I. KAVRAMSAL FÜTÜVVET ya da FÜTÜVVET AHLÂKI
Kavram olarak fütüvvet, genellikle başkasını kendine tercih etmek, engin bir mürüvvete sahip olmak demektir. Fütüvvet, mürüvvet ve uhuvvet ile irtibâtlıdır. Lügatte cesaret, yiğitlik ve mertlik anlamına gelen fütüvvet, tasavvuf çevrelerinde diğergâmlık, cömertlik ve şefkati de içine alan bir terim olmuştur.
Fütüvvet kavramının kullanılmaya başlanmasının tarihi oldukça eskidir. İslâm öncesi dönemde Araplarda fetâ ve fütüvvet adıyla bir teşkîlattan bahsedilir. Tasavvuf erbâbı Kur’an’da geçen “fetâ” (ç. fityân) kelimesini fütüvvetin esası sayar. Kur’an-ı Kerîm’de fetâ, fitye ve fityân kelimeleri gerek lügat mânâsına gerekse daha sonraki ıstılâhî mânâsına uygun olarak İbrâhim ve Yûsuf ile Mûsâ’nın yanındaki genç (muhtemelen Yûşâ) için kullanılmıştır. Nitekim putları kıran İbrâhim (a.s.) ile ilgili olarak şöyle buyrulmuştur:
قَالُوا سَمِعْنَا فَتًى يَذْكُرُهُمْ يُقَالُ لَهُۤ اِبْرٰه۪يمُ
“Bir delikanlı (fetâ) işittik, onları diline dolamıştı. Adına İbrâhim denilirmiş, dediler.”[1]
Yûsuf’un günahsızlığına işâret için şöyle buyrulur:
وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَد۪ينَةِ امْرَاَتُ الْعَز۪يزِ تُرَاوِدُ فَتٰيهَا عَنْ نَفْسِه۪ قَدْ شَغَفَهَا حُبًّا اِنَّا لَنَرٰيهَا ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ
“Şehirde bir takım kadınlar: Vezirin karısı, delikanlısından/fetâsından kâm almak istiyormuş; onun sevgisi bağrını yakmış; doğrusu onun sapıtmış olduğunu görüyoruz, dediler.”[2]
Mûsâ (a.s.)’ın yanındaki fetâsı ile ilgili olarak da şöyle buyrulur:
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِفَتٰيهُ لَاۤ اَبْرَحُ حَتّٰىۤ اَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ اَوْ اَمْضِيَ حُقُبًا
“Musa, genç arkadaşına/fetâsına: Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye kararlıyım, demişti.”[3] Burada geçen fetânın Yûşa olduğu söylenir.
Gördükleri baskıya rağmen îmân mücâdelesinde büyük fedâkarlık gösteren ve bu uğurda ülkelerini terk eden gençler için de Kehf sûresinde fitye kelimesi kullanılmıştır:
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَاَهُمْ بِالْحَقِّ اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًى
“Biz onların başından geçenleri sana hakk olarak anlatırız. Şüphesiz ki onlar Rablarına îmân eden yiğit (fitye) kimselerdi. Biz onların îmânlarını artırmışdık.”[4]
Fütüvvet, îsâr ya da empati
Fütüvveti kavram olarak ilk târif edenin Câfer Sâdık olduğu kabul edilir. Ona göre fütüvvet, bugün kullanılan empatiden çok yüksek Kur’an’daki îsâr ile irtibâtlıdır. Ele geçen bir şeyi tercîhan başkalarının istifâdesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir. Dolayısıyla fütüvvet ahlâkının esâsı îsârdır; yâni kişinin kardeşini kendi nefsine tercih etmesidir. Nitekim Arapçadaki fetâ, Farsçadaki civânmerd ve Türkçedeki karşılıkları olan delikanlı kelimesinde ferâgat anlamı vardır. Kendi ihtiyacından önce kardeşinin ihtiyacının giderilmesini istemek fütüvvet icâbıdır. Gençte bulunan ferâgat ve delikanlılık duygusu.
