Hac ve haccın sembolik boyutu, başlangıçtan beri âlim ve sûfîlerimizin dikkatini çekmiştir. Cüneyd Bağdâdî’den îtibâren bu konuya dâir müstakil risâle ve eserler kaleme alındığı gibi Tasavvuf Klasikleri içinde “Haccın Âdâbı” ve “Haccın Esrârı” gibi başlıklar altında konu incelenmiştir. Biz bu tebliğimizde Cüneyd’in Risâleleri’nden başlayarak Tasavvuf Klasikleri ve İbn Arabî’nin Fütühât’ı ile Aliyyü’l-kâri’nin Envarü’l-hucec fî esrari’l-hicac gibi eserlerinden yararlandık.
I- İBÂDETLERİN RÛHU
Hamurunu topraktan kendi elleriyle yoğurarak yarattığı Âdem’in bedeni, Allah’ın ona rûh nefhetmesiyle halîfe olmuştur. İnsan nasıl ruh ile hayat bulmuşsa ibâdetlerin sûret ve bedenleri de kendilerine âid ruh ile canlı hâle gelir. İbâdetlerin ruhu, ibâdete kıvam kazandırır. Çünkü ruh, canlılık veren bir rüzgar/rîh, hayat kazandıran enerji demektir. Bu anlamıyla her sûret ve bedene hayâtiyet veren bir rûh vardır.
Beden ve sûrette rûhun eserleri bazen gizli; bazen açıktır. Sûret ve bedendeki rûh, küllî ruha bağlılığı ölçüsünde hayat bulur. Sadreddin Konevî’nin şu sözleri bu konuda önemli bir açılım ortaya koymaktadır: Amel, söz ve davranışların sûreti kendilerine eşlik eden ruhlarla yükselir ve bakâ kazanır. Amellerin rûhu niyet, ilim ve sağlam bir îmâna bağlıdır. Harf ve kelimelerin sûret aracılığıyla zâhir olan birtakım rûhî özellikleri bulunmaktadır. Harf ve sözleri ortaya çıkaran ve onları kalıcı kılan ise rûhlarıdır.
“Cibrîl hadîsi” diye meşhur olan rivâyette anlatılan İslâm, îmân ve ihsân kavramları iç içe geçmiş halkalar gibi bedenden ruh ve öze doğru bir yükselişi ifâde etmektedir. Bu anlamıyla İslâm’ın rûhu îmân, îmânın cevheri ihsândır. İbâdetin kalitesini artıran ve ona kulluk hil’ati giydiren ise ihsân ve takvâdır.
Kur’an âyetlerinde îmânın İslâm’ın rûhu olduğuna işâret vardır. Nitekim: “Bedevîler dediler ki: Biz îmân ettik. Onlara de ki: Henüz siz îmân şerefine ermediniz. Îmân kalblerinize yerleşmedi. Bari İslâm olduk deyin” âyetinde îmân olmadan bedenî ibâdet ve lafzî beyanlarla sâdece Müslüman olunabileceği, ama gerçek rûh verenin kalbe yerleşen îmân olduğu anlatılmaktadır.
Cibril hadîsinde anlatılan İslâm’ın temel esaslarından her birinin bedene taalluk eden bir sûri tarafı, bir de kalbe âid rûhî boyutu bulunmaktadır. Kelime-i şehâdet, namaz, oruç, zekât ve hac gibi hususlardan her birisinin bir bedeni, bir rûhu vardır.
Kelime-i şehâdet lafzının dil ile söylenmesi bedendir. Ama kalbden bütün putların sökülüp çıkarılması gönül hânesinin sâdece kelime-i tevhîdde kabul edilen tevhîd anlayışına tahsis edilmesi onun rûhudur. Aslında insanda iki kalb yaratmadığını belirten Allah’ın, kalbi sadece kendine tahsis etme murâdına kalb ile teslimiyet, şehâdet ve tevhîd kelimelerinin rûhudur.
Namazın on iki farzından on bir tanesi bedenle yapılan hareketlerdir. Bu şart ve rükünlere hayat veren ve namazın rûhu mesâbesinde olan şey ise niyet ve niyetin huşû ile tamamlanmasıdır. Nitekim Kur’an’daki: “Namazlarını huşû ile kılan müminler kurtuluşa ermişlerdir” âyeti ile: “Namaz her türlü günah ve kötülükten alıkor” âyeti bu gerçeği doğrulamaktadır. Namazlarından gâfil niyetini düzeltememiş huşûdan mahrum olanların kıldığı namazın ruhsuz olduğu açıktır.
Ramazan ayında sahur vaktinden iftar saatine kadar gerçekleştirilen bir ibâdet olan orucun da bir bedeni ve bir rûhu vardır. Orucun bedeni yemek, içmek ve cimâdan uzaklaşmak, rûhu ise nefsi imsâk sayesinde erişilecek olan takvâdır. Nitekim orucun farzıyetini ifâde eden âyetin sonundaki: “Umulur ki takvâya erersiniz” ilâhî beyânı bunu ifâde etmektedir.
