Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Fâtiha Disiplini

Altınoluk Dergisi, 2005 – Aralik, Sayı: 238, Sayfa: 006

Fâtiha, Kur’ân’ın ilk sûresi olduğu ve Kur’an onunla açılıp onunla başladığı için başlangıç ve açılış mânâsına bu adı almıştır. Kur’an onunla açıldığı gibi, kalbler ve gönüller de onunla açılmaktadır. Fâtiha Kur’ân’ın özü ve özetidir. Bir Müslüman farz, vâcib ve sünnet olmak üzere günde toplam kırk rekât namaz kılmakta ve dolayısıyla kırk defa bu sûreyi okumaktadır.

Fâtiha, kulun Allah ile olan ahdini yenilemesi ve andını hatırlamasıdır. Kulun inanç ve ibadette yol haritası, kalbî ve rûhî disiplinidir. Çünkü Fâtiha’da insan şunları ikrâr etmiş olmaktadır: “Hamd, âlemlerin rabbi, Rahman ve Rahîm, din yani hüküm gününün sâhibi Allah’adır. Yâ Rabbi ancak sana kulluk eder, ancak Sen’den yardım dileriz. Bizi sırât-ı müstakîm denilen dosdoğru yola ilet! Nimet verdiklerinin yoluna; gadaba uğramış ve sapıklığa düşmüş olanların yoluna değil!”

Hamd kelimesi senâ, şükür ve medih anlamları taşır. Hamd, her türlü övgüye lâyık olan Allah Teâlâ’nın kemâlini ortaya koymaktır. O’nun kemâli sıfat, fiil ve eserlerinde zâhirdir. Hamd söz, fiil ve hâl ile olur. Söz ile hamd, bizzât kendisinin ve Peygamber’inin Hakk Teâlâ’yı senâ etmesi gibi O’nu övmektir. Fiilî hamd, O’nun rızâsını umarak ibâdet ve her türlü hayrı işlemektir. Hâl ile hamd ruh, kalb ve gönülden ilmî, amelî ve ahlâkî kemâlâta erişmektir.

Allah, görünen görünmeyen, sonsuz, sınırsız ve sayısız âlemlerin Rabbidir. Kur’an’daki: “Rabbının ordularını(n sayısını) O’ndan başkası bilmez.”1 âyetiyle sonsuzluğu belirtilen ve bugünkü pozitif ilim tarafından -güneş sisteminden galaksilere- sınırsızlığı ifâde edilen âlemlerin Rabbı O’dur. Doyuran, besleyen ve eğiten O’dur. Çünkü Rabb aynı zamanda terbiye eden demektir. Terbiye rahmeti gerekli kıldığı için hemen Rabb’ın ardından Rahmân ve Rahîm isimleri gelmektedir. Rahmân rahmeti herkesi ve her şeyi kapsayan, sadece Allah’a mahsûs bir sıfattır. Rahmân’ın rahmeti dünyada mümin-kâfir herkese şâmildir. Rahîm’in rahmeti ise âhirette sadece müminleri kapsar. Rahmân anlamında rahmetin yaratıklardan sudûru mümkün değildir. Rahîm’in ise kullara isnâdı câizdir.

Âlemlerin Rabbi olarak Allah, herkese karşı Rahmândır. Din günü hüküm ve cezâ günü demektir. Amellerin tartıldığı; insanların yaptıklarından hesâba çekilip mükâfât ve mücâzâta lâyık görüldüğü gündür. Allah o günde Rahîm’dir; inananlara rahmetiyle muâmele edecektir.

Allah Teâlâ buraya kadarki lafızlarda âdetâ şöyle buyuruyor: “Seni Ben yarattım, ilâhın Ben’im. Seni sınırsız nimetlerimle perverde kıldım; Rabbın Ben’im. Sen ısyâna düştün, Ben günahını setrettim; Rahmân Ben’im. Sen tevbe edersen bağışlarım; Rahîm Ben’im. Amellerin karşılığı mutlaka verilmelidir; hüküm, cezâ ve din gününün sâhibi Ben’im.”

Din gününün mâlikinden başka gerçek mâlik yoktur. Diğer bütün mülkler devre-mülk, bütün mâlikler âriyet ve geçicidir. İnsanoğlu fark hâlinde gâib; yani üçüncü şahıs olarak Allah’ın varlığını idrâk edince artık Rabbı ile muhâtab olmaya; karşısında imiş gibi O’nunla konuşmaya başlar ve der ki: “Yâ Rabbi ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.” Lafızların çoğul sîgası ile kullanılması ayrıca anlamlıdır. Okuyanı, yanında bulunan melekleri, cemâate iştirak edenleri kapsar. Cemâat bereketiyle duâların kabûlüne medâr olur.