Fütüvvet kendini değil, Peygamberimiz gibi ümmetini düşünmek, insanların derdleriyle derdlenmek, kendisi için istediğini başkaları için istemek, kusur ve ayb örtücü olmak, nefse düşmanlık, fakirden nefret duymamak, zenginlerin peşinde dolanmamak, eline girenle çıkanı bir görmek, kimseye kin tutup düşman olmamak, kimseden mürüvvet ve insaf beklememek, herkese karşı mürüvvet ve insâf sahibi olmak, dünyadan da ukbâdan da geçmektir.
Benzerlikler sebebiyle sûfîler fetâyı sûfî, fütüvveti de tasavvuf olarak görmüşlerdir. Zaman zaman birbirinin yerine kullanılmakla birlikte tasavvufta fütüvvet ahlâkî bir erdem ve tasavvufî bir kavram olarak önemli bir yeri hâizdir.
Fütüvvet kendisini küçük, kardeşlerini büyük görmek, iyi ahlâklı ve cömerd; vefâlı/güvenilir, merhametli, fakr sıfatlı, konuk sever, mahcub ve civânmerd olmaktır. Kardeşini, kendi nefsine tercih edip, kendisine yapılmasını istediği tüm iyiliklerin ziyadesiyle ona yapılmasını, kendisine yapılmamasını istediği herhangi bir kötülüğün zerresini dahi kardeşine yapılmamasını istemek fütüvvet ahlâkı gereğidir. Yûsuf gibi kendine cefâ eden kardeşlerine: لَا تَثْر۪يبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ
“Bugün kınamak yok” diyebilmektir.[5]
Kur’an’daki îsâr âyeti âdetâ fütüvvetin anlamını açıklamaktadır:
وَالَّذ۪ينَ تَبَوَّؤُا الدَّارَ وَالْا۪يمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ اِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ ف۪ي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّاۤ اُوۧتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلٰىۤ اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِه۪ فَاُوۨلٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Daha önceden (Medine’yi) yurt edinen ve gönüllerine îmânı yerleştirenler, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri ihtiyaç içinde bulunsalar bile kardeşlerini nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimrilik ve pintilik tutkularından korunursa, işte onlar, felaha erenlerdir.”[6]
Bu âyetin sebeb-i nüzûlü için Ebû Hureyre (r.a.) şu olayı anlatır: Bir gün bir adam Peygamber (s.a.)’e geldi ve: “Ben açım” dedi. Allah Rasûlü hanımlarından birine haber göndererek yiyecek bir şeyler istedi. O da: “Seni peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok” dedi. Hz. Peygamber bir başka hanımından yiyecek bir şeyler istedi, o da aynı cevabı verdi. Daha sonra ashâbına dönerek: “Bu gece bu şahsı kim misâfir etmek ister” diye sordu. Ensâr’dan biri: “Ben misâfir ederim” diyerek alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına: “Rasûlullâh’ın misâfirini ağırla” dedi. Hanımı: “Sadece çocukların yiyeceği kadar bir şey var” dedi. Sahâbî: “Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misâfirimiz içeri girince de lambayı söndür. Sofrada yiyormuş gibi yaparız” dedi. Sofraya oturdular. Misâfir karnını doyurdu, ev sahibi de aç yattı. Sabahleyin bu sahâbî Peygamber’in yanına gitti. Onu gören Hz. Peygamber: “Bu gece misâfirinize yaptıklarınızdan Allâh Teâlâ memnun oldu” buyurdu.[7]
Enes b. Malik (r.a.)’ten gelen şu rivayet de aynı anlamı teyid etmektedir: “Hiç biriniz, kendiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için arzu etmedikçe iman etmiş olamazsınız.”[8]
Numan b. Bişr (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.)’tan gelen şu rivâyet de fütüvvetin anlamını açıklamaktadır: “Birbirine merhamette, muhabbette, lütuf ve yardımlaşmada bütün müminler sanki bir vücud gibi görürsün. O vücudun bir organı hastalanınca, vücudun diğer kısımları ona ortak olur.”[9]
Bir gün bir sâil gelmişti. Allah Rasûlü ona bir şeyler verilmesini istedi. Hz. Ali kalktı, bir dînar, beş dirhem ve bir kap yemek getirdi. Hz. Peygamber sorunca dedi ki: “Önce bir parça yemek vermeyi düşünmüştüm. Ardından hatırıma beş dirhem geldi, giderken bir dînarım var onu da vereyim dedim. İçimden geçeni vermemezlik edemezdim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): “Ali’den başka yiğit (fetâ); zülfikârdan başka kılıç yoktur”[10] buyurdu.
