Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Günahın Kokusu Olsa

Altınoluk Dergisi, 1990 – Ekim, Sayı: 056, Sayfa: 030

“MUHAMMED BİN VASİ’ -kuddise sirruh-

Adı Muhammed bin Vasi’, künyesi Ebu Abdullah, Basralı, tebe-i tabiîn neslinden. Pek çok tabii’nin hizmetinde bulundu. Hasan Basrî’nin talebesi, Abdühvahid bin Zeyd ve Malik bin Dinar ile arkadaş. Riyazat ehli gözü yaşlı bir zahid ve alim. Hasan Basri ona ”Alimlerin süsü” (Zeynü’l-kurra) diye iltifat ederdi. Başta üstadı Hasan Basrî olmak üzere İbn Şirin ve benzerlerinden az sayıda hadis rivayet etti. Vefatı. 127/744 yılıdır”

Muhammed bin Vasi’, bakanların gönlünü ferahlatan kalplerdeki kasveti atan bir yüze sahipti. Nitekim akranlarından biri: “Ben kalbimde bir kasvet hissettiğim zaman ferahlamak için Muhammed bin Vasi’in yüzüne bakardım. Çünkü onun yüzü, çocuğunu kaybetmiş annenin yüzü gibi hüzünlü olurdu. Ondaki hüzün, bendeki kasveti alır, kalbim ferahlardı” diye anlatırdı.

GÜNAHIN KOKUSU OLSA

Günahına ağlar, karalar bağlardı. Derdi ki: “Her günahın bir kokusu olsa, siz benim pis kokumdan yanıma yaklaşamazdınız. Nasıl cennette ağlayan bir adam görmek garib ve acaibse, dünyada da gülen ve ağlamayan adam görmek o kadar garib ve acaib.”

Ağlamayı sevmekle birlikte ağlamanın zahidlere ad ve sıfat olmasından hoşlanmazdı. Nitekim Hammad bin Zeyd şöyle anlatıyor: Hastalığı sırasında Muhammed bin Vasi’i ziyaret için yanına vardık. Biz orada iken Yahya el-Bekka da onun ziyaretine geldi. İçeri girmek için izin istedi. İbn Vasi, ”gelenin kim olduğunu” sordu. “Yahya el-Bekka” yani gözü yaşlı, çok ağlayan Yahya dediler. İbn Vas’: “Bugün sizin en şerlileriniz kendilerine ağlama sıfatı yakıştıranlarınızdır” dedi ve şöyle konuştu: “Ben adam ona derim ki, Allah aşkı ve korkusuyla yirmi yıl gözyaşı akıtmış olsun da bundan hanımının bile haberi olmasın.”

Arkadaşı Malik bin Dinar, onun miktar-ı kâfi maişetle yetinip kanaat göstermesine gıbta ederdi: “Aç sabahlayıp, aç olarak akşamlayan ve Allah’tan bu haliyle de hoşnut olan kimseye nasıl imrenmem” derdi.

SEN KİM OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUN?

Çalımlı yürüyüşten, kendinde varlık görüp mağrur görünüşten hoşlanmazdı. Bir oğlu vardı. Çalımlı çalımlı yürürdü. Bir gün onu çağırdı ve sordu:

– Sen kim olduğunu biliyor musun? Annen iki yüz dirheme satın aldığım bir cariye, baban da, Allah sayılarını artırmasın, halkın en kötüsü. Neyinle çalım satıyorsun?

Dünyaya rağbet etmezdi, dünyacılara yüz vermezdi. O’na göre dünya şu üç şeyin dışında ne kötüydü:

1. Kişinin hatasını ve eğriliğini düzelten bir arkadaş,

2. Yanılmaların bağışlandığı cemaatle namaz,

3. Minnetsiz gelen miktar-ı kâfi bir azık.

Halkın tazimle ziyaret edip kendisinde bir şeyler görmesinden rahatsız olurdu. Ziyaretçilerine “Benden ne umuyorsunuz? Elim, kolum bağlanıp yüzümden tutularak cehenneme sürüklendiğim zaman benim size ve kendime ne faydam olabilir?” derdi.

