Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Gerçek Hürriyet Ubudiyettir

Altınoluk Dergisi, 1988 – Eylul, Sayı: 031, Sayfa: 031

Adı Ahmed bin Hadraveyh, künyesi Ebû Hamid, nisbesi el-Belhi Horasan erenlerinin “Füîüvvet” yoluyla bağlı olanlanndan. Ebü Türab en-Nahşebî île Hatim el-Esamm’ın sohbetinde bulundu. Hacc seyahati esnasında önce Bayezid Bistamî ile, sonra Nişabur’da Ebü Hafs Haddad Uç görüştü. 240/854 yılında vefat etti.”

Ebû Hafs’a sordular:

Sûfî taifesi içinde gördüklerinin en ulusu kimdir?

Şu karşılığı verdi:

Ben sûfîler içinde himmeti Ahmed bin Hadraveyh’ten daha yüce hali ondan daha üstün ve sıdk esasına bağlı bir kimse görmedim. İbn Hadraveyh olmasa, fütüvvet ve mürüvvet bilinmezdi.

O, isimsizlik yolunu seçenlerdendi, şöhretin afet olduğunu bilenlerdendi. Bu yüzden: “Velî kendine bir şekil verip yer alamaz. Velînin kendine mahsus bir ad ve sıfatı bulunmaz” derdi.

İbn Hadraveyh, kalplerin cevval olduğunu, daima ya Arş’ın etrafında, ya da dünyanın bağ ve bostanlarında cevelân edip dolaştığını söylerdi. O’na göre kalpler bir takım kaplardı. Hak ile dolunca ondan taşan nur, organları kaplardı. Bâtıl ile dolunca da ondan taşan zulmet, organlardan zâhir olurdu. O’na göre gerçek hürriyet ubûdiyette (kullukta) idi. Kulluk, gerçek hürriyet ve nefsin esâretinden kurtulmaktı. Din hususunda da, dünya konusunda da zıtları bir arada bulundurmak imkansızdır, derdi.

Gafletten daha ağır bir uykunun olmadığını, şehvetten daha güçlü bir esaretin bulunmadığını ifade ederdi. O’na göre gafletin azgınlığı olmasa şehvet insana hakim olamazdı.

Allah ile beraber olmak isteyenlere “sıdk” sıfatına sarılmayı tavsiye eder, çünkü “Allah sadıklarla beraberdir”, derdi.

Fukaraya hizmet edenlerin üç çeşit ikrama nâil olacaklarını müjdelerdi:

1- Alçakgönüllülük,
2- Hüsn-i Edeb,
3- Cömertlik,

Sabır ile rıza hakkında şöyle konuşurdu: Sabır darda ve zarûrette kalanların azığıdır. Rıza ise âriflerin makamıdır. Gerçek sabır, şikayet edip sızlanmadan yapılan sabırdır.

Kendinden nasihat isteyen birine:

“Nefsini mücâhede ile öldür ki, müşâhedeyle diriltebilesin” dedi.

O’nun telakkisine göre amellerin en faziletlisi sırrın masivâya yönelmekten korunmasıydı.

Derdi ki:

Gerçek sevgi, Allah Teâlâ’yı kalb ile tanımak, huzur ve saygı duygusu içinde dil ile O’nu zikretmektir. Mâsivâdan himmet ve alâkayı kesmektir. Çünkü mâsivâ ile hoşnud olan aldanmıştır. Yol apaçıktır. Hakk zâhirdir, Kur’ân ve sünnetin dâveti duyulmuştur ve bu kâfidir. Bundan sonraki şaşkınlık sadece körlüktür.

Hanımı Fâtıma, Belh sultanının kızıydı. İçinde tevbe arzusu uyandığında Ahmed’e elçi gönderip kendisini babasından istemesini teklif etti. Ahmed, önce cevap vermedi. Bunun üzerine Fâtıma tekrar, “Ben senin rehber olduğunu sanmıştım. Sen ise rehzen (yol kesici) imişsin” diye Ahmed’e elçi gönderdi. O da onu babasından istetti. Babası da Fâtıma’yı onunla nikâhlamaya gönülden razı oldu. Fâtıma, zühd yaşayışına meraklı, âlâyiş ve gösterişten hoşlanmayan zâhide bir hanımdı. Eşine bu konuda yardımcı oldu. İkisinin menkıbeleri bu yüzden dillere destan oldu. Kocasıyla birlikte Bayezid Bistamî’nin sohbetlerinde bulundu. Bayezid onu takdirle överek şöyle derdi: “Kadınlar libâsı içinde bir er görmek isteyen Fâtıma’ya baksın!”

İbn Hadraveyh ile hanımının şu kıssaları meşhurdur:

Ahmed bin Hadraveyh, hacc dönüşü Yahya bin Muaz’ı Belh’e dâvet etmek istedi. Hanımıyla bu dâvetten yapılacak ikram konusunu istişâre etti. Fâtıma şöyle konuştu:

Bu dâvette bir çok koyun ve sığır kesmeli. Şu kadar malzeme almalı; buhurlar, şamdanlar, miskler ve diğerleri tam tekmil olmalı. Arkasından yirmi tane eşek kesmeli.

İbn Hadraveyh bunu duyunca şaşaladı ve sordu:

Hepsini anladım da bu yirmi eşek neyin nesi,onu anlayamadım. Fâtıma dedi ki:

Kerem sâhibi birine ikramda bulunan bir mükrimin ikram ve ihsanlarından mahallenin köpekleri de nasiplerini almalıdır.