Fütüvvetin aslı
Fütüvvetin aslı dîni gözetmek, sünnete uyarak, Allah’ın peygamberine emrettiği sözleri tutmaktır:
خُذِ الْعَفْوَ وَاْمُرْ بِالْعُرْفِ وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِل۪ينَ
“Afvı al, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.”[11]
اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَا۪يتَاۤئِ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَاۤءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
“Allah adaleti, iyiliği, yakınlara vermeyi emreder, fuhşu, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar, size tutasınız diye öğüt verir.”[12]
II. KURUMSAL FÜTÜVVET ya da FÜTÜVVET TEŞKİLATI
Fütüvvet genç bir insanda bulunması gereken güzel vasıfların tümüdür. İslâm’ın ilk asrının ortalarına doğru, Arabistan’da siyasal olayların anormal gelişmeleri sırasında Hz. Ali’nin yiğitlik ve savaşçılık yönü, gittikçe artan ve yayılan ünü, onu İslâm’da en iyi fetâ örneği olarak tanımlayarak fütüvvet onun adına hicrî III. Asır’da Horasan ve Nişabur bölgesinde kullanılmaya, IV ve V. Asırdan sonra ise kurumsallaşmaya başladı. Fütüvvet ehlinin nizamnameleri, başlangıçtan beri fütüvvetnâmelerdir. Bugün elimizde mevcud fütüvvetnâmelerin ilki Sülemî Ebû Abdurahmân’a (ö.412/1021) âiddir. Fütüvvetnâmelerde fütüvvetin esasları, ahlâkî ve sosyal prensipleriyle, fütüvvete kabul şartları yazılıdır.
Fütüvvet teşkilâtının ilk defa Abbasî halîfelerinden Nâsır lidînillâh (Miladî 1180-1225) tarafından sosyal bir düzene sokulduğu bilinmektedir. Devletin siyasî ve içtimaî düzeni bozulunca Nâsır, toplum içinde yaygın bir biçimde bulunan fütüvvet birliklerinden yararlanarak sosyal dengeyi yeniden tesis etmeye çalıştı. Nâsır önce merkezde (Bağdad’da) devrin “Şeyhler şeyhi” unvânını taşıyan Şihâbüddin Sühreverdî (ö.632/1234)’ye bir Kitâbü’l-fütüvve yazdırarak ardından bütün fütüvvet birliklerini kendisine bağladı. Komşu İslâm devletlerine elçiler ve fermanlar göndererek onları da fütüvvet teşkilâtına girmeye çağırdı. Özellikle Anadolu Selçuklu devletiyle bu anlamda bir takım diplomatik temaslar sağladı. Hattâ Şihâbüddin Sühreverdî’yi Konya’ya gönderdi.
Fütüvvetnâmelerde Fütüvvetin esasları
Fütüvvet ehli şu esaslara riâyet etmelidir:
1-Vefâ/doğruluk,
2-Güven/emniyet,
3-Cömerdlik,
4-Nasîhat,
5-Tevâzu,
6-Tevbe,
7-Af.
