Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Fakr

Altınoluk Dergisi, 1994 – Mayis, Sayı: 099, Sayfa: 033

Fakr, klasik tasavvuf kaynaklarında “zühd” gibi zaman zaman tasavvuf kelimesiyle eşanlamlı, bazan da onun yerine kullanılan bir kavramdır. Kur’an’da fakr, fakir, fukara gibi türemiş şekilleriyle ondört yerde geçmekte, hadislerde ise değişik anlamlarda olmak üzere pek çok yerde kullanılmaktadır.

Kur’an ve hadislerde geçen “Fakr” kavramının iki ayrı anlamda kullanıldığı görülmektedir. Bunlardan biri “suret fakirliği” de denilen “maddî fakirlik”, diğeri ise “manevî fakirlik”tir.

1. Maddî Fakirlik veya Suret Fakirliği:

İhtiyaç duyulan mala ve eşyaya malik ve sahip olmamak demektir. Kur’an’daki:

‘Ganimet malları, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhacirlerindir” (el-Haşr, 59/8) ayetiyle benzer ayetlerde anlatılan fakrdır. Bu anlamdaki fakirlik hadislerde de: “Fakr insanı nerede ise küfre düşürecekti.” [Keşfü’l-hafa, II, 106; (1918)] Fakirlik, iki cihanda yüzkarasıdır.” [Keşfü’l-hafa, II, 87 (183)] ifadeleriyle anlatılmakta ve bu manada gönle sıkıntı veren fakirliğin makbul olmadığı ifade buyrulmaktadır. Tasavvufa konu olan ise bu tür fakirlik değil, manevi fakirliktir.

2- Manevî Fakirlik: Kulun kendinde varlık görmemesi, herşeyi Hakk’a irca etmesi, şahsının, amelinin, hal ve makamının Allah’ın lütfu olduğunu kabul etmesidir. Kur’an’daki: “Ey insanlar, siz Allah’a karşı fakir; yani muhtaçsınız. Allah ise ganîdir; yani herşeyden müstağnidir.” (Fatır, 35/15) ayetiyle “Allah ganîdir; siz fakirlersiniz; yani O’na muhtaçsınız.” (Muhammed, 47/38) ayetleri bu anlamdaki fakrı anlatmaktadır. “Fakr, benimi medar-ı iftiharımdır.” [Keşfü’l-hafa, II, 87 (1835)]. “Allah’ım beni fakir yaşat, fakir öldür ve fakirlerle hasret!” (Tirmizî, Zühd, 37); Allah’ım beni sana karşı muhtaç (fakir) kılarak müstağni eyle, kendinden başkasına muhtaç (fakîr) etme! (el-Müfredat, Kahire 1970, sh. 577) hadisleri bu anlamdaki fakra dairdir.

Kulun Allah’a muhtaç olması demek olan bir fakirlik, elbette fakiri de zengini de kapsar. Bu anlamıyla fakir ve fukara, malı olmayan anlamına değil, “süfî ve derviş” manasına gelir. Bu yüzden eskiden şeyhler kendilerine “Hadimu’l-fukara” (Fakirlerin hizmetkarı) derlerdi.

Bazı sufiler, fakirliği herkese efendi olan ihtiras ve tül-i emeli köle yapmak olarak görürler, fakîrin yanında mal ve servetin var oluşuyla yok oluşunun müsavî olduğunu belirtirler. Hatta “fakir, serveti olmayan değil, muradı olmayandır.” derler. Çünkü gönülde mal muradı bulundukça kalb, ağyardan kurtulmuş sayılmaz. Fakrın bir başka tarifi, kalpte ağyarın bulunmamasıdır. Kalpte ağyar ve masiva varsa, gönül henüz fakrı gerçekleştirmiş sayılmaz. Hakk’tan başkasından müstağni olunmadıkça fakra erişilmez.

Manevî fakirlik, beşerî sıfatlardan sıyrılıp kendini hiçbir şeye malik görmemektir. Böylesi insanlar sayısız mal ve mülke sahip olsalar da onlara gönül bağlamazlar. O mal ve mülkün gerçek sahibini düşünüp kendilerini fakir sayarlar. Mala sahip değil, köle olmazlar. Nitekim Cüneyd de fakrı öyle tarif etmiştir: “Fakr, senin hiçbir şeye, hiçbir şeyin de sana malik olmamasıdır.” Bu anlamda fakr anlayışına eren kimse, kendisinin eşya üzerinde şahsî iradeyle değil, ilahî irade ile kaim olduğunu görür. Bu yüzden Allah’ın kendisini muvaffak buyurarak yönlendirdiği işleri Hakk’ın izni sayar. Böyle bir yönlendirilişle zenginliğe ulaşırsa, onu da hakkında hayır olarak değerlendirir. Bu yüzden ilk sufilerden İbrahim Kassar, fakr ile rıza ara-sında bir ilişkiye dikkat çekmiştir “Fakr öyle bir libas ve vasıftır ki, kendinde bu vasfı gerçekleştiren rıza derecesine erer.”