Bir gün adamın biri geldi ve nasihat talebinde bulundu. İbn Vasi’:

– Dünya ve ahirette melik olmaya bak, dedi. Adam:

-Bu nasıl olur? diye sorunca:

– Dünyaya karşı zühd içinde olur, hiç kimseden birşey ummazsan dünya padişahı olursun. Bütün halkı Hakk’a muhtaç görür, fakr ve ihtiyacını sadece Allah’a arz edersen ahiret padişahı olursun, cevabını verdi.

Dile sahip olmanın zorluk ve önemine işaret için bir gün Malik bin Dinar’a: “Dili korumak, altın ve gümüşü korumaktan daha zor” demişti.

Üstadı Hasan Basri ve diğer gönüldaşları gibi süf (yün) elbise giyerdi. Fakat bunun zühd tefahuru şeklinde anlaşılmasından korkardı. Nitekim bir gün yine süf giyerek Kuteybe bin Müslim’in yanına vardı. Kuteybe sordu:

– Niçin süf giydin? İbn Vasî’, cevap vermedi. Kuteybe tekrar sorunca şunları söyledi:

– Eğer zühdümden dolayı bu elbiseyi giydim, desem kendimi övmüş olurum. Başkasını bulamadığımdan, yokluktan giydim, desem, Allah’tan şikayetçi olmuş olurum. Bu yüzden cevap vermemeyi tercih ettim.

NASILSIN

“Nasılsın” diye halini soranlara:

“Ömrü eksilen, günahı artan ve hergün ölüme bir merhale daha yaklaşan kimsenin hali nasıl olursa, ben de öyleyim” der ölümü unutmamayı; ahireti hatırdan çıkarmamayı öğütlerdi.

“Kaza ve kader” konusunda ileri-geri konuşmayı, yorumlar yapmayı hoş karşılamazdı. Böyle sualler soranlara:

– “Allah, yarın kıyamet gününde kaza ve kaderden değil, yaptıklarımdan soracak. Siz, sorumlu olmadıklarınıza değil, mes’ul bulunduklarınıza bakın” derdi.

Allah korkusundan dolayı, nefsine düşmanlık edeni Allah Teala’nın, kendi hışmından emin kılacağını söylerdi.

Az yemek ve ince anlayış ve kavrayış arasında bir ilgi kurar, az yiyenin, iyi anlayıp anlatacağını saf ve rakik olacağını; çok yiyenin ise ağırlaşıp düşündüklerinin çoğunu gerçekleştiremeyeceğini söylerdi.

Sabırsızın dostu olmazdı. Kendi fikrini beğenenin tavsiye ve nasihatından fayda umulmazdı. Çünkü böylelerinin öğütleri bir işe yaramazdı.

ZULMÜ BIRAK

Kendisinden dua talebinde bulunan bir idareciye şöyle çıkıştı:

– Kapında “bana zulmettin” diyen bir sürü insan varken benim duamın sana ne faydası olacak? Zulmü bırak, duama ihtiyacın kalmaz.

Nafile ibadete düşkündü. Mekke’den Basra’ya kadar kendisiyle yolculuk yapan arkadaşları, geceleri devamlı nafile namaz kıldığını, çok az uyuduğunu ve sabah olunca da arkadaşlarını tek tek namaza kaldırdığını anlatırlardı.

