857 yılında doğdu. Çocukluğunda Kur’an’ı ezberledi. Tüster’de bulundu. Orada, Sehl bin Abdullah et-Tüsteri’nin talebesi oldu. Tüster’den Bağdat’a geçti. Bağdat’ta Cüneyd el-Bağdadi ve Ebu’l-Hüseyn en-Nuri gibi büyük sufilerin sohbetlerine katıldı. Basra’da Amr bin Osman el-Mekki’den feyz aldı. Oradan Mekke’ye geçti. Mekke’de bir yıl kaldıktan sonra önce Bağdad’a sonra Tüster, Horasan, Sicistan, Kirman ue Maveraünnehr’e gitti. Arkasından “şirk diyarı” dediği Hindistan’a geçti. Orada tebliğ ile meşgul oldu. Hindistan dönüşü yerleştiği Bağdad’da başı dertten kurtulmadı. Halife Muktedir’in veziri Hamid’le arası açıldı. Vezirin şikayeti üzerine hapse atıldı, hesaba çekildi ve nihayet 309/922 yılında Bağdad’da idam edildi. Nev’i şahsına münhasır şahsiyetiyle ilgi çeken Hallac, “tasavvuf şehidi” olarak tasavvuf tarihindeki yerini aldı. Ondan geriye bazı fikirleri ve eserleri kaldı.
Hallac hakkında çok değişik şeyler söylenmiş, farklı yargılar yapılmıştır. Kimileri onu redd ve tekfire varan yargılarda bulunurken, kimileri onu mazur görmekte ve fikirlerini kabul ile akidesinin selef akidesine uygunluğunu belirtmektedir. Bir başka gruba göre Hallac’ın hali remzi, sırrı, sembolik ve akıl üstü bir durumdadır. Bu bakımdan onun halini zahiri fıkıh ahkamıyla değerlendirmemek gerekir.
Tasavvuf kaynakları, özellikle de kendisiyle çağdaş kaynaklar onun “Ene’1-Hakk” diyerek gönül sırrını açığa vurmasını cezbe ve coşkusuna sahip olamamasını, bağlı bulunduğu Bağdad tasavvuf mektebinin prensiplerine aykırı görmüşlerdir. Çünkü Cüneyd’in liderliğindeki Bağdat tasavvuf mektebi, “cezbe, sekr ve fena ağırlıklı bir anlayıştan çok, sahv, temkin ve baka ağırlıklı” bir tasavvuf düşünceyi temsil etmekteydi. Hatta Cüneyd’in talebesi Hallac’ı bu konuda zaman zaman uyardığı söylenir.
HAKK’A VUSLAT
Hallac, Hakk’a vuslata açılan yolun iki adım olduğunu, bu adımlardan ilkinin dünyadan, ikincisinin ukbadan geçmeyi sağladığını, dünya ve ukba geçilince vuslat kapısının açılacağını söylerdi.
Fakr’ı Allah’dan başka herşeyden müsteğni olmak şeklinde görür, fakiri ”Allah’a nazır olan kimse” olarak tanımlardı.
Kur’an’da Hz. Peygamber’e hitaben: “Sen yüksek bir ahlak üzresin” (Nûn, 68/4) ayetindeki “huluk-ı azim”in Hakk’ı tanıdıktan sonra halktan gelen eza ve cefaya aldırmamak olduğunu söylerdi.
İHLAS
“İhlas, amelleri bulanıklık şüphesinden arıtıp dupduru hale getirmektir. Tevekkül, bir şehirde yemek yemeye senden daha layık birini gördüğün zaman yemek yememektir” derdi.
Zühdü, nefs, kalp ve ruh zühdü olmak üzere üç türlü olarak görürdü. Ona göre, nefs zühdü, dünyadan geçmek; kalp zühdü, ukbadan geçmek; ruh zühdü de kendinden, özbenliğinden geçmekti.
Kendisinden nasihat talep eden hizmetçisine şunları söylemişti:
– Nefsini yapması gereken şeyle meşgul et! Değilse o seni yapılmaması gereken şeylerle meşgul eder”.
Şükür konusunda şöyle konuşurdu:
– İlahi, sana gereği gibi şükretmekten acizim. Sen bana, sana yakışır şükrü nasib et!” Çünkü Hallac’a göre ameliyle ilgilenen ve kime amel yaptığından gafil olan kimse, gerçek amel ehlinden olamazdı. Fakat kimin için amel yaptığını düşünerek amel yapan ise amelini görmekten ve onlara güvenmekten kurtulurdu.
