Altınoluk Dergisi, 1990 – Subat, Sayı: 048, Sayfa: 035
Adı Ahmed bin Muhammed, künyesi Ebu’l-Abbas, nisbesi Et-Tusî, şöhreti İbn Mesrük. Aslen Tus şehrinden, orada yetişti. Bağdat’ta yaşadı. Haris Muhasibi, Seriyy esSakatî ve Muhammed bin Hüseyn el-Burcülanî’nin sohbetlerinde bulundu. Ebu Ali Rüdbarî’nin üstadıdr. Muhammed bin Bekkar, Ceyhan bin Ferrüh ve Ahmed ibn Hanbet gibi muhaddislerden hadis rivayet etti. Ca’fer el-Huldî ve İbn Ubeyd el-Askerî’nin kendisinden rivayetleri vardır. 298/910 yılında seksen dört yaşında olduğu halde vefat etti. Kaynaklarda Kanaat ile ilgili bir risalesi olduğu yazılıdır.
İbn Mesruk’un Cüneyd el-Bağdadî ile sıkı bir dostluk münasebetleri vardı. Birbirleri hakkında hüsni zanları vardı. Hatta bir defasında İbn Mesrük’a “Günümüzün kutbu kimdir?” diye sormuşlardı da O: “İyice belli değil ama, işaretin hükmüne göre Cüneyd’dir” cevabını vermişti. Temkin ehli kırk süfînin hizmetinde bulunduğunu anlatırdı..
İbn Mesrük, zühd ve takvasıyla, özellikle riyazatıyla ünlü süfîlerdendi. Aşırı riyazat düşkünlüğü sebebiyle haftada sadece bir kaç defa yer içerdi. Cuma günleri dinlediği vaazların etkisiyle hastalanır, büsbütün yemeden içmeden kesildiği olurdu.
Takva konusunda söz söyleyen süfîlerdendi. Havfin, recadan çok olması gerektiğine inananlardandı. Bu yüzden takva, gözlerini dünya aydınlığına dikmemen, kalbinde dünyaya yer vermemendir der, takvayı tahakkuk ettiren kimseye dünyadan yüz çevirmenin basit geleceğini söylerdi.
Derdi ki: Hakk’tan başkasıyla neşelenenin neşesi dertler doğurur. Ünsiyeti, Rabbinin hizmetinden başka yerde olanın ünsiyeti, sıkıntı getirir. Çünkü Hakk’dan gayrı herşey fanîdir. Fanî ile sevinen, fanî fena bulunca üzülür. Hakk’ın hizmetinden başka herşey boştur. Sıkıntıların ve dertlerin temel kaynağı O’ndan başkasını görmektir.
İbn Mesrük, kalbine gelen düşünceler konusunda Allah ile murakabe halinde bulunanı, Allah Teala’nin, organlar ile ilgili hareketler konusunda koruyacağını söylerdi. Marifete talib olmadan önce müridlik mertebelerini sağlamlaştırmayan kimsenin cehalet içinde bulunduğuna inanırdı. Tevbesini tamamlamadan müridliğe soyunanın ne aradığının farkında olmadığını ifade ederdi. Ne aradığını bilmeyen de, bulunduğunun farkında olmazdı.
Ma’rifet ağacının pişmanlık suyu ile sulanması gerektiğini, aşk ağacının ise sevgilinin arzusuna uymakla büyüyüp serpileceğini söylerdi.
Hal (batın) ilmi ile, kıyam (zahir) ilmini kıyas eder ve hal ilmini yakîne erdirme konusunda kıyam (zahir) ilminden daha müessir sayardı.
Allah Teala dünyayı, “yalnızlık” damgası ile damgalamıştır ki itaat ehli kişiler Allah’tan başkasına bel bağlamasınlar.
Müminlerin hakkına gösterilecek saygının Allah’ın hakkına saygı demek olduğunu söylerdi. Takvanın hakikatine de ancak bununla erişilebileceğini eklerdi.
İbn Mesrük misafirperverdi. Misafirlerine hizmet etmekten hem uzun süre hizmet etmekten zevk alırdı. Nitekim bir misafirine şöyle demişti:
Misafirlik üç gündür. Bundan fazla kalarak bana ikramda bulunmuş olursun.
“Tevekkül nedir?” diye soranlara:
Kalben Allah’a güvenmektir, cevabını verirdi.