Kulluk kavramının içinde ibâdet mânâsı da vardır. Gafletsiz huzûr-i kalb ile namaz; dil, göz, kulak ve kalbin iştirâkiyle tutulan oruç; minnet ve başakakmasız sadaka, gösterişsiz hacc ve usanmadan zikr-i ilâhîye devam, ibâdet türündendir. İnsan işlediği amellerinde huzûr-i kalbîye erince her şeyi Hakk’tan görmeye başlar. Nefsine bir şey izâfe etmekten arınarak her şeyi O’ndan bilir. Dolayısıyla O’nun yardımı olmasa kulluğunda hiçbir şeye muktedir olamayacağının bilinciyle O’ndan yardım diler. Çünkü insan nefsi, hevâsı itibârıyla tanrılaşmaya; putlar ve sahte tanrılar edinmeye çok mütemâyildir.2 İnsan bu duâ ile bizi Allah’a kulluktan almak isteyen nefs ve şeytana karşı Rabbından yardım niyâz etmektedir. Hakkı ikame, farzları edâ, zorluklara karşı koyup yararlı işler gerçekleştirmede O’ndan yardım taleb etmektedir. İbâdetten sonraki yardım talebi, kulun bu sebeple ucbe düşme ihtimâlini ortadan kaldırır. İbâdet kuldan, muvaffakıyet Allah’tandır. İşte tam buraya gelindiğinde âdetâ Allah Teâlâ; “Ey kulum, benden ne tür bir yardım istiyorsun?” diye sorar. Kul da Rabbına şöyle niyazda bulunur:

“Bizi doğru yola; sırât-ı müstakîme ilet!” Bize Sana giden yolu göster ve ona erdir ki bu sûretle riyâ karanlığından kurtulalım. Din maksada götüren bir vesîle, Hak ise gerçek maksaddır. Bu itibarla sırât-ı müstakîm Hakk’a götüren yol mânâsına dini anlatır. Hidayete ulaştıktan sonra şehvet ve gadab, istek ve düşünce ile mal infakı gibi konularda ifrat ve tefritten uzak orta yoldur sırât-ı müstakîm. Sırât-ı müstakîm Hakk’ın zâtına, sıfatına ve fiillerine delâlet eden her şeyi öğrenmektir. Sırât-ı müstakîm üzere olmanın zorluğundandır ki Allah Rasûlü, içerisinde: “Emrolunduğun gibi müstakîm ol!”3 ayeti bulunan Hûd sûresi beni ihtiyarlattı buyurmuştur.4 Müstakîm olmak kalb, dil ve davranışla dosdoğru olmaktır. Çünkü sırât-ı müstakîm Kuran’ın gösterdiği sağlam ve doğru yol, Rasûlullah’ın uyguladığı nebevî ahlaktır.

Allah Teâlâ dînî ve mânevî hayatı nimet olarak görmekte ve bu yüzden sırâtın özelliğini “kendilerine nimet verilenlerin yoluna” diye tasrih etmektedir. Nitekim son nâzil olan âyet-i kerîmede de: “Bugün size dininizi ikmâl ettim. Nimetimi tamamladım ve din olarak İslâm’ı seçtim.” buyurmaktadır.5 Yine Yusuf aleyhisselam için: “İşte böylece Rabbın seni seçecek ve sana rüya yorumundan ilimler öğretecek, hem sana hem de Yakupoğullarına nimetini tamamlayacak”6 buyurmak suretiyle dînî ve mânevî hayatı nimet gördüğünü ifade buyurmaktadır.

Nimetlerin bir zâhirî bir de bâtınî yanı olduğu7 düşünülürse bu âyette nimet verilenlerden maksad; nebîler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerdir. Nitekim Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Her kim Allah’a ve peygambere itaat ederse onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle birliktedirler.”8 Sırât-ı müstakîm şeytanın üstüne oturup insanlara pusu kurmak üzere Allah’tan izin istediği kaygan bir zemindir.9 Fatiha sûresinde sırât kelimesi iki defa geçmektedir. Çünkü biri kuldan Rabbe, diğeri Rabb’den kula doğru olmak üzere iki yol vardır. Kuldan Rabbe giden yol, üzerine şeytanın oturduğu korku dolu yoldur. Rabb’den kula açılan yol ise daha güvenli ve emniyetlidir. Bu yolda ilerleyen kafileler etrafı nimetlerle çevrilmiş konaklama yerlerinde dinlenmekte ve rahatlıkla seyretmektedir. Çünkü onlara Rabb’den gelmiş sağlam yol göstericiler rehberlik etmektedir.