Peygamberlerin birtakım manevi hallere musallat edildiğini, fakat peygamberlerin bu hallere esir olmadan, onlara tasarruf ettiklerini, diğer kimselerin ise musallat oldukları hallerin tasarrufu altında kaldıklarını ve onları yönlendiremediklerini söylerdi.
HAYAT VE ÖLÜM
Nefsi öldürmeden gerçek hürriyet ve ubudiyyete erilemiyeceğine işaret için derdi ki: “Benim hayatım ölümümde, ölümüm de yaşamamdadır.”
Bu sebeple olmalıdır ki, darağacına yaklaşırken ağaçta asılı ipi ve çiviyi görünce gözlerinden yaş gelinceye kadar güldüğü rivayet edilir. İdam esnasında kalabalığın içinde talebesi Ebu Bekir Şibli’yi gördü ve ona:
– Seccaden var mı? diye sordu. Şibli:
– Evet, cevabını verince, onu yaydırıp iki rekat namaz kıldı. İlk rek’atta Fatiha’dan sonra: “Andolsun ki, biz sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz da mallardan ve mahsullerden yana eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Ey Peygamber, sabredenleri müjdele!”(el-Bakara, 2/115) ayetini okudu. İkinci rekatta: “Her nefs ölümü tadacaktır. Sizi bir hayır ile de şer ile de imtihan ediyoruz. En son bize döndürüleceksiniz” (el-Enbiya, 21/35) ayetini okudu. Sonra şu duayı yaptı:
“Ya Rabbi, senin kulların sana olan yakınlıklarından ve dinlerine olan bağlılıklarından beni öldürmek için toplandılar. Onları affet! Çünkü sen, bana gösterdiğin sırları onlara da göstermiş olsaydın hakkımda böyle düşünmeyeceklerdi. Şayet onlardan gizlediğin şeyleri benden de gizlemiş olsaydın, ben böyle sözler söylemeyecektim.”
İDAM SIRASINDA
İdamı sırasında Şibli sordu:
– Tasavvuf nedir? Hallac cevap verdi:
– En aşağı derecesi şu gördüğün manzara, yani idam sehpası.
– En yukarı derecesi hangisi?
– Onu anlayacak güçte değilsin. Onu da belki yarın anlarsın diyerek tasavvufun bir aşk ve çile işi olduğunu fiilen anlatmak istemişti.
İdam sırasında talebesi Şibli, herkes ona taş atarken seri fetvaya uymak için ona bir gül attı. Hallac derin bir “ah” çekti. Sordular:
– Sana atılan bunca taştan hiç birine bu kadar derin ah çekmedin? bu güle niye bu kadar inledin? Dedi ki:
– Halk benim halimi bilmiyor, bu yüzden mazurdur. Fakat Ebu Bekir Şibli bildiği halde atınca attığı gül bile olsa beni yıktı.
-rahmetullahi aleyh-
Kaynaklar: Sülemi, Tabakatu’s-sufiyye, s. 307-311, Attar, Tezkiretü’l-evliya (trc. S. Uludağ), s. 616-628; Şarani, l, 92; ibnü’l-Mulakkın Tabakatu’l-evliya, s.187-188; Nefehatü’l-üns (trc. Lamii Çelebi) s. 199-202; el-Kevakibu’d-dürriyye, II, 25-27; İbn Hallikan, Vefeyatü’l–ayan, II, 140-157; Keşfu’1-mahcub, l, 362-365; L. Massingnon, La Passio d’al-Hosayn İbn–Mansour al-Hallaj, Paris, 1922; Öztürk Y. Nuri, Hallac-ı Mansur ve Eseri, İst., 1976; Taha Abdülbaki Sürur, el-Hallac, Kahire, 1981
ALTIN SİLSİLE
Tasavvuf, temel esasları ve prensipleri açısından bir ilim, bu esasların uygulanması, hayata yansıması açısından bir haldir. Tasavuf, hal oluşu itibariyle diğer İslâmi ilimlerden farklı bir özellik taşır. O da, tasavvuftakti bir mürşide bağlanma zorunluluğudur. İslâmın rühî ve manevî hayatının yaşanması demek olan tasavvuf, ancak bir rehber şahsiyetin yanında yetişmek, ondan feyz almakla mümkündür, İslâmi ilimler içinde bu yönüyle tasavvufa benzeyen bir başka ilim de “Kıraat“tır. Kıraat ilminde maharic-i huruf (harflerin çıkış yerleri) yazılı bir anlatımla, ya da sözlü bir ifadeyle ne kadar güzel anlatılırsa anlatılsın, bu harflerin okunuşu bir “fem-i muhsin’den; liyakatli ve icazetli bir ağızdan duyulup öğrenilmedikçe kıraat ilmi tamam olmaz; tecvid ya da maharic-i huruf gerçekleşmez. Tasavvufta da durum bunun aynıdır. Manevi hal ve makamlar, ruhani hazz ve zevkler, nefs terbiye usul ve yöntemleri, kitaplardan ne kadar okunursa okunsun, ancak bu yollardan geçerek bu işi başarmış insanlar nezdinde ve gözetiminde gerçekleşebilir.