Fütüvvet ehli şunlardan sakınmalıdır:
1-İçki,
2-Zinâ,
3-Livata,
4-Yalan,
5-Gıybet,
6-Hile.
Bu prensipler “eline, beline ve diline sahip olmak” şeklinde özetlenebilir.
Âdem gibi özür dilemek, Nûh gibi iyi, İbrâhim gibi vefâlı, İsmâil gibi dürüst, Mûsâ gibi ihlâslı, Eyyûb gibi sabırlı, Dâvûd gibi cömerd, Hz. Muhammed gibi merhametli, Ebû Bekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adâletli, Osman gibi hayâlı, Ali gibi bilgili olmaktır.
Seyfî ve kavlî kol
Ciddî anlamda gençleri derleyip toparlayan ve onları belli bir mesleğe yönlendiren fütüvvet hareketi, zamanla “seyfî” ve “kavlî” olmak üzere iki kola ayrılmış, kavlî kol Hz. Ebû Bekr’e, “seyfî” kol da Hz. Ali’ye bağlanmıştır.
Fütüvvet-Tasavvuf benzerliği
Fütüvvet teşkilâtı ile sûfîlik arasında ilginç bir benzerlik söz konusudur. Sûfîlerin giydikleri “hırka” yerine fetâlar “şalvar” giyerler, “tâc” yerine de “şedd” (kuşak) kuşanırlar. Fütüvvet erbâbı, genç meslek sahipleri olduğundan, onlara şalvar giydirilip şedd kuşatılması, süflî duygularına sahip; nefslerine hâkim olmayı sembolize etmektedir.
Meslek sahibi olmak
Fütüvvet yolundaki melâmet anlayışına göre çalışıp kazanmak (iktisab) ve başkalarına yük olmamak, ‘arif” unvanıyla anılıp başkalarına yük olmaktan daha iyidir.” Bu yolun mensupları hem kendilerini gizlemek, hem de çalışıp kazanarak başkalarına yük olmamak için bir meslek sahibi olmayı ve o meslek unvanıyla anılmayı zahid ve sûfi unvanlarıyla anılmaya tercih etmişlerdir.
Sofrası, alnı ve malı
Fetânın sofrası, alnı ve kapısı daima açık olmalıdır. Fetâ cömert olmalı, dünyaya bel bağlamamalı ve on sekiz dirhemden fazla malı varsa dağıtmalıdır (18х3.2=57,6). İlmi ve ilim adamlarını sevmeli, beylerin ve zenginlerin kapılarında dolaşmamalıdır. Konulan bu fütüvvet prensiplerine uymayan kişi fütüvvetten düşer.
III- FÜTÜVVETTEN UHUVVETE /AHÎLİĞE
Fütüvvetin Anadolu’da “Ahîlik” olarak ortaya çıkan şekli ise İslâm iktisadî hayatının müesseseleşmiş bir örneği olarak görünmektedir. “Ahîlik” Arapça “kardeşim” anlamına gelen “ahî” kelimesinden alınmadır. Mâmafih bu kelimenin Türkçede cömerd anlamına gelen “akı”dan türetildiğini söyleyenler de vardır. Meslekî, ahlâkî ve iktisâdî bir kurum olan “Ahîlik” Anadolu’ya münhasır bir teşkilâttır.
Ahîlikteki yol kavramları tasavvuftakilere benzerdi. Tarîkatta yolun başında olana tâlib mürîd denildiği gibi ahîlikte yiğit; tarîkatta yolda ilerleyene sâlik, ahîlikte ahî; tarîkatta yolu tamamlayana vâsıl, ahîlikte “şeyh” adı verilirdi. “Ahî Baba” ve “Ahî Şeyh” en büyük şeyh demekti. Bazen bu anlamda “Kıdvetü’l-fityân” tâbiri de kullanılırdı.
