Altınoluk Dergisi, 1990 – Temmuz, Sayı: 053, Sayfa: 030
İBN ATA
Adı Ahmed ibn Muhammed, künyesi Ebu’l-Abbas, nîsbesi el-Edemî, Zarif ve alim bir şeyh olarak tanınır. Bağdatlıdır. Kur’an’ı anlama ve anlatma konusunda özel bir yolu ve üslubu vardı. Nefehat müellifi onun, Kur’an’ı baştan sona işarî, yani tasavvufî üslubda tefsir ettiğini söylerse de bu eser bugün elimizde mevcut değildir. İbrahim el-Maristani, Cüneyd el-Bağdadi gibi devrin tanınmış şeyhlerinden ders aldı. Ebu Said el-Harraz gibi tanınmış sufilerin hürmetini kazandı. Nitekim Ebu Said onun hakkında: “Tasavvuf ahlak güzelliğidir. İnabe ve intisab değil. Ben, bu manada gerçek tasavvuf ehli olarak Cüneyd ve İbn Ata’yı gördüm” şeklinde konuşurdu.
Nefehat, onun Hallac yüzünden 309H./921M. yılında katledildiğini kaydeder.
İbn Ata’dan sordular:
– Mürüvvet nedir? Şu karşılığı verdi:
– Allah için yaptığın amelini çok görmemen, aksine azımsamandır.
– İbadetlerin en faziletlisi hangisidir? diye soranlara:
– Daima Allah Teala’yı mülahaza etmen, huzur halini korumandır, derdi.
Edeb konusunda söz söyleyen belli başlı sufilerden biriydi. Ona göre edeb: Beğenilen güzel hal ve sıfatlar içinde olmaktı. Gizli ve aşikar Allah’a karşı bütün amel ve ibadetlerinde edeb üzere bulunmaktı. Böyle yapan ancak edebli sayılır değilse yabani ve kaba damgasını yerdi. Zahir ve batın edebe riayet edenin konuşması da, susması da hep edebdendi. Edeb, su ve toprağa, dünya ve ahvaline aldırmadan hak île muamele etmek, kendi fiilini görmeyip her şeyi Hakk’ın fiili görmekti.
Ka’be ile kalbi mukayese eder; Ka’be’de Makam-ı İbrahim’in, kalbde Allah’ın eserlerinin bulunduğunu, Ka’be’nin de kalbin de direkleri olduğunu söyler, Ka’be’nin direkleri taştan, kalbin direkleri marifet nurundandır, derdi.
Nefsini sünnetin gösterdiği adaba uymaya zorlayan kimsenin kalbini Allah Teala marifet nuru ile doldurur. Çünkü her türlü davranış ve fiilde Allah’ın sevgili peygamberine uymaktan daha şerefli bir makam yoktu. Kavlen ve fiilen onun edebi ile edeblenmekten daha şerefli bir tavır da söz konusu olamazdı.
Heybet ve hayayı en büyük bilginlik alameti sayar, heybet ve hayadan mahrum olan kimsenin her türlü hayırdan mahrum kalacağını söylerdi. Haya, Hak’tan ve halktan utanmak, heybet Hak’ka sevgi duyarak O’ndan korkmaktı. Heybet vera ehlinde, yani haram ve şüphelilerden sakınanlarda olurdu. Veraı olmayanın heybeti söz konusu olamazdı.
Sordular:
– Ariflerin kalbi ne ile sükunet bulur?
– Bismillahirrahmanirrahim île, dedi. Çünkü Bismillah lafzında Allah’ın heybeti, Rahman’da yardım ve nusreti, Rahim’de dostluk ve muhabbeti vardır, derdi.
Allah ile muamelesinde Allah’ın kendisine verdiği bir ru’yet ve anlayış üzre olan kimse su üzerinde yürüse, havada uçsa bunda şaşılacak ne var? Zira emr-i ilahinin her biri insana şaşkınlık ve hayret verebilecek ölçüdedir.