“Tasavvuf mürşidsiz olmaz” çünkü manevi haller sirayet edici, insandan insana in’ikas yoluyla etki edici bir özelliğe sahiptir. Bu yüzden hal eğitimi mürşidin huzurunda sohbetle, gıyabında muhabbet, teslimiyet ve rabıta ile olur. Rabıta “gönül bağı” demektir. Hallerin huzurdaki tesirinin gıyabda devamım sağlar.
Kur’an hallerin sirayet edici özelliğini; “salihlerle beraber olmayı emrederek” (et-Tev-be, 9/119), “zalim, fasık ve kafirlerle birlikte bulunmayı nehyederek” (el-En’am, 6/68) anlatırken Hz. Peygamber (s.a.) de: “İyilerle düşüp kalkmayı gülyağı imalatçısının yanında bulunmaya, kötülerle birlikte olmayı demirci dükkanında durmaya” benzeterek anlatmaktadır,
Hallerin sirayet edici özelliği ve etkisi sebebiyledir ki, Hz. Peygamber (s.a.)’i gören ve bu imanla ölen kimseler “sahabi” sayılmış, bu şerefe eremeyen ve Hz. Peygamberi göremeyenler, aynı zamanda yaşamış bile olsa, sahabi olarak nitelenmemiştir. Hz. Peygamber aşıkı O veysel Karnî gibi.
“Tasavvuf mürşidsiz olmaz”, mürşid de silsilesiz. Ne demektir silsile? Silsile, zincir, yada birbirine bağlı halkalar şecere ve soy kütüğü demektir. Tasavvuftaki bu soy kütüğüne silsiletü’z-zeheb (altın silsile) denilmiştir. Kur’an ve sünnete dayanan bütün İslâmi ilimler başlangıçta yani Asr-ı saadetten Hicri III. Asr’a kadar, rivayet silsilesi ve isnad zincirine bağlı olarak nesilden nesile aktarılagelmiştir. Özellikle hadis ilminde uydurmacılıktan korunmak için, hadisler daima isnad zinciriyle yani sahabilerden itibaren kimler tarafından rivayet edildiğini gösteren silsilelerle verilmiş ve bu tür silsilesi bulunmayan rivayetler makbul sayılmamıştır. Aslında isnad İslâm dinine has olan ve rivayet silsilesinde bulunan şahısların isimlerini zikretmek suretiyle haberin ilk kaynağına kadar inilmesine imkan veren rivayet sistemidir, ilk asırlarda hemen bütün İslâmi ilimlerde bulunan bu isnad zinciri, ya da rivayet silsilesi, kitapların telif edildiği hadislerin konularına göre tasnif edildiği Hicri III. ve IV. asırlardan sonra rivayet dönemindeki önemini kaybetti. Ancak tasavvufta, bir mürşidin irşada ehil sayılabilmesi için Hz. Peygamber’e ulaşan kesiksiz bir silsileye sahip olma zorunluluğu daima geçerli oldu.
Hz. Peygamber (s.a)’den günümüze ulaşan iki manevi silsile vardır. Bunlardan biri Hz. Ebubekir (r.a.) kanalıyla gelen ve hafi (gizli) zikri esas alan “Sıddiki”, ya da “Bekri” silsile; diğeri de Hz. Ali kanalıyla gelen ve cehri (açık) zikri esas alan “Haydari” veya “Alevi” silsile. Ancak burada tarikat aleviliği ile mezhep aleviliği birbirine karıştırılmamalıdır. Bugün mevcud tarikatlardan her biri bu silsilelerden birine bağlıdır. Bu vasıta ile vahyin kaynağına bağlanarak ondan feyz alır. Tıpkı güneşe tutulan bir aynanın güneşten yansıttığı ışığı karşısındaki aynaya, onun karşısındaki bir başka aynaya… sonsuza dek böylece aynaların güneşi, ışığını aksettirmeleri gibi, gönül erleri ve Hak dostları vahy güneş ışığını sonsuzluğa yansıtmaktadır. Biz bu sayfada bundan böyle “Sıddikî” altın silsilede yer alan zevatın nurlu ışıklarını şemail ve ahlaklarını kısa çizgilerle yansıtmaya çalışacağız.
Ve minallahi’t-tevfik.