Âyetin devâmında “gadaba uğramış ve sapıtmış olanların yolundan korunma” talebi vardır. Gadaba uğrayanlar nûr-i ilâhînin kendilerine isabet etmediği ve bu yüzden nefs tutkusunun uçsuz bucaksız çölünde şaşkın kalanlardır. Bunlar âsîler, dalâlette olanlar ve Allah’ı tanımayan sapıklardır. Kendilerine nimet verilenler ilim ile amel arasını cem ederler. Ameli kaybedenler, gadaba uğrayan fâsıklar gurubundan olurlar.

Gadaba uğrayanlardan maksadın yahudiler, yolunu sapıtanlardan maksadın hıristiyanlar olduğu da söylenmiştir.

Fâtiha sûresi, Cenab-ı Hakk’ı esmâ ve sıfatlarıyla yüceltip âhiret mesajı verdikten sonra sırât-ı müstakîm üzere berkarâr olmayı emretmektedir. Bu yüzden işin hem başı hem sonudur. Kuran onunla başlar onunla biter. Hayat onunla başlar onunla biter. İnananın, Allah ile ilişkilerini, gönül dünyasını ve sosyal münasebetlerini tanzim eden özlü mesajlar vermektedir. Ölülerin arkasından en çok okunan sûredir. Çünkü bu sûre âhiret kapısını aralayan ve oradaki melikler melikinin ve sultanlar sultanının huzurunda hesap vermeyi, kalbimizi dünyaya ve dünyalık şeylere kaptırmadan sadece Ona rabtetmeyi ve hayatımızı bu disiplinle düzenlemeyi emretmektedir. ¸

Dipnotlar : 1) el-Müddessir, 74/31 2) bk. el-Furkan, 25/43 3) Hûd, 11/112 4) Tirmizi, Tefsir 56,6 5) el-Maide 5/3 6) Yûsuf, 12/6 7)bk. Lukmân, 31/20 8) en-Nisa 4/69 9) bk. el- Araf 7/16âtiha, Kur’ân’ın ilk sûresi olduğu ve Kur’an onunla açılıp onunla başladığı için başlangıç ve açılış mânâsına bu adı almıştır. Kur’an onunla açıldığı gibi, kalbler ve gönüller de onunla açılmaktadır. Fâtiha Kur’ân’ın özü ve özetidir. Bir Müslüman farz, vâcib ve sünnet olmak üzere günde toplam kırk rekât namaz kılmakta ve dolayısıyla kırk defa bu sûreyi okumaktadır.

Fâtiha, kulun Allah ile olan ahdini yenilemesi ve andını hatırlamasıdır. Kulun inanç ve ibadette yol haritası, kalbî ve rûhî disiplinidir. Çünkü Fâtiha’da insan şunları ikrâr etmiş olmaktadır: “Hamd, âlemlerin rabbi, Rahman ve Rahîm, din yani hüküm gününün sâhibi Allah’adır. Yâ Rabbi ancak sana kulluk eder, ancak Sen’den yardım dileriz. Bizi sırât-ı müstakîm denilen dosdoğru yola ilet! Nimet verdiklerinin yoluna; gadaba uğramış ve sapıklığa düşmüş olanların yoluna değil!”

Hamd kelimesi senâ, şükür ve medih anlamları taşır. Hamd, her türlü övgüye lâyık olan Allah Teâlâ’nın kemâlini ortaya koymaktır. O’nun kemâli sıfat, fiil ve eserlerinde zâhirdir. Hamd söz, fiil ve hâl ile olur. Söz ile hamd, bizzât kendisinin ve Peygamber’inin Hakk Teâlâ’yı senâ etmesi gibi O’nu övmektir. Fiilî hamd, O’nun rızâsını umarak ibâdet ve her türlü hayrı işlemektir. Hâl ile hamd ruh, kalb ve gönülden ilmî, amelî ve ahlâkî kemâlâta erişmektir.