Fakr, kişinin nefsine değil, Allah’a aid olduğunu idrak etmesidir. Bu yüzden fakr, bütün nefsanî arzuları, hırs ve tamaı atmak, içinde Allah düşüncesinden başka birşey bırakmamaktır. Bütün ruhunu Allah sevgisi kaplayıp Allah’tan başka hiçbir şeye meyil ve muhabbet kalmayınca kişi gerçek fakra ermiş sayılır. Böyle bir fakirlik, mal sahibi olmaya manî değildir. Mal sahibi olmayan fakir dervişlerin ‘fakr” anlayışı arkasına sığınıp, ondan bundan istemelerini, hazır yiyici konumuna düşmelerini önlemek için de çözümler konulmuştur. Nitekim büyük sufilerden Ebu Hafs Haddad: “Bir kimse almaktan çok vermeyi arzu etmedikçe sıhhatli bir fakr anlayışına ulaşamaz” demektedir.

Tasavvuftaki “başkalarını kendine tercih” anlamındaki “îsar” düşüncesinin temsilcisi Ebu’l-Huseyn Nurî, fakr anlayışını da îsar ile temellendirerek şunları söylemektedir: “Fakirin vasfı bulamadığı zaman sükun içinde olmak bulduğu zaman da elinde bulunanı başkalarını kendisine tercih (îsar) ederek ihsan ve ikram ile dağıtmaktır.”

Fakr düşüncesinin temelinde istikbal endişesinden kurtulmak ve Hakk’a güven esası vardır. Bünan Mısrî anlatıyor: Mekke’de oturduğum yıllarda bir gün bir gencin önüne dağıtılmak üzere bir kese altın bırakıldı. Bu genç de o keseyi alıp fukaraya dağıttı. Ertesi sabah aynı genci sahrada ot toplarken gördüm. “Ne yapacaksın bunları?” diye sordum “Yiyeceğim” dedi “Peki dünkü altınlardan biraz da kendine ayırsan olmaz mıydı?” diye sorunca dedi ki “Bu vakte kadar yaşayacağımı nereden bilebilirdim?”

Zühd ve özellikle fakr kavramı, genel anlamda İslâm’ın özellikle de tasavvufun dünyaya, insan ve dünya, insan ve Allah ilişkisine bakışını göstermektedir. Tevhid esasına dayalı dinin tasavvufunun, insan ve dünya ilişkisini “Allah” merkezli olarak düzenlemesi kadar tabiî ne olabilirdi? Allah herşeyin başı ve sonu, sahibi ve maliki, kanun koyucusu ve yönlendiricisi. Bugün mevcud kapitalist sistemde ise ekonomik ve sosyal yapı ferd merkezlidir. Herşey ferdin mutluluğu içindir. Moral değerler ve toplum bütünüyle ferde feda edilmiştir. İslâm’da ve özellikle tasavvufta fakr düşüncesi, Allah merkezli bir sosyal ve ekonomik yapı sunmaktadır. Paylaşım esası, feragat ve îsar anlayışı öne çıkmaktadır. Ferdin ihtiyaçları sınırsız olmamalıdır. Çünkü kaynaklar sınırlıdır. Maksad tüketmek değil ihtiyaçları görmektir. Bu yüzden de ihtiyaçların temel bir sınırı olmalıdır. İşte tasavvuf bu konuda “bir lokma ve bir hırka” anlayışını gündeme getirmiştir. Bu düşünce aslında ferdi hayatımızda tüketim için konulmuş bir sınırdır. Yoksa üretimin sınırı değildir.

Tasavvufî anlayışta hürriyet düşüncesi de Allah’a kullukla sınırlıdır, ki o da fakr telakkîsinde mündemicdir. İnsan kulluk şuuruna erince gerçek hürriyete erer ve nefsin esaretinden kurtulur. Nefsin ihtiras ve tul-i emel duygusunun sınırsızı bir biçimde serbest bırakıldığı ortam, hürriyet ortamı değil, esaret ortamıdır. Böyle bir esarete düşen ferd ve toplumlarda ekonomik ve sosyal bünye yaralıdır. Ferdlere yön veren bugün olduğu gibi, akl-ı selîm değil, nefsanî duygulardır.