Mâlî bir ibâdet olan zekât, doğrudan bir arınma ve kalbi temizleme eylemidir. Nitekim şu âyet-i kerîmede Allah Teâlâ: “Sen onların mallarından sadaka/zekat al ki bu sâyede onları temizle ve arındır” buyurur. Zekât özünde insanın gönül dünyasını cimrilik ve pintilik duygularından arındırdığı gibi ona merhamet ve paylaşım duyguları kazandırmaktadır ki o da zekâtın rûhudur.
Hac mevsiminde Mina’da hacıların; dünyânın başka yerlerinde diğer Müslümanların kestiği kurbanın da bir rûhu vardır. O da: “Kestiğiniz kurbanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan sâdece sizin takvânızdır. Bu kurban edilen hayvanları size Allah’ı büyük tanımanız ve “Allahu Ekber” diye kurban etmeniz için müsahhar kıldık” âyetinde anlatıldığı gibi takvâdır.
II- HACCIN RÛHU
Mâlî ve bedenî bir ibâdet olan haccın maddî ve bedenî tarafı gibi niyet ve ihrâm ile başlayan bir rûhu vardır. Haccın rûhunun ne olduğunu hac yasaklarını anlatan âyette görmek mümkündür: “Hac bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca başlarsa artık ona hac sırasında refes/cimâ, füsûk/günaha sapmak, cidâl/kavga yoktur. Siz ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. Siz âhiret için azık hazırlayın. Şüphesiz azığın en hayırlısı takvâdır. Ey akıl sâhipleri bana karşı takvâ üzre olun.” Âyetin sonundaki takvâ vurgusu bedenî ve mâlî eylemlere ruh nefhedecek bir duygu yoğunluğudur.
Mekke’ye gidip Kâbe’ye vararak gerçek hacı olmanın yolu Kâbe’nin sahibine varmaktır. Nasıl ki oruç, yemek, içmek ve cinsel ilişkiden uzak kalmaktan ibâret değilse; özünde ve rûhunda takvâ varsa hac da Mekke ve Medîne’yi ziyaretten ibâret değildir. Özünde takvâ ve birr vardır.
İslâm genel olarak kısaca: “Allah’ın emirlerine tazim, yarattıklarına şefkat ve merhamet” diye târif edilir. Allah’a tazimin adı haşyettir, yolu takvadır. Kur’an’daki: “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar (haşyet)” âyeti buna işâret etmektedir. Yaratıklara şefkatin adı rahmettir. Yolu da merhamet eğitimidir. Kısaca îmândaki kemâl yaratıcı kuvvetle ilişkilerde haşyet, yaratılmışlarla ilişkilerde merhamet ile ortaya çıkar.
Bütün ibâdetlerin hedefi insanı haşyet ve merhamete erdirmektir. Hac ibâdetine bu gözle baktığımız zaman onun içindeki menâsikin her birinin ayrı bir anlamı ve sembolik değeri vardır. Hac menâsiki içindeki eylemlerden her biri insanı adım adım takvâ ile haşyete hazırlayarak eğiten bir rûhî özelliğe sahiptir.
Allah Teâlâ Kur’an’da Safâ, Merve, kurban ve diğer hacla ilgili işâret ve alâmetleri şeâir ve sembol olarak adlandırmakta, Müzdelife’deki mescide Meş’ar-i Harâm adını vermektedir. Kur’an’daki şeâir ve meş’ar gibi kelimeler şuur, şiir ve şa’r ile aynı köktendir. Şiir hissetmek, şuur bilinç hâline ermek, şa’r ise saç ve kıl demek olup çokluğu ifâde etmektedir. Şiar, slogan kelimesi ile karşılanabilecek bir anlamı hâizdir. Şeâir, şiârın çoğuludur. Kelime anlamlarından yola çıktığımızda hissedilen (şiir), bilinç hâline gelen (şuur) şeyler sıkça tekrarlanarak (şa’r) slogan, sembol ve simge hâline dönüşmektedir.
Allah’ın şeâir olarak ifâde ettiği hac menâsik ve mekânları üzerinde düşünmek, bunlara kafa yormak hac ibâdetinde duygusallığı ve kalbi takvâya hazırlamadaki etkiyi ifâde etmektedir. Nitekim: “Kim Allah’ın şeâir/sembollerini tazim ederse bu kalblerin takvâsındandır” âyeti bunu anlatmaktadır. Bu itibarla hacc-ı mebrûr diye ifâde edilen hac, rûhâniyetle dolu bir ibâdettir; içinde takvâ bulunan tevbe ve istiğfâr ile ilâhî rahmet ve berekete nâil olmaya çalışılan bir sâlih ameldir.