Devrin emirlerinden Malik bin el-Münzir, onu kadı olarak tayin etmek istedi. Muhammed bunu kabul etmeyince:

– Ya kadılığı kabul edersin, ya da üç yüz değnek yersin, dedi. İbn Vasî’:

– Sen eğer bu dediğini yapacak ve bana üç yüz değnek vuracak olursan, sıfatın ve adın “saldırgan”olur. Beni de zillete düşürmüş olursun. Ama böyle inanıyorum ki, dünyada zillete düşmek ahirette düşmekten çok daha iyidir.” diye cevap verdi ve kadılığı kabul etmedi. Bir ara hanımı da ona: “Niye kadılığı kabul etmiyorsun?”diyecek oldu, şu karşılığı aldı:

-Ben sirke ve soğana razıyım, sen halinden memnun değil misin yoksa? Çünkü dünya mansıpları tamaı artırır. Tama da cehenneme götürür.

HELAL KAZANÇ

Kazancın helalden de öte “tıyb” olmasını ister, kazancın “tıyb”olmasının cesetleri de manevi kirlerden temizleyeceğini söylerdi. “Tıyb” helalin gönle sinen ve tertemiz olanıydı.

Malın ancak dört yolla helal ve tıyb olabileceğini söylerdi:

1.Helalinden ticaret

2.Muristen kalan miras

3.Müslümanların dostça verdiği hediye

4.Adil devlet başkanının ganimetten ayırdığı pay.

4 ŞEY VAR Kİ

O’na göre dört şey vardı ki kalpleri katılaştırırdı:

1. Günah üstüne günah işlemek

2. Kadınlarla çokça oturup kalkmak,

3. Ahmaklarla münakaşaya girişmek

4. Ölüler arasında bulunmak.

Sordular:

– Ölülerden maksat nedir? Şu karşılığı verdi:

– Müsrif zengin ve zalim sultanlar.

BİR VAİZE

Muhammed bin Vasi’in mescidine yakın bir yerde oturan ve halka kıssa anlatıp vaaz eden biri vardı. Bu vaiz bir gün yanındakilere “Bana ne oluyor ki ürpermeyen kalpler, yaşarmayan gözler, titremeyen vücutlar görüyorum” diye çıkıştı. Muhammed bin Vasi’, bunları duyunca dayanamadı ve:

– Onları azarlamayın, biraz da kabahati kendinizde arayın. Çünkü kalpten çıkan zikir ve öğütler kalbe ulaşır, dedi.

“Tok karınla yatmayın, karnınız doymadan sofradan kalkın; çünkü bu sıfat dünya doktorlarının da ahiret yolcusu doktorlarında tavsiye ettiği bir özelliktir” diye konuşurdu.

Sultanların ve zenginlerin meclisine sokulmayı ve onların bahşişlerine takılmayı zül sayardı. “Toprağa bulanıp mütevazi yaşamak, zenginlere yakın olmaktan çok daha iyidir” derdi.

Aleyhine de olsa, doğruyu söylemekten, dürüst muamele görmekten kaçınmazdı. Eşeğini pazara çıkarmıştı. Biri yaklaştı ve:

– Bana kendin gibi, bana tavsiye eder misin? diye sordu. O şu cevabı verdi:

– Eğer ondan kendi adıma memnun olsaydım, satmazdım.

Ölümü ve cehennemi hatırlamanın insanı dünya sevgisinden koparacağını söylerdi. Evinde misafir olduğu bir dostu:

– Evimizi nasıl buldun? diye sordu. O da:

– Eviniz hoş, cennet ondan daha hoş. Fakat cehennemi hatırlamak, hepsini unutturuyor, dedi.

Halkın arasına karışmaktan çok uzleti severdi. Bu yüzden kendisine:

“Bizi Allah’a yaklaştıran bir amel öğret” diyenlere:

-Ben ameller içinde halktan kaçmak kadar insanı Hakk’a yaklaştıran bir başkasını görmedim” cevabını verirdi.

-rahmetullahi aleyh-

Kaynaklar: Hilyetü’l-evliya, II, 345-357; Sıfatu’s-safve, III, 266-271; Tezkiratü’l-evliya, s. 94-96; Şarani, et-Tabaka-tü’1-kübra, l, 32, el-kevabibüd’d-dürriye, 1,161-162.