Allah ile kul arasında insaf üç yerde olur, derdi. “Yardım dilemede, gayrette ve edebde. Kul yardım diler, Allah yakınlık kapıları açar. Kul gayret eder, Allah tevfik ve başarı ihsan eder. Kul edebe sarılır, Allah ona ikram ve ihsanda bulunur.”
Salihlerin adabını benimseyen kimsenin keramet seccadesine oturmaya hak kazanacağını, velilerin adabını benimseyenin Hak’ka yakınlık postuna layık olacağını, sıddiklerin adabını benimseyenin müşahede makamına ereceğini, nebilerin adabını benimseyenlerin ise Hak’kın dostluğuna (üns) ereceğini söylerdi.
İbn Ata der ki:
Adem cennette yasak meyveden yediğinde altın ve gümüş hariç orada bulunan her şey onun için ağladılar,göz yaşı döktüler. Allah Teala altın ve gümüşe: “Siz niçin Adem’e ağlamıyorsunuz?” diye sordu. Altın ve gümüş: “Biz sana isyan edene ağlayamayız.” diye cevap verdiler. Bu cevap üzerine Allah Teala buyurdu ki: “Öyleyse Ben de her şeye sizinle bir değer ve kıymet ölçüsü vereceğim, Adem evladını da size hizmetçi kılacağım.”
Şefkat, kendisini en güzel hale getirinceye kadar mü’minin peşini, gaflet de kendisini en kötü duruma düşürünceye kadar günahkarın peşini bırakmaz, derdi. Gafletin en büyüğü kulun Rabb’ından, O’nun emirlerinden gafleti idi. Hak ile olan muamelesindeki unutkanlık ve nisyanıydı. Şüphesiz nisyanın sonu da isyandı.
Aklın en sağlamı başarıya götüreni, ibadet ve taatlerin en kötüsü insanda benlik ve kendini beğenme duygusu doğuranıydı. Günahların en hafifi ise hemen ardından tevbe edileniydi. Tabiatın hoşlandığı şeylerle sükunete erivermek sahibinin hakaik mertebesine ulaşmasına perde ve engel olur. Çünkü hedef tabiatın muktezası değil, ruhun muktezasıdır. Ruhun arzuladığı ise marifet-i ilahidir.
Kalbin başkaları île ülfeti ona göre, Hak île ülfetinin olmayışındandı. Çünkü Allah ile ünsiyet peyda eden kalb, masivadan uzaklaşırdı.
Derdi ki: “Kalbini zikir ehlinin meclislerinde yakın tut. Belki bu suretle gafletten kurtulursun. Salih kimselerin hizmetinde bulun. Belki bu sayede alemlerin Rabbına taate alışırsın.”
“Esbaba güvenmek bir aldanıştır. Meydana gelen manevi hallere aldanmak esas halleri yara-dana giden yolu keser.” derdi ve Ademin cennetten çıkarılmasına sebep olan yasak meyveyi yemesi olayını şöyle anlatırdı:
– Adem o yasak meyveden yedi. Allah Teala ona gazab etti ve onu cezalandırdı. Adem suçunu anlayınca şöyle yalvardı: “Ya Rabbi, beni niye cezalandırdın? Halbuki benim o meyveyi yemekteki kastım, cennetinde sana yakın olarak ebediyen kalmaktı.” (Bk. Taha Suresi, 20/120) Hak Teala Adem’e: “Ey Adem, sen burada kalmayı o yasak ağaçtan umdun. Onun meyvesini yiyerek burada ebediyen kalacağını sandın. Ben’den bir talebde bulunmadın. Müsebbibu’l-esbabı bırakıp sebebe aldandın. Ben de bu yüzden seni uyarmak üzere cennetten çıkardım” buyurdu.