Allah, görünen görünmeyen, sonsuz, sınırsız ve sayısız âlemlerin Rabbidir. Kur’an’daki: “Rabbının ordularını(n sayısını) O’ndan başkası bilmez.”1 âyetiyle sonsuzluğu belirtilen ve bugünkü pozitif ilim tarafından -güneş sisteminden galaksilere- sınırsızlığı ifâde edilen âlemlerin Rabbı O’dur. Doyuran, besleyen ve eğiten O’dur. Çünkü Rabb aynı zamanda terbiye eden demektir. Terbiye rahmeti gerekli kıldığı için hemen Rabb’ın ardından Rahmân ve Rahîm isimleri gelmektedir. Rahmân rahmeti herkesi ve her şeyi kapsayan, sadece Allah’a mahsûs bir sıfattır. Rahmân’ın rahmeti dünyada mümin-kâfir herkese şâmildir. Rahîm’in rahmeti ise âhirette sadece müminleri kapsar. Rahmân anlamında rahmetin yaratıklardan sudûru mümkün değildir. Rahîm’in ise kullara isnâdı câizdir.

Âlemlerin Rabbi olarak Allah, herkese karşı Rahmândır. Din günü hüküm ve cezâ günü demektir. Amellerin tartıldığı; insanların yaptıklarından hesâba çekilip mükâfât ve mücâzâta lâyık görüldüğü gündür. Allah o günde Rahîm’dir; inananlara rahmetiyle muâmele edecektir.

Allah Teâlâ buraya kadarki lafızlarda âdetâ şöyle buyuruyor: “Seni Ben yarattım, ilâhın Ben’im. Seni sınırsız nimetlerimle perverde kıldım; Rabbın Ben’im. Sen ısyâna düştün, Ben günahını setrettim; Rahmân Ben’im. Sen tevbe edersen bağışlarım; Rahîm Ben’im. Amellerin karşılığı mutlaka verilmelidir; hüküm, cezâ ve din gününün sâhibi Ben’im.”

Din gününün mâlikinden başka gerçek mâlik yoktur. Diğer bütün mülkler devre-mülk, bütün mâlikler âriyet ve geçicidir. İnsanoğlu fark hâlinde gâib; yani üçüncü şahıs olarak Allah’ın varlığını idrâk edince artık Rabbı ile muhâtab olmaya; karşısında imiş gibi O’nunla konuşmaya başlar ve der ki: “Yâ Rabbi ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.” Lafızların çoğul sîgası ile kullanılması ayrıca anlamlıdır. Okuyanı, yanında bulunan melekleri, cemâate iştirak edenleri kapsar. Cemâat bereketiyle duâların kabûlüne medâr olur.

Kulluk kavramının içinde ibâdet mânâsı da vardır. Gafletsiz huzûr-i kalb ile namaz; dil, göz, kulak ve kalbin iştirâkiyle tutulan oruç; minnet ve başakakmasız sadaka, gösterişsiz hacc ve usanmadan zikr-i ilâhîye devam, ibâdet türündendir. İnsan işlediği amellerinde huzûr-i kalbîye erince her şeyi Hakk’tan görmeye başlar. Nefsine bir şey izâfe etmekten arınarak her şeyi O’ndan bilir. Dolayısıyla O’nun yardımı olmasa kulluğunda hiçbir şeye muktedir olamayacağının bilinciyle O’ndan yardım diler. Çünkü insan nefsi, hevâsı itibârıyla tanrılaşmaya; putlar ve sahte tanrılar edinmeye çok mütemâyildir.2 İnsan bu duâ ile bizi Allah’a kulluktan almak isteyen nefs ve şeytana karşı Rabbından yardım niyâz etmektedir. Hakkı ikame, farzları edâ, zorluklara karşı koyup yararlı işler gerçekleştirmede O’ndan yardım taleb etmektedir. İbâdetten sonraki yardım talebi, kulun bu sebeple ucbe düşme ihtimâlini ortadan kaldırır. İbâdet kuldan, muvaffakıyet Allah’tandır. İşte tam buraya gelindiğinde âdetâ Allah Teâlâ; “Ey kulum, benden ne tür bir yardım istiyorsun?” diye sorar. Kul da Rabbına şöyle niyazda bulunur:

