Altınoluk Dergisi, 2008 – Ocak, Sayı: 263, Sayfa: 018
Hacc gönül dünyasını îmâr ve inşâ için ihramlı olarak Allah’ın evini ziyâret, Arafat’ta vakfe ve şeytanın gönle musallat olmasına engel olmak için Minâ’da şeytan taşlamak sûretiyle yapılan kutlu bir ibâdettir. Mevlânâ’ya göre Kâbe’yi ziyâretten çok Kâbe’nin sâhibini ziyâret edebilecek bir gönül diriliğine ermek daha önemlidir. Kâbe’yi bulup Harem’e varanlar, tavâf ederek sûretâ hacı olurlar. Ancak gerçek hacı olmanın yolu Kâbe’nin sahibine; Allah’a varmaktır. Nasıl ki oruç, yemek-içmek ve cinsi münasebetten uzak kalmaktan ibâret bir ibâdet değilse; özünde ve temelinde takvâ varsa hacc da Mekke ve Medine’yi ziyâretten ibâret bir seyâhat ve ibâdet değildir. Çünkü kılınan namaz, tutulan oruç ve yapılan hacc ezel âlemindeki mukâvelenin/elest sözleşmesinin bu dünyadaki şâhidleridir.
Hacc zaman tünelinde asr-ı saâdete, oradan devr-i Halîl İbrahim’e bir yolculuktur. İhrâm yasakları kişinin kendi kendini kontrol altına almasıdır. Hacc’da ihrâm elbisesi giymek varlık ve benlik elbisesinden sıyrılmak1; fakr libâsına bürünmektir. İhrâmı bu gözle gören benlikten, varlıktan kurtulur. Ancak bu duygularla ihrâma giren kaç kişi vardır?
Evini, barkını, çoluğunu, çocuğunu, yaşadığı şehri terk edip hacc yolculuğuna çıkan kişi Kâbe ziyâret ve tavâfı, Arafat ve Müzdelife vakfesi, Medîne’de mescid-i Nebî ziyâreti için gece gündüz demeden, yarı aç yarı susuz yollar aşar, Hakk’ın kıblegâhına yüzünü sürer, Allah evine girer2 ve orada emân bulur. Çünkü orası haremdir; canlının, bitkinin, tabiatın, çevrenin güven altında olduğu yerdir. Bu yüzden buraya gelen emân bulur.3
Günah kirine bulanmış, dünya boyasına boyanmış insanlar, ilâhî dâvete icâbetle: “Lebbeyk/buyur ya Rabbî” diyerek buralara koşmaktadır. Onların bu hâli Sevgilisinin yüzünü görmek için Sevgilisinin evinin etrâfında pervâne gibi dönen âşıkları andırmaktadır.
Hakk âşıkı kullar, kulluk hazzıyla uzun hacc yollarına düşerler. Mallarını harcarlar, enerjilerini tüketirler ve Kâbe’ye varırlar. Kâbe onların gözünde dört duvardan ibâret, üstü açık, siyah örtülü kara bir binâ değildir. Çünkü gönlü îman nûruyla aydınlanan kişi Allah’ın evini boş görmez. Orasını dopdolu görür ve gönlünü oradaki huzurla, feyizle doldurur. Mihnet ve meşakkatlerine katlanarak her türlü zorluğa rağmen haccetmek gönülde Hakk sevgisinin oluşmasını sağlayacak; gönül kâbesini îmâr edecek kutlu bir ibâdettir.
Kâbe bir mâbed oluşu itibâriyle nasıl Allah’ın evi ise îman nûruyla dolmuş kâmil insanın gönlü de Hakk’ın tecellîlerine açık oluşu sebebiyle Allah’ın evidir. Ancak biri kul yapısı, diğeri Hakk yapısıdır. İnsanlar dünyevî ve uhrevî birtakım ihtiyaçlar için Kâbe’ye giderler. Kâmil insanın gönlü ise her an Kâbe’dedir. Çünkü onun Kâbe/gönül kapısı daima açıktır.
Mevlânâ Mesnevî’sinde ârifler sultanı Bâyezîd Bistâmî’den naklen anlattığı bir hikayede gönül evini ziyâreti Mekke’deki Kâbe’yi ziyârete eş görmektedir. Nitekim Bâyezîd Bistâmî hacc ve umre için Mekke’ye doğru yola düşmüştü. Vardığı her yerde o beldenin azîzlerini de ziyâret ediyor; basîret sâhibi, gönül gözü açık ârifler arıyordu. Bir şehirde beli bükülmüş, boyu küçülmüş yaşlı bir ihtiyara rastladı. Bâyezîd onun yüzünde velîlik nuru, sözünde velâyet ışığı gördü. O zâtın gözleri görmüyordu ama gönül gözü güneş gibi aydınlıktı. Bâyezîd o nurlu pîrin huzûrunda oturdu, halini, hatırını sordu. Aldığı cevaplardan onun evlâd u ıyâli kalabalık bir fakîr olduğunu anladı. O yaşlı zât ona nereye gittiğini sordu. O da: “Kâbe’ye” dedi. “Yanında yol harçlığı olarak neyin var?” diye sordu. Bâyezîd: “İki yüz dirhem gümüşüm var” dedi.
Çoluk çocuğunun ihtiyaçlarıyla beli bükülmüş pîr, Bâyezîd’in engin gönlündeki sâfiyeti anlayarak: “Sen bu hacc masrafını benim önüme bırakırsan haccetmiş, umre yapmış, Safâ ile Merve arasında sa’y etmiş gibi safvet kazanır, tertemiz olursun. Sen Allah’ın kullarına hizmetle Hakk’a hizmet safâsı bulursun” dedi.
