Altınoluk Dergisi, 1999 – Temmuz, Sayı: 161, Sayfa: 005
İnsanoğlu, âlemde cari tabii kanun gereği varlığının ve hayatiyetinin devamı için yemek ihtiyacındadır. İnsanın sosyal statüsü ve ekonomik durumuna göre yemenin kalitesi değişirse de bizim kültürümüzde en temel gıda “ekmek”tir. Belki beslenme açısından ondan daha temel ihtiyaç maddeleri vardır ama bizde karın doyurmanın ilk maddesi gibi görülmüştür ekmek. Bu yüzden Anadolu’da yemeğin adı da, öğünün adı da “ekmek”tir. İnsanımız çoğu zaman “yemek yiyelim” yerine “ekmek yiyelim” demeyi tercih eder. Ekmeğe kutsal bir nimet gözüyle bakar, onun kırıntılarının bile ayak altlarına düşüp çiğnenmesini hoş karşılamaz; nimete saygısızlık sayar. Hatta şu anlayış darb-ı mesel haline gelmiştir: “Rafa ulaşmak için bir şeyin üzerine çıkmak gerekse ve orta yerde sadece mushaf ile ekmek bulunsa ekmeğe basılmaz”. Ekmek böylesine mukaddes ve muazzez bir nimet olarak görülür. Maişet için yapılan çalışma ve gayretler bile “ekmek davası” gibi adlarla anılır.
Diğer toplumların ekmeğe aynı gözle bakıp bakmadıklarını bilmiyorum ama, Azerbaycan ve diğer Türk toplumlarında “çörek” adıyla aynı anlayış vardır. Mısır toplumunda da benzer anlayışın var olduğunu söylemek mümkün. Çünkü Arapçada ekmeğin adı “hubz” olduğu halde Mısırlılar ona “hayat” manasına “ayş” diyorlar. Demek ki ekmeği yaşamakla eşdeğer görüyorlar.
Ekonomik seviyeleri bozularak yavan ekmeğe muhtaç olan Fransızların ekmek talebiyle isyanında Madam Antoinette’in “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözü bizdeki “tok açın halinden anlamaz” lafına ne kadar benziyor.
Demek ki sosyal seviyeler farklılaştıkça damak zevkleri de değişiyor. Dolayısıyla birinin adını duymadığı bir gıda maddesi diğeri için sıradan hale geliyor. Aslında kavga da belki buradan çıkıyor. Halkın bir kesimi tokluktan şişinip gerinirken bir kısmının açlıktan nefesinin kokması ve bu şişkin mutlu zümrenin diğerlerinin farkında bile olmaması sosyal kavga sebebi. Evet insanların sosyal ve ekonomik seviyelerini eşitlemek ve herkesi aynı konumda tutmak mümkün değil. Bu kainatta cari olan tabii kanun ve ilahi adaletin kuralı da öyle. İnsanların sosyal ve ekonomik seviyeleri, kendi kabiliyet ve çabalarına göre farklılık arz eder. Komünizmde olduğu gibi kabiliyetli ile kabiliyetsiz, tembel ile çalışkan eşit haklara sahip olursa, asıl adaletsizlik o zaman olur, fıtrata uymayan da odur. Komünizm bu yüzden yıkıldı gitti. Ancak öbür tarafta bugün bir başka tehlike daha var. O da “bencillik” duygularıyla fazilet ve ahlak, hatta hukuk kurallarını çiğneyip ezen ve kesesini dolduran bir gurubun türemesi. Devlet sisteminin bozulduğu; toplum ahlakının tefessüh ettiği dönemlerde bu tür gruplar fazlasıyla meydana gelmektedir.
Cenab-ı Hakk, “Rahman” isminin gereği bu alemde inanan, inanmayan; mümin, münafık ve kafir ayırımı yapmadan herkese rızkını vermekte ve “Rezzak-ı alem” oluşunun gereği bütün varlıkları görüp gözetmektedir (bk. Hûd 11/6). Ancak Allah, yeryüzünün hükümranlığını düzgün ve maslahata uygun çalışan kullarına vereceğini haber vermektedir. (bk. el-Enbiya, 21/105)
Büyük balıkların küçükleri yutması şeklindeki fıtrat kaidesinin insan ilişkilerinde de meydana gelmesi, dinlerin ve hukuk sistemlerinin mücadele verdiği çok önemli insani bir problemdir. Dinler ahlaki öğüt ve manevi müeyyidelerle; hukuk sistemleri hukuki müeyyidelerle bunu sağlamaya çalışmaktadır.