“Bizi doğru yola; sırât-ı müstakîme ilet!” Bize Sana giden yolu göster ve ona erdir ki bu sûretle riyâ karanlığından kurtulalım. Din maksada götüren bir vesîle, Hak ise gerçek maksaddır. Bu itibarla sırât-ı müstakîm Hakk’a götüren yol mânâsına dini anlatır. Hidayete ulaştıktan sonra şehvet ve gadab, istek ve düşünce ile mal infakı gibi konularda ifrat ve tefritten uzak orta yoldur sırât-ı müstakîm. Sırât-ı müstakîm Hakk’ın zâtına, sıfatına ve fiillerine delâlet eden her şeyi öğrenmektir. Sırât-ı müstakîm üzere olmanın zorluğundandır ki Allah Rasûlü, içerisinde: “Emrolunduğun gibi müstakîm ol!”3 ayeti bulunan Hûd sûresi beni ihtiyarlattı buyurmuştur.4 Müstakîm olmak kalb, dil ve davranışla dosdoğru olmaktır. Çünkü sırât-ı müstakîm Kuran’ın gösterdiği sağlam ve doğru yol, Rasûlullah’ın uyguladığı nebevî ahlaktır.

Allah Teâlâ dînî ve mânevî hayatı nimet olarak görmekte ve bu yüzden sırâtın özelliğini “kendilerine nimet verilenlerin yoluna” diye tasrih etmektedir. Nitekim son nâzil olan âyet-i kerîmede de: “Bugün size dininizi ikmâl ettim. Nimetimi tamamladım ve din olarak İslâm’ı seçtim.” buyurmaktadır.5 Yine Yusuf aleyhisselam için: “İşte böylece Rabbın seni seçecek ve sana rüya yorumundan ilimler öğretecek, hem sana hem de Yakupoğullarına nimetini tamamlayacak”6 buyurmak suretiyle dînî ve mânevî hayatı nimet gördüğünü ifade buyurmaktadır.

Nimetlerin bir zâhirî bir de bâtınî yanı olduğu7 düşünülürse bu âyette nimet verilenlerden maksad; nebîler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerdir. Nitekim Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Her kim Allah’a ve peygambere itaat ederse onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle birliktedirler.”8 Sırât-ı müstakîm şeytanın üstüne oturup insanlara pusu kurmak üzere Allah’tan izin istediği kaygan bir zemindir.9 Fatiha sûresinde sırât kelimesi iki defa geçmektedir. Çünkü biri kuldan Rabbe, diğeri Rabb’den kula doğru olmak üzere iki yol vardır. Kuldan Rabbe giden yol, üzerine şeytanın oturduğu korku dolu yoldur. Rabb’den kula açılan yol ise daha güvenli ve emniyetlidir. Bu yolda ilerleyen kafileler etrafı nimetlerle çevrilmiş konaklama yerlerinde dinlenmekte ve rahatlıkla seyretmektedir. Çünkü onlara Rabb’den gelmiş sağlam yol göstericiler rehberlik etmektedir.

Âyetin devâmında “gadaba uğramış ve sapıtmış olanların yolundan korunma” talebi vardır. Gadaba uğrayanlar nûr-i ilâhînin kendilerine isabet etmediği ve bu yüzden nefs tutkusunun uçsuz bucaksız çölünde şaşkın kalanlardır. Bunlar âsîler, dalâlette olanlar ve Allah’ı tanımayan sapıklardır. Kendilerine nimet verilenler ilim ile amel arasını cem ederler. Ameli kaybedenler, gadaba uğrayan fâsıklar gurubundan olurlar.

Gadaba uğrayanlardan maksadın yahudiler, yolunu sapıtanlardan maksadın hıristiyanlar olduğu da söylenmiştir.

Fâtiha sûresi, Cenab-ı Hakk’ı esmâ ve sıfatlarıyla yüceltip âhiret mesajı verdikten sonra sırât-ı müstakîm üzere berkarâr olmayı emretmektedir. Bu yüzden işin hem başı hem sonudur. Kuran onunla başlar onunla biter. Hayat onunla başlar onunla biter. İnananın, Allah ile ilişkilerini, gönül dünyasını ve sosyal münasebetlerini tanzim eden özlü mesajlar vermektedir. Ölülerin arkasından en çok okunan sûredir. Çünkü bu sûre âhiret kapısını aralayan ve oradaki melikler melikinin ve sultanlar sultanının huzurunda hesap vermeyi, kalbimizi dünyaya ve dünyalık şeylere kaptırmadan sadece Ona rabtetmeyi ve hayatımızı bu disiplinle düzenlemeyi emretmektedir.

Dipnotlar : 1) el-Müddessir, 74/31 2) bk. el-Furkan, 25/43 3) Hûd, 11/112 4) Tirmizi, Tefsir 56,6 5) el-Maide 5/3 6) Yûsuf, 12/6 7)bk. Lukmân, 31/20 8) en-Nisa 4/69 9) bk. el- Araf 7/