Belli bir dönemden sonra Anadolu’da fütüvvet birliklerinin “Ahîlik” adıyla teşkilâtlandıkları görülmektedir. Yine bu yıllarda “Ahî Evran” diye anılan İranlı Şeyh Nâsıruddîn Mahmûd (ö.660/1262)’un I. Alâeddin Keykubad’ın himâyesinde Ahîliğin teşkilâtlanmasını ve yaygınlaşmasını sağladığı bilinmektedir.
Ahîlik Anadolu’da hızla yayılma zemini buldu. Şehirlerden köylere varıncaya kadar pek çok bölgede ahî zaviyeleri açıldı. Ahîlik, iktisadî hayatın yanı sıra zaman zaman siyasî faaliyetlere de katıldı. Özellikle XIII. asırda siyâsî otoritenin zaafa uğradığı zamanlarda şehirlerin düşman istilâsından korunması, bazı isyanların bastırılması gibi olaylarda da etkili oldukları görülmüştür.
Büyük şehirlerde bulunan ahî birliklerinin her birinin ayrı bir zâviyesi vardı. Haddad (demirci), Harraz (eskici), Hayyat (terzi), Haccam (kan alıcı, hacamatçı), Zeccac (camcı) Nessac (dokumacı), Bezzâz (manifaturacı), Kazzâz (ipekçi), Hallâc (pamuk atan) ve Debbağ (tabaklayıcı), Sarraf (kuyumcu) gibi unvanlar taşıyan ahî zaviyeleri bunu göstermektedir.
Küçük şehirlerde ise muhtelif meslek grupları tek bir birlik meydana getirmekteydi. Anadolu Selçukluları zamanında ahî birlikleri mesleklere âid problemleri halletmekte ve devletle olan ilişkileri düzenlemekteydi. Mal ve kalite kontrolü, fiat tesbiti bu birliklerin göreviydi. Mesleğin geleceği açısından çırakların en iyi şekilde yetiştirilmesine çok önem verilirdi. Anadolu’da köylere kadar yayılan ahilik, pek çok devlet ve ilim adamıyla askerî zümre mensuplarını bünyesine alarak güçlendi. XIV. yüzyıldan sonra ise organize esnaf birlikleri hâlini aldı; sosyal ve siyâsî gücü biraz zayıfladı. Bununla birlikte Osmanlı devletinin kuruluşunda ahîlerin büyük rol oynadığı bilinmektedir.
Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebâli ve devletin kuruluşunda rol oynayan pek çok paşa ve ilim adamı ahîlik mensubuydu. Sultan Orhan’ın Ahilikte “İhtiyaru’d-dîn” makamında bulunduğu, Sultan I. Murad’ın ise “Ahî şeyhi” olduğu bilinen tarihî gerçeklerdir. Özellikle Âşıkpaşazâde, Târih’inde, Rumerenleri dediği ve Abdâlân-ı Rûm, Ahıyân-ı Rûm, Bacıyân-ı Rûm ve Ğaziyân-ı Rûm diye dörde tasnif ettiği gruplardan Ğaziyan-ı Rum, fütüvvetin seyfî kolu olarak mütâlaa edilebilir.
Osmanlı devletinin kuruluşunda rol alan ahî mensuplarını uzun uzadıya anlatmaktadır. Orhan Gazi zamanında Anadolu’yu gezen ünlü Arab seyyahı Ibn Batuta, burada uğrayıp misafir kaldığı ahî zaviyelerini ve onların etkinliklerini anlatmaktadır.
O devirde Ankara ahîleri, yirmi gün müddetle dükkanlarını kapayarak devletten istediklerini elde etmişlerdir. Zamanla tamamen iktisadî bir kurum hâline dönüşen ahîlik, bünyesi içinde yer alan esnaf birlikleri, ustalar, kalfalar ve çıraklardan oluşuyordu. Çıraklıktan itibaren yükselmek için meslekî ehliyet ve liyakat şarttı. Çıraklar mesleği çok iyi öğrenmedikçe dükkân açamazlardı. Esnaf ve dükkân sayıları sınırlı olduğu gibi, mal üretimi de ihtiyaca göre yapılırdı.