“Hacc”ın sözlük anlamından başlayarak oluştuğu harfler hesaba katıldığında bile farklı ufuklar açacak özellikleri vardır. Hac, huccet ile aynı kökten yüksek gâye, ana hedef ve delil gibi mânâlar ihtivâ etmektedir. Hac kelimesinin oluştuğu ha/ح ve cim/ج harflerinin çağrıştırdığı anlamlar dikkat çekicidir. Hacdaki ha, Allah’ın Halîm sıfatının tezâhürü olan hilmi, cim ise kullardan sâdır olan cürmü sembolize etmektedir. Cim’in şeddeli olması kullarının cürmünün iki kat olduğunu ve Hakk’ın hilmiyle onları kuşattığını ifâde etmektedir.
Mekân, zaman ve insan unsurlarının en kâmil anlamda insanı; rûhu ve bedeniyle kuşattığı hac mevsiminde, o mukaddes iklimde işin kalbî boyutu çok önemlidir. Yapılan her eylemin, tavâf ve sa’yin; Arafat ve Müzdelife vakfesinin, Mina’da şeytan taşlamanın, kurban kesmenin sembolik, şeâir ve simge boyutu üzerinde durulmalıdır. Bütün bunlar haccın bir seyahat olmasından yola çıkılarak gönül, zihin ve ruh dünyâmızda bir yolculuk ile anlaşılabilir.
Haccın bir yolculuk olmasından hareketle:
1- Öze; gönle, iç âlemimize bir yolculuk boyutu,
2- Ezeliyet âlemine; insanlığın zuhûru ile başlayan peygamberler ve tevhid târihi ile,
3- Ebediyet tarafına, ölüme, ölüm ötesine ve sonsuzluk cihetine yolculuk tarafı,
4- Kardeşliğe, birlik beraberliğe doğru bir seyahat yönü,
5- Âşıkların maşukuna olan yolculuğu gibi Sevgililer sevgilisi Allah’a doğru bir seyahat ciheti vardır.
Bunların dışında hac asla bir turistik seyahat gibi algılanamaz.
III- HAC MENÂSİKİNİN SEMBOLİK ANLAMI
Haccın menâsikinden her birinin sembolik anlam ve değerleri itibariyle insanı takvâya hazırlayan bir husûsiyeti vardır. Haccın bütün şart, rükün ve menâsiki bu gözle değerlendirildiği zaman ayrı bir derinlik ortaya çıkmaktadır. Hac menâsikinin icrâ sırasına göre sembolik anlamları konusunda şunları söylemek mümkündür:
Niyet ile başlayan hac yolculuğu bir değişim ve dönüşüm kararıdır. Allah’ın gücü yeten kimselere yönelik davetine icâbet kararı veren kimse öncelikle Allah ile olan kadîm akdini yenilemiş olmaktadır. Çünkü kılınan namaz, tutulan oruç ve yapılan hac, ezel âlemindeki mukâvelenin/elest sözleşmesinin bu dünyadaki şâhidleridir.
Vatandan ayrılış, akraba, eş ve dostla helalleşme ebedî yolculuğun ve ölüme hazırlığın çağrıştırdığı bir seyahat planıdır. Bir bakıma ölüm ve âhiret provasıyla yeni bir doğuşa merhaba demenin gayret ve himmetidir.
Mîkat mahalline erişmek, sûrun üfürülmesiyle başlayacak kıyâmet ve âhireti hatırlamaktır. Mîkat mahallinde ihrâma girmek için üstündeki elbiseleri çıkarmak, günahlardan sıyrılmak; dünyadan, mâsivadan, benlik ve hevâdan soyunmak demektir. İhram için gusletmek her türlü mânevî kir ve kalbî illetlerden temizlenmeye niyet etmektir. Hac eğitiminde ihram ile kendisine meşrû ve helâl olan şeyleri süreli olarak yasaklayan insanoğlu, aslında irâde eğitiminin en yükseğine tâlib olmaktadır. Helâl ve meşru şeylere bile Allah için tenezzül etmediğini; tercihini Allah’ın rızasından yana koyduğunu; dünya ve mâsivânın kendisini ilgilendirmediğini ifâde etmiş olmaktadır.
İhrâma girmek demek, ihrâm yasaklarıyla nefsini ve hevâsını hac mektebinde eğitmektir. Kefeni andıran dikişsiz beyaz libaslara bürünerek ilâhî çağrıya icâbet etmektir. Günah kirine bulanmış, dünya boyasına boyanmış insanlar, ilâhî dâvete icâbetle tevbe için: “Lebbeyk/buyur ya Rabbî” diyerek Rablerine koşarlar. Hac mektebinin refes, füsûk ve cidâl diye ifâde edilen yasakları kuvve-i şeheviyye, kuvve-i akliyye ve kuvve-i gadabiyyenin ihrâm ile itidal çizgisinde eğitilmesi demektir.