Peygamberlerden avama kadar bütün halkın bir görevi ve yaradılış sırrı olduğunu şöyle açık-lardı:
“Allah peygamberleri Hak’kı müşahede, velileri Hak’ka mücaveret ve yakınlık, salihleri takva, avamı mücadele için yaratmıştır”
“Allah Rasûlü’nde sizin için en güzel örnek vardır.” (Ahzab Suresi, 33/21) ayetindeki “En güzel örnek”i iyi huylar, hoş haller, beğenilen ibadetler olarak açıklar, batın alemine ait sırlar, keşf ve işaretler olarak görmezdi. Çünkü Hz. Peygamberin batın ve sır alemine ait bilgi ve işaretleri taşımaya ondan başkasının gücü yetmezdi.
Maneviyyat yolunun herşeyden önce güzel ahlak yolu olduğuna inanır ve bu yolda yükselip ilerleyenlerin namaz, oruç, sadaka ve mücadele île değil iyi huy ve güzel ahlakla ilerleyip yükseldiğini söylerdi.
İbadet sırasında yapılan bazı fillerin manevi yönünü şöyle açıklardı.:
“Abdestte el yıkamak Hak’tan gelen iyilik ve kolaylıkla yetinmekti. Yüzü yıkamak dünyadan yüz çevirmekti. Başa meshetmek nefsi bir yana atmaktı. Ayakları yıkamak Hak’kın münacaatına hazır olmaktı. Namaz için tekbir alındığında bütün benlik ve nefsani varlıktan çıkılır, tam bir şekilde namaza durulmuş olurdu. Kalbde ve kalıpta bu mana tahakkuk ettikten sonra Hak’ka münacat tam sağlam olurdu.”
Müridlerine şöyle bir hikaye anlatırdı:
Dervişlerden biri çölde dolaşırken yolunu şaşırır ve kendini bir suyun başında bulur. Suyun kenarında ay yüzlü bir güzel kızla karşılaşır. Kızın cazibesine kapılan derviş onun yüzüne şaşkın şaşkın bakar. Dervişin şaşkınlığını farkeden kız:
“Yanıma yaklaşma ve bana öyle alık alık bakma” der. Bu sözü duyan derviş:
“Bütün varlığım sana meyletti. Herşeyim seninle meşgul. Nasıl bakmam?” der. Bunun üzerine kız:
– Biraz ilerde bir güzel kız daha var. Onu görsen, ben ona hizmetçi bile olamam, diye karşılık verir. Derviş dönüp kızın gösterdiği tarafa şöyle bir bakar fakat kimseyi göremez. Bu sefer kız:
– Doğru sözlülük ne kadar güzel, yalan ne kadar çirkin. Senin söylediklerine inanarak bütün varlığınla bana bağlandığını sanmıştım. Halbuki sen benden başkasına bakıyorsun, der. Derviş utanır, mahcubiyetinden başını önüne eğer. Bir süre sonra başını kaldırdığında kimsecikler yoktur ortada.
Bir gün biri geldi ve İbn Ata’ya sordu:
– Ben inzivaya çekilip halktan uzaklaşmak istiyorum. Ne dersiniz? İbn Ata:
– Halktan uzaklaşınca kiminle olacaksın? diye sordu. Cevap bulamayan adam:
– Peki başka ne yapabilirim? diye karşılık verdi. İbn Ata:
– Zahirde halk ile, batında Hak île olmaya çalış, diye öğüt verdi.
-Rahmetullahi aleyh-
Kaynaklar: Tabakatu’s-Sufiyye, s. 265-272; Hılyetül-Evliya, X, 302-305;Sıfatü’s-Safve, II, 444-446; er-Risaletu’l-Kuşeyriyye, !, 146-147; Keşfu’l-Mahcub, I, 361; Tezkiratu’1-Evliya (trc. S. Uludağ), s. 523 vd.; Nefehatu’l Üns, (trc. Lamii Çelebi), s. 191-192; Şa’rani, et-Tabakatu’l-Kübra, I, 81-83; el-Kevakibu’d-Durriyye, II, 13-14; Tabakatü’l-Evliya, s.59-61