Altınoluk Dergisi, 2010 – Kasım, Sayı: 297, Sayfa: 007
Zâhir ve bâtın, ruh ve beden Hakk’a yönelişte insanın birbirini destekleyen iki önemli özelliğidir. Hakk’ın dîvânında duran kul, mekândan münezzeh olan Allah’ın huzûrunda Kâbe’yi yön olarak tâyin ederek O’na dönerken âdetâ pergelin bir ayağının sâbitlenmesi gibi gövdesini bir yöne, kalbini ise yönlerin sâhibine doğru tevcih etmektedir. Bu yüzden kıblenin biri fizîkî, diğeri kalbî olmak üzere iki boyutu vardır.
Fizîkî kıble kulun namazda Kâbe’ye yönelmesidir. Namaz kılarken döndüğümüz istikâmet kıble olarak anılır. Çünkü namaz kılan kimse döndüğü cihetle yüz yüzedir.
Mânevî kıble hem namaz için dîvân-ı ilâhîye durmak üzere kıbleye yönelen kimsenin teveccüh âyetini okuyarak O’na yönelmesi, hem de namaz dışında olabildiğince kalbini Allah’a yöneltip, mâsivâdan uzak tutmasıdır.
Teveccüh âyeti olarak bilinen âyette Allah’ı bir bilme anlamına hanîf inancını tâlim ve telkin eden Hz. İbrâhim’in şöyle duâ ettiği anlatılır: “Ben yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a, O’nu bir bilen hanîf olarak çevirdim ve ben müşriklerden değilim.”1
Kişi duâ mâhiyetinde bu âyeti okuyarak yönünü kıbleye, gönlünü kıblenin sâhibi Allah Teâlâ’ya döndürür. Aslolan gönlün Allah’a döndürülmesidir. Böyle bir teveccüh ile kıbleye yönelmede kalıp ile kalbin aynı noktaya teksîfi ve ihlâs ile ibâdete yoğunlaşma söz konusudur.
Kıbleye yönelmek namazda Hakk için cihet anlamı ifâde etmez. Çünkü namazda kul mekândan münezzeh olan zât-ı Bârî’nin huzûrundadır. Ancak gönül dağınıklığını cem’ ve cemâat bütünlüğünü teksîf için fizîkî bir kıbleye yönelme ihtiyâcı vardır. Kuldan beklenen secde ve kulluktur. Nitekim Âdem (a.s.) yaratıldığında meleklere secde emrinin verilmiş olması sırasında Âdem kıble mesâbesindeydi. Çünkü secde ancak Allah’adır. Âdem meleklere kıble kılınmak sûretiyle tekrîm edilmişti.
Allah Teâlâ halîfe olarak yarattığı kullarına kendisine ibâdet ve tâatı emrederek duâ etmelerini istemiş, duâlarını kabûl buyuracağını beyân etmişti.2 Bu îlâhî ferman üzerine ashâb-ı kirâm Rasûlüllah Efendimiz’e gelerek: “Nerede duâ edeceklerini” sordular. Allah Teâlâ hazretleri duâ ve ibâdet için herhangi bir cihet ve yön belirtmeksizin mutlak lafızlarla şöyle buyurdu: “Doğu da, batı da Allah’ındır. Nereye yönelirseniz Allah’ın yüzü/zâtı oradadır. Şüphesiz Allah’ın rahmeti ve nîmeti geniştir. O her şeyi bilendir.”3 Bu âyetin mânâsına göre Allah’a yönelmenin yeri sâdece mescid ve mâbedler değil, üzerinde ibâdet ve duâya engel bulunmayan yeryüzünün her cihetidir. Çünkü Allah ulaşılmaz değildir. Ayrıca bu âyette Allah’a kalbî yöneliş ve mânevî kâbe kasdedildiği anlaşılmaktadır.
Kâbe cihetine yönelme fizîkî bir yöneliştir. Kalbî yöneliş ise Allah’ın veçhi, zâtı ve rızâsı tarafınadır. Cemâl ve celâl sıfatlarıyla tecellî eden zât-ı ilâhî her yerde hâzır ve nâzırdır. Allah’ın cemâl sıfatıyla kalblerde tecellî ile zuhûru, kulun o cemâli müşâhede etmesi ve fâil-i mutlak olarak sâdece O’nu görmesi demektir.