Refes, kuvve-i şeheviyye olarak bilinen cinsellik içgüdüsünü ifâde etmektedir. Kuvve-i şeheviyyenin üç derecesi vardır. Aşırısı fuhşiyât, en aşağısı cümûdet/donukluk, orta çizgisi ise iffettir. Kuvve-i akliyenin aşırısı şeytânet/şaytâni zekâ, en aşağısı gabâvet ve hamâkat, ortası ise hikmettir. Kuvve-i gadabiyyenin ise aşırısı tehevvür ve öfkeyi kontrol edememek, en aşağısı cebânet/korkaklık, ortası ise şecâattir. Şecâatte yerine göre risk alma, ama öfkeyi kontrol edebilme özelliği vardır.
İhrâm libâsına giren ve lebbeyk nidâlarıyla Hakk’ın davetine icabet ettiğini beyan eden kimse diliyle ve kalbiyle O’nun mülkünde O’ndan başka hiçbir ortağının bulunmadığını ikrar etmekte, nefsin, hevânın ve şeytanın çağrılarına icâbet etmeyeceğini beyan etmektedir.
Kulluk hazzıyla uzun hac yollarına düşen Hakk âşıkı kulların gözünde Kâbe, dört duvardan ibâret, üstü açık, siyah örtülü kara bir binâ değildir. Çünkü gönlü îmân nûruyla aydınlanan kişi Allah’ın evini boş görmez. Orasını dopdolu görür ve gönlünü oradaki huzurla, feyizle doldurur.
Mekke’ye gelip Kâbe’yi görmek Sevgili’nin cemâlini müşâhede etmektir. Kâbe’yi tavaf, kapısını bulmak için Sevgili’nin evinin etrafında dönmek demektir. Sevene yakışan sevgilisinin yanında boynunu eğmektir. Zaten seven sevdiğinin kapısı etrafında dolaşmazsa sevgilisinin yüzünü göremez. Kâbe’ye varan kişi Allah’ın evine girer ve orada emân bulur. Çünkü orası haremdir; canlının, bitkinin, tabiatın, çevrenin güven altında olduğu yerdir. Mescid-i Harâm’a girerken her haramı ve Hak’tan uzaklaştıran her söz ve davranışı terk etmeye söz vermiştir.
Gözüyle Kâbe’yi, gönlüyle Kâbe’nin sahibini seyretmeye çalışmak, Allah’ın evini tavâf edenler için sûret kâbesinden sîret kâbesine yönelmektir. Çünkü sûret kâbesini tavâf aslında, gönül kâbesini kirlerden arındırmak için yapılır. Allah’ın evi olan gönül kâbesini inciten ise yüz defa Kâbe’ye gitse de ziyâreti makbûl olmaz. Nitekim Yûnus der ki:
Gönül mü yeğ Kâbe mi yeğ / Eyit bana ey aklı eren
Gönül yeğ durur zîrâ kim / Gönüldedir dost durağı.
Kâbe’yi seyrederken zaman tünelinde gerilere giderek Kur’an’ın verdiği bilgiler ışığında onun yeryüzünde inşa edilen ilk mâbed olduğunu, içinde pek çok delil ve işâretler ile makam-ı İbrâhim’in bulunduğunu düşünmek, tevhîd mücâdelesiyle canından, malından ve evlâdından geçerek sınavı kazanan ve Halîl unvanını hak eden İbrâhim peygamber ile kalben buluşmaya çalışmaktır.
İbrâhim, birtakım emirlerle sınanmış ve bu emirlerin hepsini yerine getirdiği için Rabbı tarafından insanlara önder kılınmıştı. İbrâhim çocuklarından bir kısmını ve eşi Hacer’i yeşilliği olmayan, ziraate elverişsiz bir vâdiye Mekke’ye; Kâbe’nin yanına yerleştirdiğinde orasının emin bir belde olmasını dilemiş ve çocuklarını namaz kılan kimselerden olmasını istediği için böyle yaptığını belirtmişti. Ardında da kendisine, ebeveynine ve bütün inananlara duâ etmişti.
Şirkten arınmak için Kâbe’nin yerini belirleyerek oraya mâbed yapmasını isteyen Rabbının emriyle Kâbe’nin temellerini yükselten İbrâhim, bir yandan Allah’tan yaptıklarının kabûlünü diliyor, bir yandan da soyundan teslim olmuş Müslüman bir nesil talep ediyordu. Ardından da kendisine ve soyuna Allah’tan hac menâsikini öğretmesini istiyordu.
Kâbe’yi inşâ eden İbrâhim aynı zamanda hac için insanları oraya çağıran ilk peygamberdir. Allah Teâlâ İbrâhim’e Beytin/evinin yerini belirlemiş, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamasını ve evini tertemiz kılmasını istemişti. Buradaki ikinci evden murâdın Allah’ın tecelligâhı olan gönül kâbesi olduğu ve onun her türlü putlardan arındırılması gerektiği gönül sultanlarınca ifâde edilmiştir. Bu yüzden Kâbe’yi tavaf edenler onu sol tarafına alarak Kâbe ve Kâbe’nin sâhibiyle gönül kâbesini buluşturmaya çalışırlar. Gönül kirinden arındırılmak için oraya çağrılan insanların kalblerinin tavaf coşkusuyla temizlenmesi, Allah’ın yasaklarına uyulması ve saygı gösterilmesi ile mümkündür.
