Altınoluk Dergisi, 1997 – Nisan, Sayı: 134, Sayfa: 034
Fenâ, yokluk ve hiçlik ve geçici olmak; bakâ ise, kalıcı ve daimi olmak anlamına Kur’an kaynaklı bir tasavvuf kavramıdır. Rahman Suresi’nde: Yeryüzünde bulunan herşey fenâ bulacak; yalnız celal ve ikram sahibi Rabbının zatı baki kalacaktır.”1 buyurulmaktadır. Ayette fenâ bulma” olayının ism-i fail vezninde bir kelimeyle belirtilmiş olması, bu işin istimrarını; yani geniş bir zaman dilimi içinde devamlılığını belirtmektedir. Haddi zatında Hakk’ın dışındaki varlıklar, kendi vücudları ile kaim olmadıkları ve kaim bi-nefsih” (varlığı kendinden) bir zatın varlığına muhtaç bulundukları için sanki yok hükmündedirler. Bu yüzden O’nun dışındaki herşeye fenâ libası giydirilmiş; bakânın sadece O’na aid olduğu sarahatle belirtilmiştir.
Tasavvufta fenâ, Kuran’daki bu temel manasına izafetle bir kaç değişik anlam kazanmıştır. Nitekim ilk devirlerde fenâ, kötü sıfatların zail olması; bakâ da iyi sıfatların kalması olarak anlaşılmıştır. Kötü fiilleri terkeden kimsenin şehevi ve nefsani arzuları fenâ bulmuş, ihlas ve hüsn-i niyet baki kalmış olur. Dünyadan kalbi rabıtayı koparan kimsenin kalbi, dünya tutkusundan fenâ bulmuş demektir. Dünya tutkusu ve kötü huylar fenâ bulunca, fütüvvet ve doğruluk baki kalır.
Daha sonraları ise fenâ, kulun fâiliyyet şuurunu kaybetmesi, abd”in yerine fail olarak Allah’ın geçmesi seklinde yorumlanmıştır. Kulun fiilini görmemesi diye de ifade edebileceğimiz bu halde, kulun yerine Allah kaim olur; Allah görür, duyar ve tutar. Bu suretle Ben kulumu sevince onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”2 Hadis-i kutsîsi gerçekleşmiş olur. Aslında herkes ve herşey, Allah ile kaimdir. Çünkü yegane fail-i mutlak O’dur. Ancak insanlar, masiva perdesiyle perdeli olduklarından bu gerçeği göremezler. Ama insan, hadis-i kudside söz edilen biçimde ibadet, taat ve zikirle bu hakikatin farkına varır. Kul Allah ile o kadar meşgul olur ki, nihayet benlik” şuurunu kaybeder. O şuurunun yerine yine Allah geçer. Bu hale zikirle erişilirse buna: el-Fenâ fi’l- Mezkur”; muhabbetle erişilirse el-Fenâ fi’l-Mahbub” denilir. Fenânın en yüksek derecesi Fenâ ani’l-fenâ”dir. Bu da fenâ haline erme şuurundan da fani olmaktır (fenâ ender-fenâ). Fenâ halindeki kul, bazı beşeri sıfatlardan kurtulursa da, beşeriyyet sıfatından tamamen çıkamaz. Böyle bir iddia yanlış olur, küfrü gerektirir.
Fenâ, Allah’a yaklaşmanın (takarrub) en ileri derecelerinden biridir. Fenânın ileri derecesi cem’dir. Fenâya eren kulun yerine her zaman Allah geçtiği için, fani olmak, büsbütün yok olmak, hiçe karışmak demek değildir.
Fenâ ve bakâ kavramlarını en yaygın biçimde kullananın Ebu Said Harrâz olduğu kabul edilir. Nitekim Harrâz, fenâyı kalbden dünya ve ahiret lezzetlerinin gitmesi, sadece Cenab-ı Hakk’ın rızasının yerleşmesi”, bakâyı da Allah’dan başka herşeyin kalbden silinmesi” olarak tanımlamıştır.
Bâyezîd ve Cüneyd gibi sufilerin de fenâ ve bakâ kavramını kullandıkları bilinmektedir. Nitekim Bayezid: Halkın ahvali vardır, arifin ahvali yoktur. Çünkü onun eserleri mahvedilmiş, hüviyeti başkasının hüviyeti içinde fani olmuştur. İzleri başkasının izleri için kaybolmuştur.” der.
Cüneyd-i Bağdadi’nin Kitabu’l-fenâ adlı bir risalesi bulunmaktadır. Bu risale, Süleyman Ateş tarafından neşredilmistir.3 Cüneyd, bu risalede fenâ halini su lâfızlarla izah etmektedir: İnsanların ruhi vücudları Hakk’tandır. Kendilerinde zuhur eden söz ve fiiller de Hakk’ındır. Allah’ın kendilerini tamamen imha edip istila etmesi halinde kendi talep ve zikirleri kalmaz; kendileri tamamen varlık duygusundan yok olmuşlardır. Hakk’dan başka birşey kalmamıştır.”