İktisâdî hayatta ahîlerin rolü ve faydaları
İktisâdî hayatta ahîlik çok önemli kazanımlar sağlamıştır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:
1. Ahîler yamak, çırak, kalfa ve usta ilişkilerini, evlâd-baba sıcaklığında ve manevî bir ortamda düzenlemiştir.
2. Üreticiyle tüketici arasındaki ilişkileri, ihtiyâç ve verimlilik esasına göre tanzim etmiş, israfı önlemiştir.
3. Köylerden şehirlere kadar kurdukları zaviyeler sayesinde ahîler sanat, kültür, konaklama ve turizme canlılık kazandırmıştır.
4. Halkın örgütlenmesini ve teşkilâtlanmasını sağlamış, esnafın ezmeden ve ezilmeden, mesleklerini icra etmelerine imkân sunmuştur.
5. Ahîlik, birlik mensûplarını kâbiliyetlerine uygun bir işe yönlendirirdi. İnsanlar ikinci bir iş peşinden koşmazdı. İş değiştirmek hoş karşılanmazdı. Bütün sanatkârlar işlerine teksif olarak kaliteli üretime gayret ederdi.
6. Ahî birlikleri tüketim yerine ihtiyaca göre üretim anlayışını benimsemişlerdir. İhtiyaçları kamçılayarak tüketimi artırmak yerine ihtiyaca göre üretim yapmayı planlamışlardır. Üretilen eşya sanatkâr için ekonomik değerin ötesinde el emeği ve göz nûru olarak ayrı bir önem arz ederdi.
7. Ahî birlikleri daha fazla kazanmak, spekülasyon ve serbest rekâbet yerine karşılıklı yardım ve sosyal dayanışma esasına bağlı kalmışlardır. Ahîlerin dayanışma anlayışı: “Can ve mal beraberliği” olarak özetlenebilir.
8. Ahîler hem üreticilerin hem de tüketicilerin menfaati doğrultusunda kaliteli üretim için çaba sarf etmişlerdir. Kalitede belli bir standardı yakalamaya ve bunu uygulamaya çalışmışlardır. Kalite ve standardizasyona uymayanların dükkanları kapatılabilmekte, hatta daha ileri gidenlerin pabuçları dama atılarak esnâflıktan ihraç bile edilmekteydiler.
9. Ahîler kendi içlerinde bir otokontrol müessesi oluşturmuşlardı. Bazı malların üretim ve miktarları devlet tarafından kararlaştırılır, bunun dışında üretime müsâade edilmezdi. İşyeri açmak da bir heyet huzurunda ustalığını kanıtlamaya bağlıydı. Böylece esnaflık kendi kendini kontrol eden bir sisteme bağlanmıştı.
[1] el-Enbiyâ, 21/60.
[2] Yûsuf, 12/30.
[3] el-Kehf, 18/60.
[4] el-Kehf, 18/13.
[5] Yûsûf, 12/92.
[6] el-Haşr, 59/9.
[7] Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 10, Tefsîr, 59/6; Müslim, Eşribe, 172-173; İhyâ u ulûmi’d-din, trc: Ahmed Serdaroğlu, III, 570.
[8] Buhârî, İman, 6; Müslim, İman, 71; Neseî, İman, 4983-4984; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyame, 2634; İbn Mâce, Mukaddime, 66; Dârimî, Kitabu’r-Rikak, hadis no: 2743.
[9] Buhârî, Edeb, 41.
[10] Keşfü’l-hafâ, II, 363 (3069).
[11] el-A’raf, 7/199.
[12] en-Nahl, 16/90.