Tavaf esnasında biryandan Allah Rasûlü’nün vedâ haccında deve sırtında tavaf ederkenki hâlini düşünmek gerekir. Onun on yıllık bir hasretten sonra geldiği Mekke’de ve Kâbe’de tavaf heyecanıyla bir yandan Kâbe’yi, bir yandan ashâbını seyretmesini hatırlamak lâzımdır.
Tavafta kardeşliğe yolculuk, gökteki seyyareler ve arştaki tesbih ile dönen melekler gibi Kâbe’nin etrafında bizimle birlikte dönen kardeşlerimizin ortak heyecan ve coşkusunu paylaşmaktır. Renkleri, dilleri, ülkeleri farklı bu insanlarla aynı imanı paylaşmanın hazzını tatmaya çalışmaktır. Böyle olunca da tavaf sırasında elimize, ayağımıza, omuzumuza dokunan bu kardeşlerimizin her dokunuşunu bir duâ ve sevgi dokunuşu ve bir hasret kucaklaşması gibi algılamaktır.
Hacer-i esved’i selamlamak Allah’a verdiği kadim sözü hatırlamak ve hâlâ gönlünde Allah’tan daha büyük hiçbir varlığın bulunmadığını eliyle, diliyle ve gönlüyle ikrar etmektir. Kâbe duvarındaki Hacer-i esved’i öpmek, Sevgili’yle buluşmak; Allah ve Rasûlü’ne bağlılık sözünü tazelemektir. Kâbe’nin örtü ve halkalarına yapışmak, Mültezem kapısında durmak, Hakk’tan ısrarla bağışlanmayı dilemektir.
Tavafı tamamlayıp makam-ı İbrâhim’de namaz kılmak, ülü’l-azm bir peygamberin makamında olduğunu düşünerek onun ayak izine basarak yürümenin heyecanını hissetmektir. Makam-ı İbrâhim’de, İbrâhim gibi Hakk’ın dostluğuna ermek; düşmandan ve düşmanların vereceği zarardan kurtulmak, kalb Kâbe’sinde dostluğun hazzına varmaktır.
Zemzem suyundan içmek, Muhammed ümmetinden olma şerefiyle Kevser şarabından içmektir. Rahman’ın beytini seyredip cemâl-i ilâhî ile kendinden geçmektir. Zemzem kuyusu başında oğlu İsmâil’e su arayan Hâcer’in heyacânını, suyu bulmanın sevincini yaşayan bir annenin mutluluğunu soluklamaktır.
Safâ tepesine çıkmak bir yandan kalb safâ ve sâfiyetine engel olacak şeylerden uzaklaşma duygusu taşımak, bir yandan da Hâcer vâlidemizin oğlunun ve zürriyetinin derdine düşerek koşuşturmasını hatırlamaktır. Safâ’dan Merve’ye hervele yürüyüşüyle sert, çalımlı adımlarla yürümek nefis, hevâ ve şeytan gibi düşmanlardan uzaklaşmanın çabası içinde olmaktır.
Safâ ile Merve arasında sa’y etmek, sultanın huzuruna giren kimsenin dileğinin kabûl edilip edilmediğini bilememesi sebebiyle sarayın önünde gidip gelmesi gibidir. Safâ ve Merve tepeleri arasında sa’y yapan kimse, Allah Teâlâ’nın dileğini kabul edip etmediğini; kendisini bağışlayıp bağışlamadığını düşünmekte ve kıyâmette amelinin tartılacağı mîzânı hatırlamaktadır. Sanki Safâ, terâzinin bir kefesi, Merve de diğer kefesidir. Sa’y eden kişi, hangi tarafın ağır basacağını göz ucuyla gözetlemektedir.
Safâ ve Merve’nin Kâbe, zemzem, Mina, Arafat ve kurban gibi Allah’ın şeâir ve sembollerinden olduğunu düşünerek Arafat için Mina yoluna düşmek, duygu ve düşüncelerimizi yeni bir muhâsebeye tabi tutmaktır. Munâ, münye kelimesinin çoğuludur. Ümid, temennî ve arzular demektir. Arafat için yola çıkıp Münâ’ya gelen kimse umduklarına kavuşmak için hazırlıklı olmak, korktuklarından emin olmanın derdine düşmek durumundadır. Aynı zamanda arzu ve isteklerini sınırlamanın zamanının geldiğinin farkına varmalıdır.
Arafat’a çıkmak üzere ihrâm libasına bürünmek Arafat meydanını Arasât meydanı gibi görüp dîvân-ı ilâhîde hesap vereceğini düşünmektir. Beyaz kefeniyle âdeta ba’sü bâde’l-mevti; öldükten sonra dirilmeyi yaşamaktır. Ölüm terbiyesi insana Müslüman olarak ölmeye hazırlık sağlar. Çünkü insan nasıl yaşarsa öyle ölür. Nasıl ölürse de öyle haşrolunur. Bu dünyâda nihâi gaye Müslüman olarak ölmektir.