İbn Hadraveyh’in evine bir gün hırsız girmişti. Hırsız her tarafı karıştırdığı halde götürecek birşey bulamayınca çıkıp gidiyordu ki arkasından seslendi:

Delikanlı al şu kovayı doldur, abdest al ve namaz kıl. Belki sabaha kadar evime birşey getiren olur da, ben de onu sana veririm, dedi.

Genç hırsız şaşkınlıkla kovayı aldı, su doldurdu, abdest aldı. Sabaha kadar namaz kılmaya devam etti. Sabahleyin ağanın biri bir kese altın gönderdi. Şeyh hırsıza seslenerek:

Al şunu, bir gece namaz kılmanın karşılığı budur, dedi. Bunun üzerine genç, hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlayarak tevbekâr oldu. Ve İbn Hadraveyh’in müridleri arasına katıldı.

İbn Hadraveyh her işte Hakk’ın rızasını arayanlardandı. Nitekim dervişin biri ona misâfir olmuştu. İbn Hadraveyh onun için yetmiş mum yaktı. Derviş bu durumdan sıkılarak:

Tasavvuf resmiyet ve tekellüf müdür ki bu kadar sıkıntıya giriyorsun? dedi. O da:

Öyleyse bunlardan hangisi Hakk rızası ile yakılmamışsa söndür, dedi. Derviş sabaha kadar su ve kum taşıyarak bu mumları söndürmeye çalıştı ise de başaramadı. İbn Hadraveyh ertesi gün dervişe: “Bundan daha acayib şeyler görmek ister misin?” dedi. Birlikte yürüdüler. Bir kilisenin yanından geçerken orada oturan Hıristiyanlar onları içeri çağırdılar. O, yanındaki dervişle birlikte içeri girdi. Kilisedekiler bir müddet sonra sofra kurup İbn Hadraveyh ve dervişi davet ettiler. İbn Hadraveyh:

Hakk dostlarının hakk düşmanlarıyla birlikte yemek yemesi yakışık almaz, dedi. Onlar da:

O halde bize Hakk’ı öğret, dediler. O da onlara İslamı telkin edince orada bulunanlardan yetmiş tanesi müslüman oldu. İbn Hadraveyh o gece rüyasında şöyle bir hitap duydu: “Sen bizim için yetmiş mum yaktın. Biz de senin için yetmiş gönlü imân ateşiyle yaktık.”

Birgün yanında “Allah’a koşunuz!. “(ez-Zariyat, 50) âyeti okunduğunda şöyle demişti:

Bunun anlamı her hususta koşup sığınılacak yerin Ulu Allah’ın katı olduğunu öğretmektir.

“Allah sevgisinin alâmeti nedir?” diye soranlara:

Böylelerinin kalbleri, Allah’ın zikriyle dolu olduğundan ne dünyaya, ne de ahirete aid hiçbir şey, onların gönüllerinde yer tutmaz. Böyleleri Hakk’a hizmetten başka birşey arzu etmez. Hısım ve akrabalarının arasında bile olsa kendini garip sayar. Çünkü o, Allah’tan başka herşeye kendini yabancı görür.

Anlatıldığına göre, Ahmed İbn Hadraveyh, son nefesini vermek üzere iken müridlerinden biri yanına sokulup bir soru sordu. O, yaşlı gözlerle şu cevabı verdi:

Yavrum, doksan beş seneden beri çaldığım kapı açılmak üzere. Fakat bilemiyorum bu kapı bana mutluluk mu getirecek, yoksa bedbahtlık mı? Böyle bir anda senin soruna nasıl cevap verebilirim?

İbn Hadraveyh birinden yüz bin dirhem borç istedi. Borcu istediği adam:

Sen dünyaya değer vermeyen dervişlerden değil misin? Ne yapacaksın bu kadar parayı? diye sordu. O şu karşılığı verdi:

Birkaç lokma salın alır, bir fakirin ağzına koyarım. Ama hiçbir sevap beklemeden. Çünkü Hakk nezdinde dünyanın tamamının değeri sivrisineğin kanadı kadar bile değil, yüz bin dirhemin esâmîsi okunur mu hiç? Biz yaptığımızı Hakk rızası için yapmaya çalışırız, bizim sermayemiz o.

Ölüm döşeğindeydi. Yedi yüz dirhem borcu vardı. Alacaklılar etrafını sarıp oturmuşlardı. Şöyle bir yüzlerine bakıp dua etti:

“Allah’ım, sen mal sahipleri için rehini bir teminât yaptın. Benim canım, alacağıma mahsuben onlara rehindi. Şimdi ruhumu kabzediyor ve onların teminatlarını ellerinden alıyorsun, o halde benim nâmıma borçlarımı sen ödeyiver!” Bu sırada kapı çalındı. İçeri giren kimse, “İbn Hadraveyh’ten alacağı olanlar kimlerdir?” diye sordu ve hepsini ödedi. Onun ruhu da Mele-i Ala’ya uçtu gitti.

-rahmetullahi aleyhi-

KAYNAKLAR : Sülemî, Tabakatu’s-sûfiyye, s. 103-106; Hilyetü’l-evliyâ, X, 42-42, Sıfatu’s-safve, IV. 163-164; Kuşeyrî, er-Risâle, l, 103-104; Keşfu’l-mahcûb, l, 322-324; Nefehâtu’I-üns Terc., s 108; Şârânî, et-Tabakatu’l-kübra, 1.70;, ibnu’l-Mulakkın, Tabakatu’l-evliyâ, s. 37-39: el-Kevâkibu’d-dürriyye, 1,198; Tezkiretü’l-evliyâ, s., 348-355