İnsandaki tüketim arzusu fıtrîdir, ayrıca teşvik ve tahrike ihtiyaç yoktur. Belki de sınırlamaya ve frenlemeye ihtiyaç vardır. “Almadan vermek Allah’a mahsus” olduğu gibi, yeteri kadar üretmeden sınırsız tüketim de akıllı insanların karı değildir.

Emevî hilafeti döneminde genişleyen İslâm topraklarına katılan yani milletler ve kazanılan ganimetler, bir yandan devlet hazinesini oldukça rahatlattığı gibi, diğer yandan devlet yöneticilerini yüksek bir refah düzeyine ve lüks tüketime yöneltti. Halkın içinde ashab ve tabiînin zühdî yaşayışı ile fakr anlaşıyını bilen duyarlı mü’minler, bu gidişten pek memnun olmadılar. Hatta bir tepki hareketi şeklinde zühd ekolünü oluşturdular. Çünkü böylesi hovardaca bir tüketim, dengeleri bozacak, İslâm’ın dünya-insan ilişkilerini zedeleyecek bir durumdur. Tasavvufun bir hayat sistemi olarak oluşmasında bu tür sapmaların da etkili olduğu biliniyor.

Bugün ekonomik acı reçetelerin tartışıldığı şu sıralarda belki de hepimizin İslâm’ın fakr anlayışı ile ferdlere talim etmek istediği sınırsız tüketim arzusunu sınırlandırma keyfiyeti üzerinde düşünülmelidir. Batılı gelişmiş ülkeler, gelişmişliklerini tüketim seviyeleriyle ölçtükleri ve kaynak konusunda şimdilik, sömürebilecekleri ülke ve toplumlar bulunduğu için, pek sıkıntılı görünmediklerinden israf boyutu tanımıyorlar. Ama gelişmişlik sınırına ulaşmış Japonya ve Kore gibi Uzakdoğu ülkelerinde lüks standardının Batı’ya göre daha aşağılarda tutulmasına özen gösterilmesi, bizim açımızdan düşündürücüdür.

Konuya bu açıdan bakıldığında kendi değerlerimiz hayata yansıyarak toplum düzenimizde etkili hale gelmedikçe sıkıntıların aşılması mümkün görünmemektedir. Fakr anlayışında paylaşım, başkalarını kendine tercih gibi yüksek moral değerler vardır. Bu değerlerin adım adım yaşandığı bir İslâm toplumuna İslâm’ın bütün müesseseleriyle varılabilir

Bazıları da “fakr” anlayışını yanlış veya eksik anlayarak “bir lokma ve bir hırka” düşüncesinin toplum ve devleti zayıflatacağını öne sürmektedirler. Tasavvufu fakr anlayışı yukarıda anlatılan şekliyle ve de ferd planındadır. Böyle bir fakr anlayışının devlet ve toplum için gereği üzerinde asla durulmamış, toplumun ve devletin fakir olması söz konusu olmamıştır. Çünkü fakr bir duygu ve hal ise bunu idrak ancak, ferdlerin işidir. Zaten fakr, ferdin mal bakımından yoksul olması değil, Allah’a muhtaç olduğunu unutmamasıdır. Ferdi değil, toplumu düşünmesidir, özveriyi bilmesidir.

HAYAT ÖLÇÜLERİ

* Zekat da bir taharet (temizleme) vardır. Bir servetin içinde fukara hakkı bulunursa bu hak o mal için adeta manevi bir lekedir.

* Zekat malı habasetten nefsi de pintilikten temizler.

* Zekatını vermeyen zengin kıyamet günü şefaat-i Nebevi’ye iltica ettiğinde; Sallâllahü aleyhi ve sellem efendimiz: Ben size hükm-ü ilahiyi tebliğ ettim. Şimdi sizin azabınızı tahfîfe mezun değilim buyuracaktır.

* Hiç şüphe yoktur ki Cenab-ı Hakk’ın emanında olan mazluma zalimin zulmetmesi Hak Teala Hazretlerinin emanında olmasını tanımamak demektir ki, pek büyük bir günahtır. Bunun derecesi de işlediği zulmün ve mazlumun haline göre cezası şiddet kesbeder (artar).

Mahmud Sami RAMAZANOĞLU