Mekke ve Mina’dan Arafat’a çıkış, halkın kıyamette Arasat meydanına koşmasını, Arafat’ta toplanmak, kıyamette Arasat’ta toplanmayı andırır. İmam ve rehberlerinin etrafında halka olmuş, renkleri ve dilleri ayrı olan insanlar, peygamberlerinin etrafında kümelenen ümmetleri hatırlatır. Haccın en feyizli yerlerinden biri olan Arafat vakfesi, yaşlı gözlerle el açıp inecek ilâhî rahmet için, ne heyecanlı bir bekleyiştir!
Mina’dan Arafat’a varınca âdeta kıyametten bir sahne yaşanmaktadır. Dünya hayatı gözle görüldüğü halde âhiret hayatı gözlerden uzaktır. Halk, hac için yollara ve çöllere düşerek dünya gözüyle âhireti görür gibi olmakta ve gâib bulunan kıyameti burada bizzat yaşamaktadır. Kur’an-ı Kerîm’deki: “Muhakkak kıyamet gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar” âyet-i kerimesi kıyametin katîliğini göstermektedir. Hac ile mümin, kıyâmeti gözle görür hâle gelir, zâhir ve bâtınıyla bunu müşâhede eder. Hac mahşerin bir benzerini insanlara bu dünyâda yaşatan, “ölmeden evvel ölünüz!” sırrına erdiren zâhirî ve bâtınî bir ibâdettir.
Arafat “öldükten sonra dirilmenin provası”nın yapıldığı bir mekan olmanın yanı sıra yeryüzüne indirilen Âdem ile Havva’nın ilk buluşma mekânıdır. Nitekim Âdem ile Havvâ cennette yaratılmışlar ve Allah Teâlâ onlara: “Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, buyurdu. Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedi.” Böylece Âdem ile Havvâ cennetten, biri Hindistan Serendip dağına, diğeri Cidde’ye olmak üzere yeryüzüne indirildi. Allah rahmeti gereği tevbelerini kabul ile onları Arafat’ta buluşturdu. Âyette buyrulur: “Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden birtakım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.”
Arafat’ta Âdem ile Havva’nın yeryüzüne indiriliş hikmeti ve onların ilk buluşma mekanları olan bu yerde fikrî bir seyahat yapmak gerekir. Nitekim hacdaki refes yasağı ile âdetâ cennetteki Âdem ile Havvâ’nın yaşadığı hayata bir dönüş ve ilk varoluş sürecini idrak vardır. Füsûk ya da fısk yasağı ise cennette Âdem ile Havvâ’nın şeytan tarafından günaha düşürülmesi gibi insanların hacda şeytanın tuzağına düşmemeye direnmesi söz konusudur. Cidâl ile şeytanın, kendisi yüzünden taşlanıp kovulduğu Âdem ve evlâdı ile mücâdelesi hatıra gelmektedir. İnsan hacda başkalarıyla tartışıp kavga ederek böyle bir âkıbete düşmekten sakındırılmaktadır. Dolayısıyla insan hacda, ihram yasaklarının cârî olduğu süre içinde ilk insanın yaşadığı tecrübeleri yaşamakta ve ilk devirlere seyahat etmektedir.
Arafat’ta insan, Allah Rasûlü’nün orada toplanan 100.000’i aşkın sahâbîye Cebel-i Rahme’den irâd buyurduğu “insan hakları evrensel beyannamesi” niteliğindeki hutbeyi dinler gibidir. Orada Allah Rasûlü tarafından insanlığa ilân edilen gerçekler âdetâ yüreklere nakşolmaktadır. Arafat’tan ayrılırken ise gönüllere Allah Rasûlü’nün ashâbına söylediği şu sözler düşmektedir: “Burada beni dinleyenler sözlerimi burada bulunmayanlara ulaştırsınlar. Umulur ki burada bulunmayıp da sözlerimi duyanlar, burada beni dinleyenlerden daha iyi anlarlar.”
Hacda bulunanlar bu sözü kendilerine verilmiş bir emanet gibi düşünüp hac dönüşü çevrelerine ve ulaşabildikleri herkese taşımalıdır. Çünkü vedâ haccındaki sahâbi ordusu öyle yapmış ve bu sözleri yeni yüreklere ve yeni ufuklara taşımak için Orta Asya içlerine, Afrika’ya, Endülüs’e, Anadolu’ya ve İstanbul’a kadar koşmuşlardı.
Vedâ haccı sırasında bir yanda o gün nâzil olan “bugün sizin dîninizi tamamladım” âyetiyle coşup heyecanlanan sahâbîler, bir yanda ise “her kemâlin bir zevâli vardır” diye bunu Allah Rasûlü’nün üfûlüne işâret sayıp ağlayan Ebû Bekir vardı. Sevgi ve hüznün harmanlandığı buruk bir sahneydi bu.