Bir başka seferinde şöyle tanımlamıştı tevekkülü: “Kendisiyle meşguliyetin, sonuçta senin aleyhine olacak şeyi bırakıp lehine olacak olanla meşgul olmandır.” Tedbir düşüncesini terkedenin rahat yaşayacağını söylerdi.
Zahid, Allah ile beraber bulunmayı hiçbir hazîneye değişmeyen kişiydi. Ona göre çok bakmak kalpten ma’rifet-i ilahiyyeyi alıp götürürdü.
Çıplak aklın işe yaramadığını, aklının kendisine kuracağı tuzaktan korunamayanın aklına güveni sebebiyle helak olabileceğini söylerdi. Sevgiyi, seveni sevilene bağlayan bir bağ ve sevilenin sevenine vurduğu bir geni olarak görürdü.
Tasavvuftan sordular. Dedi ki:
Tasavvuf ayrılmak kabil olan şeyden gönülleri temizlemek ve yine gönlü kendisinden ayırmak kabil ve caiz olmayana bağlamaktır.
Sema konusunda şöyle konuşurdu:
Hali sağlam, ilimde imam, zahirde ve batında istikamet sahibi olmayan dervişlerin sema yapmaları yakışmaz. Bizim gibilere ise sema hiç yaraşmaz. Çünkü bizim kalplerimiz, henüz ibadetlerle ülfet halinde değildir. Kendimizi ibadete zorla sevkediyoruz. Nefsimizi kendi haline bırakırsak ve semai mubah sayarsak bu ruhsattan istifade ile başka ruhsatlara yönlendirir bizi.
Sema bilindiği gibi, başlangıçta şiir ve ilahîleri beste ile okuyup dinlemek ve bunlarla telezzüz edip vecd arayışı içinde olmaktı. Mecliste bulunanları ilahî mesajı almaya hazırlamaktı. Daha sonraları tasavvuf musikisi anlamına kullanılmaya başlandı. Türkçede ise tamamen bir tarikatın (Mevlevilik), zikir ve ayininin özel adı oldu. Fıkıh ve tasavvuf kitaplarında “sema” denilince genellikle kasdedilen, tasavvuf musikîsidir.
Terbiyecisi Rabbı olan kimseyi, hiç kimse mağlub edemezdi, menfi bir tesirle etkileyemezdi. Çünkü terbiyecisi Rabbı olan arifin en çok korktuğu şey, Hakk’ın rızasını fevtetmekti.
Ömrün değerli bir sermaye olduğuna inanan İbn Mesrük, kişinin anasının karnından doğduğu andan itibaren bunu hovardaca tükettiğini söylerdi. Müminin zikirle, münafığın yemekle kuvvet bulacağına inanırdı.
Gençlik ve dinçlik zamanındaki ibadetlerin kadrini över, kendisinin o dönemine ve o dönemdeki ibadetlerine hasret duyardı: “Müridliğimin ilk yıllarında dinçtim, iradem sağlamdı. Gençtim, himmet ve gayretim yamandı. Zorluklar beni yıldırmazdı. Zaman zaman ahu eninim olsa da, yolumdan dönmez, vuslata koşardım. Ama şimdi artık fetret devrini yaşıyorum. Geçmişte boşa geçirdiğim zamanlarıma üzülüyor, iyi günlerime hasret çekiyorum. Şimdi safaya uygun bir zaman ele geçiremiyorum.”
Bir gün bir davet yemeği vermişti. Davetliler sıra sıra gelmeye başladılar. Ancak aralarında bir de davetsiz kişi vardı. İbn Mesrük, bu davetsiz gelen zatı görünce hemen koştu, karşıladı ve ona diğerlerinden fazla iltifat gösterdi. Sebebini soranlara:
Ben ona ne kadar iltifat edip tevazu göstersem yeridir. Çünkü o tevazu gösterip benim yemeğime geldi. Onun bu iyiliğine başka türlü nasıl mukabele edebilirim.
-rahmetullahi aleyh-
Kaynaklar: Kuşeyrî, er-Risale, l, 142; Hilyetü’levliya, X, 213-215; Keşfu’lmahçûb, l, 358-359; Tezkiretü’l evliya (trc. S. Uludağ), s. 587-589; Nefehatü’l-üns (trc. Lamiî Çelebi), s. 141-142; Sıfatu’s-safve, IV, 128-129; el-Kevakibu’d-dürriyye, l, 196-197; Şârânî, l, 80; Siyeru a’lami’n-nübela, XIII, 494-495; Tabakatü’l-evliya, s.79-80; Tabakatu’s-sûfiyye, s. 237-241.