Bütün kainat vücud bulmak için Allah’dan istifaza ettiğinden, fenâ fillah” bir cüz’ün küll içine kavuşması olarak tavsif olundu. Damla nasıl denize karışır ve gözle görülmez hale gelirse, sufi de öylece Hakk’ın varlığında veya küll içinde kaybolmak ister. Bundan dolayı Feridüddin Attar, fenâ yerine istiğrak” terimini kullanır.
Kalbi fenâ bulmuş kimse, ilahi fiillerin tecellilerine mazhar olur. Vahdet denizine garkolan sâlik, o denizden başka birşey göremez, kendisini bu denizin damlası olarak görür.
Tasavvufta fenâ kavramı, değişik açılardan belli tasniflere tabi tutulmuştur:
1. Fenâ-yı zât: Kişinin kendini yok kabul etmesi, kendinde varlık görmemesi, hakiki varlığın Allah olduğunu düşünmesidir.
2.Fenâ-yı sıfat: İnsanın beşeri sıfatlardan sıyrılmasıdır.
3. Fenâ-yı fiil: Kulun fiil ve hareketlerinde adem-i şuurudur. Bu sebepten tasavvuf kitaplarında fenâ, fakr kelimesiyle bir arada ve eş-anlamlı olarak kullanılmıştır.
Fenânın bir de tarikatlardaki seyr u sülûk eğitim sürecine göre sıralanan çeşitleri vardır. Fenâ fi’l-ihvan, fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-Rasul ve fenâfillah.
a. Fenâ fi’l-ihvan: Tarikatta ihvan ve kardeşlik sevgisini gönle yerleştirip ihvanın arzu ve isteklerini kendi arzu ve isteklerinin önünde tutmak, onlarla sevgiyle kaynaşmaktır.
b. Fenâ fi’ş-şeyh: Salikin şahsi irade ve arzularını şeyhinin arzu ve iradesinde yok etmesi, kendi arzu ve iradesinin yerine şeyhinin arzu ve iradesini koymasıdır.
c. Fenâ fi’r-Rasul: Salikin şeyhinde fenâyı yaşadıktan sonra Hazret-i Peygamber’in şahsında sevgi ve aşkla erimesi, onun şahsiyetinde fenâ bulmasıdır. Rasulullah’ın sıfat ve ahlakını benimseyip onlarla bezenmesidir.
d. Fenâ fillah: Salikin kendi sıfat ve vasıflarından sıyrılıp Allah’ın sıfatlarıyla bezenmesidir. Allah’ta fani olmanın ardından Allah’da baki olma hali ortaya çıkar. Bakâ bir bakıma insanın kendisinin etrafındaki halkı ve eşyayı görmemesi halidir. Nefsinde fani olan insan, Hakk ile baki olur. Allah’ta fenâya eren de yine O’nunla baki olur. Nitekim Bursalı İsmail Hakkı: Fenâ, şekil ve merasimin zat-ı ahadiyyette tamamen muzmahil olmasıdır. Bu suretle kul, kendi fiil ve hareketini görmez, Hakk ile kaim olduğunun şuuruna erer.” demektedir.
Bazı sufiler, bakânın peygamberlere aid bir makam olduğunu, fenâ ve bakânın dünya zevklerine bağlanmamak ve Hakk’a muhabbetin devamını sağlamaktan ibaret olduğunu söylemişlerdir.
Tasavvufi hayata giren mürid, bir mürşidin gözetim ve denetimi altında istidadına göre, ibadet, taat, riyazat ve mücahede usulleriyle nefsini terbiye ederek nihayet fenâ ve bakâ noktasına ermek ister. Nitekim tasavvufu Hakk’ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi” şeklinde tanımlayan Cüneyd, fenânın en yukarı derecesini yaşayan salikin teslimiyyet ve sükunet halini, elest bezmindeki sükunete benzetmektedir. İbn Arabi ise Allah’ı görüyormuş gibi Allah’a kulluk” anlamındaki ihsan” ile fenâyı aynı anlamda görmektedir.
Bazıları tasavvuftaki fenâ ile Hind mistisizmindeki “Nirvana” arasında bir ilişki kurarak fenâ fikrinin oradan alındığı görüşünü öne sürmektedir. “Nirvana”, Hind mistiğinin benliğini kaybetmesi, kendinden geçmesi ve yoklukta tükenmesi değil, ruhun dünyada iken kazanacağı kemal sayesinde bir daha ve tekrar kalıbına dönmeyerek devr ve seyrden kurtulması demektir. Fenâ ise, fail-i mutlak olarak Allah’ı gören anlayışın kalbi bir tezahürüdür.
Dipnotlar:1) er-Rahman, 55G26-27, 2) Buhari, Rikak, 38, 3) Cüneyd-i Bağdadi ve Mektupları, İstanbul, 1970, s. 134-140