Arafat mahşeri andıran kalabalığı, kefeni andıran beyaz libasları ile aynı zamanda Âdem’in çocuklarının Hz. Âdem gibi tevbe ile Rablarıyla buluştuğu, aynı babanın evladları olarak aynı Allah’a kulluğun ve aynı Peygamber’e ümmet olmanın oluşturduğu kardeşliği, musâvâtı, gönül birlikteliğini yaşadıkları yüksek seviyedeki bir kardeşlik yolculuğudur.
Arafat’tan Müzdelife’ye iniş, ilk duruşmadan sonraki büyük mahkemeye geçişi, herkesin birbirinden kaçtığı o dehşetli sahneyi andırır. İnsanlar Müzdelife’de azamet ve celâl-i ilâhî duygusuyla dopdolu hâle gelir, dünyâ ve âhireti arkalarına bırakarak sâdece Allah’a yaranmanın derdine düşerler.
Mina’da şeytan taşlamak İbrâhim, İsmâil ve Hâcer’in kendilerine tuzak kuran şeytanı taşlamalarını hatırlamak ve o sünneti ihyâ etmektir. Aklı fıska düşürmesin diye şeytan taşlamak Dost’tan başka her şeyden uzaklaşmak ve kalbî alâkayı kesmektir. İçindeki cehâlet ve vesveseleri kırmak, onun yerine ilim, irfân ve yakînî duyguları ikâme etmektir. Şeytana atılan taşlar bir bakıma gönül kâbesindeki putları kırmak ve nefsin hevâsını taşlamak içindir. Hem de şeytana küçümsediği Âdem’in yaratıldığı toprak menşeli bir taş atılarak haddi bildirilmektedir. İbrâhim peygamberdi, şeytanı gördü, gözünü kör etti ve belini kırdı. Onu taşlayan onu görmese de vesvesesini, fâsid fikirlerini def’ etmek için taşlamalıdır.
Minâ’da kurban kesmek, nefsi mücâhede mezbahasına sokup benlik ve şehveti Sevgili yolunda kurban etmek, cânı cânân uğruna fedâ etmektir. Nefsânî istekleri, beşerî zaafları Hakk’ın rızâsı yolunda kurban etmektir. Âşık’ın kendini Mâşûk’unun huzûrunda kurban etmesinden ve ona canını fedâ etmesinden daha güzel bir bağlılık ve i’lân-ı aşk düşünülebilir mi?
İhram’dan çıkmak için tıraş olmak, saçları kesmek, kuvve-i gadabiyyenin fazlasını kesip öfkeyi kontrol altına alabilmektir. Gönülden bütün murâdını kazıyıp yalnız Allah’ı bırakmaktır. Bir kalbde Bir’den fazla sevgiliye yer olmadığını düşünerek mâsivâya âid dilek ve düşünceleri terk etmektir. Bu sûretle kalbi Hakk’ın nazargâhı hâline getirdikten sonra halkı Hakk’a çağırmak üzere âhiret libâsı sayılan ihrâmlardan çıkıp tekrar dünya libâsına bürünmektir.
Hacca gidenler duyûfu’r-Rahmân/Rahmân’ın konuklarıdır. Ziyâret edilen her ev sâhibinin, ziyâretçisine ikrâmı vardır. Allah’ın evi/Kâbe’yi ziyâret edene Allah’ın en büyük ikrâmı, konuklarının kalbini sürûr, huzûr ve sekînetle doldurmasıdır. Bu duyguya ermiş olarak farz olan ziyâret tavâfı ile haccı tamamlayabilmek ve vedâ tavâfıyla Mekke’den ayrılmak ne büyük bahtiyârlıktır.
Hac öyle bir eğitimdir ki yere iyi davranmayı, göğe iyi davranmayı, suya iyi davranmayı, insanlara iyi davranmayı, hayvanlara iyi davranmayı; ve’l-hâsıl her şeye O’nun rızâsı için iyi davranmayı telkin etmektedir. Hayvanlara ve yeşillere zarar vermekle ilgili ihram yasağı çok önemli bir eğitimdir. Bu eğitim ziraata elverişli olmayan o vâdide çevre bilincini aşılayan ve ekolojik dengeyi muhafaza etmeyi emreden bir hükümdür.
Hac süresi içinde iyi değerlendirilebilirse insanları dindarlık sürecine taşıyıp takvâ duygusuna erdirmede çok önemli bir fırsattır. Yüreklere Kâbe hasreti, ölüm terbiyesi, peygamber sevdası eken bir hac yaşamak için bu ibâdeti ciddiye almak gerekmektedir. Çünkü ciddiye alınan mebrur bir hac, insanı dünyada huzur ve mutluluğa, âhirette hem Allah’ın rızâsına, hem de O’nun cemâl-i bâ-kemâline erdirir.