Fâtiha sûresindeki ile başlayan ilk bölüm Allah Teâlâ’dan üçüncü şahıs/gâib sîgasıyla söz etmekte; ’den sonraki kısım ise Allah’a ikinci şahıs/muhâtab sîgasıyla hitâb etmektedir. Böyle bir münâcat ve duâ, kulun mekândan münezzeh olarak Allah ile yüz yüze konuşması demektir. Balığın karnındaki Yûnus (a.s.)’ın da: “Sen’den başka ilah yoktur. Seni tesbih ve tenzih ederim. Ben zâlimlerden oldum/kendime yazık ettim”4 ibâreleriyle ilticâ ve duâ etmesi O’nun her yerde mekânsız olarak hâzır ve nâzır olduğunu teyid etmektedir.
İç âlemini Allah’tan başkasına çevirmeyen ve kalbi hep Allah ile olanın gönül kıblesi Hakk Teâlâ hazretleri olur. Böylesi namaz dışında da nereye yönelse Allah’ın zât-ı pâkiyle mülâkîdir. Hattâ böyleleri Hz. Âdem’in meleklerin kıblesi olması gibi kıble hâline gelir. Nitekim ruh nefhiyle toprağın mükerrem olması gibi kalbin Allah ile buluşmasıyla o kalb, Kâbe’den bir şûbe hâline gelir. Bütün bunlar kâinât aynasının Hakk’ın cemâlini yansıttığının ifâdesidir. Bu kâinât aynasında her zerrede onun veçhini ve cemâlini görmeye çalışmak kulu, kalben O’nunla buluşturur. Hakk’ın zât kâbesine yönelmek, cemâl cezbesiyle O’nu müşâhede edebilmek ancak kalbin tevhîd iksirinden hisse almasıyla mümkündür.
Kalb ve gönül dünyâmızdaki tercih ve yöneliş ile kıble tercihimiz arasında bir irtibât vardır. Nitekim şehvetine düşkün ve mîdesine kul olanların gönül kıblesi ziyâfet sofralarıdır. Ancak Hakk’a âşinâ olanların kıblesi ise yücelikler katı olan sidre-i müntehâdır. Âriflerin kıblesi vuslat nûru, filozoflaşmış aklın kıblesi hayâl dünyâsıdır. Zâhidlerin kıblesi ihsân ve kerem sâhibi Allah’tır. Tamahkârların kıblesi ise altın keseleridir. Mânâ sâhibi olgun kimselerin kıblesi sabır ve tahammül, sûretperest şekil düşkünlerinin kıblesi nakışlar, resimler, sûretler, put ve heykellerdir. Gönül dünyâsını kendisine yurt edinenlerin kıblesi Allah’tır. İç âleme inemeyen, zâhirde kalıp görünüşe tapanların kıblesi kadının ten ve sûret güzelliğidir.
Tercihlerini teke indirip kalbini dünyâ derdinden kurtarmanın yolu, yüzünü ve gönlünü kıbleyi yaratana çevirmektir. Fizîkî kıbleden gâfil olan kimse yanlışa yönelerek bâtıl kıblelerin maskarası olur. İnsana gerçek kıbleyle bâtıl kıbleyi ayırt etme duygusu veren Allah’a şükretmek ve kâbiliyetini hakîki kıble tarafına çevirmektir. Dünyâ ambarından mal devşirmek ve ihsâna erişmek yerine seninle hem-derd olanlardan ayrılmamaktır. Elinden tutan ve sana yardım edenin elini bırakmamaktır. Dost elini bırakan kötü arkadaşların tuzağına düşer. Bu yüzden insanoğlu gözünü ve gönlünü dünyâdan, balçıktan yaratılmış tenden kurtarıp öze ve içe dönmeli, tek bir kıble görmelidir. Tevhîd gözünü kaybedenler, yöneleceği kıbleyi şaşırır ya da iki kıble görür. Tevhîdi şaşıran ise kaybeder.
İnsanlar içinde öyleleri vardır Kâbe’ye yaya gider. Öyleleri de vardır ki mescide varmadan yorulur, kendinden geçiverir. Kimisi dâvâsı uğruna seve seve canını verir. Kimileri de bir lokma ekmek verirken bile can çekişir. Hacc için yola çıkanın nasıl ki nihâî hedefi Kâbe’yi tavâf ise susayanın işi de ırmağın kenarında dolaşmak, suyun sesini duymak ve o sudan içmektir.
Âşık gönül her an kâbeye gider gelir. Allah’ın lütfuyla beden, kalbin huyunu huy edinir. Yolların uzunluk ya da kısalığı bedene göredir. İlâhî âlemde uzunluk ya da kısalık söz konusu değildir. Allah murâd edince beden değişir, mesâfe yakınlaşır. Çünkü âşıka Bağdâd uzak değildir.