Aslında insan gözünü açıp bakarsa halkta Hakk’ın nûrunu görür. Kâbe İbrâhim ve İsmâil (a.s.)’ın yaptırdığı taş binâdır. İnsan gönlü ise Hakk’ın eseridir. O’nun tarafından binâ edilmiştir. Kulu tanıyan, onun ihtiyacını gidererek gönlünü gören Allah’ı görmüş, doğruluk ve ihlâs Kâbe’sine varmış olur. Bâyezîd bu düşüncelerle elindeki gümüşleri pîrin önüne bıraktı. Hicaz’a gitmekten vazgeçti. Pîrin söylediklerini de altın bir küpe gibi kulağına taktı. Mevlânâ’nın ifâdesine göre o yaşlı zâtın duâlarıyla Bâyezîd’in derecesi yükseldi, fazîleti arttı, yüce bir makâma erişti.4
Burada göz önünde bulundurulması gereken bir ayrıntı var. O da Bâyezîd’in hacc yolculuğunun farz değil nâfile olduğudur. Çünkü kendisine hacc farz olanın öncelikle onu yerine getirmesi gerekir. Ancak nâfile hacc için çıkılan yolculukta masraflar bir başka hizmet için kullanılıp bundan vazgeçilebilir. Burada Hz. Mevlânâ çok önemli bir konuya ciddi bir vurgu yapmak için Kâbe ile gönlü kıyaslayarak gönül ihyâsına dikkat çekmek istemektedir. İnsanların genelde ihmal ettikleri alan da burasıdır. Oysaki insan gönlü arştan da üstündür, kürsîden de, levhden de, kalemden de. Hele bu gönül yıkık bir gönül ise orası Hakk’ın nazargâhıdır. Böyle bir gönlü tamir, Cenâb-ı Hakk’ın nazarında haccdan da, umreden de değerlidir. Çünkü Hakk’ın defineleri ve hazineleri harap gönüllerdedir. Nitekim insanlar da definelerini harabelerde saklarlar.5
İnsanın mânen yükselmesi, benlikten geçmeye, kibri ve gururu terk etmeye, gönüller yapmaya bağlıdır. Gönüller inşâ ederek onların yardım, duâ ve desteğini alan insanın kalbinden hikmet pınarları fışkırır, dilinden âb-ı hayât akar, nefesi şifâ-bahş olur.
Kâbe’nin izzeti yolunun sıkıntılar ile dolu; bu uğurda ödenen maddî mânevî bedelin yüksek oluşundandır. Hacc yolcuları yorgun gövdeleri, çileli bedenleri ile sıkıntılardan, acılardan huzûra, ferâhlığa, mutluluğa yol almaktadırlar. Mekke’ye varıp Allah’ın evini tavâf ile haccı îfâ edenler sûret kâbesinden sîret kâbesine yönelmelidir. Çünkü sûret kâbesini tavâf, gönül kâbesini kirlerden arındırmak için yapılır. Allah’ın evi olan gönül kâbesini inciten ise yüz defa Kâbe’ye gitse de ziyâreti makbûl olmaz.
Mevlânâ pek çok emek sarfederek hacc farîzasını îfâ edip dönenlere şu uyarılarda bulunur: “Ey hacca gidenler! Neredesiniz? Aradığınız buradadır; geliniz! Sevgiliniz, uzakta değil, size duvarı duvarınıza bitişik komşunuz kadar, hatta daha yakındır. Hal böyle olunca çöllerde şaşkın dolaşmanın anlamı ne? Bunu insanoğluna yaptıran hangi hevâdır. Kâbe’ye gidenler Yüce Sevgilinin cemâlini görselerdi o zaman Kâbe’nin de Haremin de, yolculuğun da ne olduğunu anlarlar, Kâbe’nin sâhibine ulaşırlardı. İnsan defalarca Kâbe’ye gitse taş binayı görüp sahibini göremedikçe o evin vasıflarından bahsetmesinin de, haccı anlatmasının da anlamı yoktur. O ev çok latîftir, hoştur, mübârektir. Ancak o evin sahibi her şeyden daha mübârek ve yücedir.”6
Gül bahçesine giren oradan gül demeti getirir. Kâbe’de hacc ile Hakk’ın gül bahçesine giren yüzünde güzel sıfatlar, özünde yüce tecellîler ve elinde nâdide armağanlar ile döner. Oradan gelecek en nâdide armağan Muhammedî bir ahlâk, Sıddîkî bir teslimiyet, Fârukî bir adâlet, Zinnûreynî bir hayâ, Hayderî bir ilim, irfân ve fütüvvet anlayışıdır. Herhalde hacdan getirilecek en makbûl hediye bunlar olmalıdır. Çünkü hurma, zemzem, tesbîh, takke gibi diğer hediyeler fânîlikle mâlûl şeylerdir. Ama diğerleri ise insanı gönüllerde yaşatacak inci değerindeki armağanlardır.
Dipnotlar: 1) Şefik Can, Dîvân-ı Kebîr Seçmeler, III, 191. 2) a.e, I, 123. 3) bkz. Âl-i İmrân, 3/97. 4) Mesnevî, II, b. 2207-2214. 5) Dîvan-ı Kebîr Seçmeler, III, 430. 6) a.e, I, 435-436.