Haccın asıl tesiri döndükten sonra insanda bıraktığıdır. Mîkat mahalline varmanın, ihram libâsı giyip ihrama girmenin, telbiye getirmenin, Kâbe’yi görmenin, Hacer-i Esved’e yüz sürmenin, makâm-ı İbrâhim’de namaz kılmanın, zemzem suyundan içmenin, Safâ ve Merve’de sa’y yapmanın, Arafat ve Müzdelife’de vakfenin, Mina’da şeytan taşlayıp kurban kesmenin ve nihayet traş olup ihramdan çıkmanın, ziyâret ve vedâ tavâfı yapmanın bir anlamı döndükten sonra da bunları hissetmek ve tekrar tekrar o ânı yaşamaktır. Bir bakıma hac ile yeni bir doğuş/mîlâd yakalamaktır.
Mevlânâ pek çok emek sarfederek hac farîzasını îfâ edip dönenlere şu uyarılarda bulunur: “Ey hacca gidenler! Neredesiniz? Aradığınız buradadır; geliniz! Sevgiliniz, uzakta değil, size duvarı duvarınıza bitişik komşunuz kadar, hatta daha yakındır. Hal böyle olunca çöllerde şaşkın dolaşmanın anlamı ne? Bunu insanoğluna yaptıran hangi hevâdır. Kâbe’ye gidenler Yüce Sevgilinin cemâlini görselerdi o zaman Kâbe’nin de, Harem’in de, yolculuğun da ne olduğunu anlarlar, Kâbe’nin sâhibine ulaşırlardı. İnsan defalarca Kâbe’ye gitse taş binayı görüp sahibini göremedikçe o evin vasıflarından bahsetmesinin de, haccı anlatmasının da anlamı yoktur. O ev çok latiftir, hoştur, mübârektir. Ancak o evin sahibi her şeyden daha mübârek ve yücedir.”
Gül bahçesine giren oradan gül demeti getirir. Kâbe’de hac ile Hakk’ın gül bahçesine giren yüzünde güzel sıfatlar, özünde yüce tecellîler ve elinde nâdîde armağanlar ile döner. Oradan gelecek en nâdide armağan Muhammedî bir ahlâk, Sıddîkî bir teslimiyet, Fârukî bir adâlet, Zinnûreynî bir hayâ, Hayderî bir ilim, irfân ve fütüvvet anlayışıdır.
Mihnet ve meşakkatlerine katlanarak her türlü zorluğa rağmen haccetmek gönülde Hakk sevgisinin oluşmasını sağlayacak; gönül kâbesini îmâr edecek kutlu bir ibâdettir. Böyle bir hac farîzasını tamamlayıp dönenlere Allah Teâlâ bundan sonraki yol haritaları hakkında şu tavsiyelerde bulunmaktadır: “Hac ibâdetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı zikredin. İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin âhiretten hiç nasibi yoktur. İnsanlardan bir kısmı da: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Bizi cehennem azabından koru! derler.” Haccı îfâ ederek memleketine dönenin en büyük kazanımı kalbinin Allah ile kurduğu ilişkidir. Çünkü dünyada en büyük servet, Allah’ın rızâsına ermek; “el kârda gönül yârda” anlayışı ile sayılı nefesleri tamamlayabilmektir. Hac mektebi, insana zikr-i daimi talim etmektedir. Bu mektepte başarılı olmak için iyi bir talebe olmayı göze almak; yüksek bir ilgiye, seviyeli bir bilgiye sahip olmak gerekmektedir.
BİBLİYOGRAFYA
Hakîm Tirmizî, Kitâbu’l-hacc ve esrârih, tahk. Hüsnü Nasr Zeydan, Mısır, Matbaatü’s-saade, 1389/1969, 158 s.
Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî, el-Lüma’ fi’t-tasavvuf, hzr. H. Kâmil Yılmaz, İstanbul, Erkam Yay., 2012, s. 193-196.
Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-kulûb fî mahbûb, tahk. Seyyid Nesim Mekarim, Beyrut, 1995, II, s. 222-248.
Sülemî, Ebû Abdurrahman Muhammed b. Hüseyin, Tefsirü’s-Sülemi – Hakaikü’t-tefsir, tahk. Seyyid Umran, Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2001, I, 109-113.
Hucvîrî, Ebu’l-Hasan Ali b. Osman, Keşfü’l-mahcûb, tashih. Zindeyâd, Tahran, [t.y.], s. 422-432; hzr. Süleyman Uludağ, Hakikat Bilgisi, İstanbul: Dergâh Yay., 1982, s. 469-477.
Gazzâlî, İhyâu ulûmiddîn, Kahire, [y.y.], I, s. 240-273.
İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, [y.y.], Mektebetü`s-Sakafeti’d-Diniyye, [t.y.], I, 665-763; trc. Ekrem Demirli, İstanbul, Litera Yay., 2007, V, 235-442.