Tasavvufî telâkkîde fizîkî kıble; yâni kâbe ile mânevî kıble; yâni gönül kıblesi arasında hep bir ilgi kurulagelmiştir. Fizîkî kıble olan Kâbe müminlerin kıblesi olarak değerlidir. Onu değerli kılan o yüce mâbedin bir ülü’l-azm peygamber tarafından Allah rızâsı için ihlâs ile inşâ edilmesidir. “Âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak kurulan ilk mâbed olmasıdır.”5 Yoksa o mâbedin üstünlüğü taşından, toprağından değildir. Onu yapan İbrâhim’de hırs yoktu, çekişme yoktu. Bu sıfatlar onun inşâ ettiği mâbede üstünlük kazandırdı. İnsan gönlü onun hâlini andıkça titrer, heyecanlanır. Bu yüzden o yüce peygamberin inşâ ettiği mâbed, bizlere kıble oldu. Molla Câmî meşhûr bir beyitinde şöyle demiştir:
Kâbe bünyâdı Halîl-i âzer’est
Dil nazargâh-ı Celîl-i Ekber’est
Kâbe Âzer oğlu İbrâhim peygamberin inşâ ettiği taş bir yapıdır. Gönül ise yüce Allah’ın nazargâhıdır. Fizîkî Kâbe Allah’ın evi olarak bilindiği hâlde Allah Teâlâ yapıldığından beri onun içine girmemiştir. Yâni orası Allah’ın mekânı değildir. Ancak has kulların gönül evi O’ndan başkasını konuk etmemiştir. Allah makamdan münezzeh olduğundan O’nun bir mekâna hulûlü söz konusu değildir. Ama O’nu kuşatan tertemiz bir gönüldür.6 Derviş Yûnus da kâbe, kıble ve gönül arasında şöyle bir ilişki kurar:
Ararsan Allah’ı kalbinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, hacda değil7
Mevlânâ’nın bir gazelinde: “Ey hacca gidenler! Nereye gidiyorsunuz? Sevgili buradadır buraya gelin!”8 demesi gönül evinin kudsiyetine ve asıl kâbenin kalb oluşuna işârettir. Çünkü kâbe için yola çıkan hacıların hedefi Kâbe’de kalabilir. Ama Hakk’ın dîdarına müştak olan hacının gâyesi ise Kâbe’nin sâhibidir. Sıradan insanlar dünyevî ve uhrevî bir hâcet için Kâbe’ye giderler. Oysa ki kemâl ehli kişiler dâimâ orada gönülleriyle hazırdır, Kâbe’nin kapısı onlara sürekli açıktır. Çünkü böylelerinin kalbi kâbe hâline gelmiştir.
Kâbe için yola çıkan hacı adayları durmadan fırsat düştükçe lebbeyk / buyur yâ Rabbî diyerek telbiyede bulunurlar. Onların bu feryâdı aslında Cenâb-ı Hakk’ın dâvetine icâbet anlamı taşımaktadır. Hakk’tan gelen sese ruhlarının derinliklerinden aşk ile lebbeyk diye cevâb verebilmek, ilâhî dâvete icâbet demektir.
Müminlerin fizîkî kıblesi olan Kâbe târihî, mütevâzî bir evdir. Ancak onun büyüklüğü kalb gözü açık olanların görebileceği bir husûsiyettir. Hacc farîzasını îfâ eden ve bu sesleri gönül hânesine kaydeden Müslümanlar hacc dönüşü de gönül kâbelerine Hakk’ı konuk etmenin duyarlılığı ile gönül kâbelerini inşâ etmiş olurlar. Hacda lebbeyk demekten, kâbenin etrafındaki tavâftan ve namazda kıbleye yönelmeden gâye gönlü inşâ etmek ve kalbi mânevî bir kâbe haline getirmektir. Ya da kalb ile sürekli Hakk cihetine yönelmektir.
Dipnotlar: 1) el-En’am, 6/79. 2) el-Mümin, 40/60. 3) el-Bakara, 2/115. 4) el-Enbiyâ, 21/87. 5) Âl-i İmrân, 3/96. 6) Bkz. Ahmed b. Hanbel, Kitâbü’z-Zühd, s. 443; krş. Keşfü’l-hafâ, Beyrût 2006, II, s. 230, hadîs no: 2256. 7) Yûnus Emre Külliyâtı Âşık Yûnus, hzr. Mustafa Tatcı, IV, s. 53, 52/2. 8) Dîvân-ı Kebîr, II, nr. 648.