Cenab-ı Hakk yeryüzünde sınırsız nimetlerinin (bk. İbrahim, 14/34) farkında olunmasını ve bu nimetlere karşı şükür görevinin yerine getirilmesini ve nankörlük edilmemesini talep etmekte(bk. İbrahim, 14/7); Allah, şükredilen nimetleri ziyadeleştireceğini haber vermektedir (bk. İbrahim, 14/7). Bu ziyadeleşme ayni olarak olabileceği gibi, basiret ve şükürle kullanılan nimetlerin istifade yollarının artırılması suretiyle de olabilir. Bereket yoluyla manevi bir artış şeklinde de olabilir.
Bugün toplumumuzda ekonomik daralma sebebiyle insanların zaruri ihtiyaç maddelerini bile teminde zorlandığı; ekmek derdine düştüğü ve ciddi bir boğulma hissinin yaşandığı görülmektedir. Gelinen bu noktanın ekonomik, sosyal ve terbiyevi pek çok sebepleri sıralanabilir. Kanaatimizce tarıma bağlı ve kırsal bir hayat yaşayan Türk toplumunda sanayie dayalı bir hayatı paylaşmak üzere büyük şehirlere süratle gerçekleşen göçün ekonomik, sosyal ve ahlaki altyapısı iyi hazırlanmadı. Bu durum global manada bozulan ekonomik yapının ülkemizde çok büyük tesirler meydana getirmesi sonucunu doğurdu.
İnsanımız ürettiğinden fazla tüketme merakına, birden zengin olma, köşe dönme sevdasına kapıldı. Yerinden, yurdundan ve yöresinden ayrılan insanlar yeni şartlarda kendilerini herhangi bir sosyal müeyyide ve gözetim altında hissetmeden çok rahat ve serbest yaşamaya başladılar.
Sebepleri ne olursa olsun, bugün gelinen nokta, ülkemiz ve halkımız açısından son derece zor bir noktadır. Böyle kriz dönemleri en çok ahlaki ölçülerin kaybolmasına ve insanların kişiliklerinin aşınmasına sebep olur. Gelinen bu noktada hepimizin sorgulaması gereken konular var. Yöneticiler, ülkenin bu hale gelmesinde yönetim hataları üzerinde durarak yapılan yanlışları düzeltmeli, alınan ekonomik tedbirleri gözden geçirmeli, mukteza-yı hale uygun önlemler almalıdır. İşin bu tarafı yöneticileri ilgilendiriyor.
Bizim temas etmek istediğimiz konu ise bu duruma gelmemize etkili olan ferdi kusurlarımız ve manevi arızalarımız nelerdir? Bu konuyu tartışmak ve bu dönemi aşmak için fert ve toplum planında yapılabilecek olan hususlara müteallik düşüncelerimizi ifade etmekten ibarettir.
Allah inanan, kendine güvenen insanların mülkünü bir emanet anlayışıyla kullanıp, kulluk için vesile görmelerini istiyor. Bize verdiği nimetlerin gereği gibi kadrini bilmez ve onları hor ve hoyrat olarak kullanırsak olacağı budur. Nitekim Kur’an’da Allah Teala: ” Allah size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misal verir: Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler, bu yüzden Allah onlara yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını tattırdı.” (en-Nahl, 14/112) Demek ki bu dünyada insanları mutlu ve güven içinde kılan şeylerin başında açlık korkusundan uzak bir maişet ile can korkusundan uzak bir güvenlik geliyor. Bu ayetin anlamına göre nankörlük ve nimetin kadrini bilmemek insanın başına bu tür belalar açabiliyor.
Vakıa Kur’an’da inanan insanların açlık ve korku ile sınanacağına dair ayet-i kerime, ekonomik sıkıntı ve maişet darlığının sadece nankörlükten kaynaklanmadığını bunun derûnunda rûhanî ve mistik sebeplerin de bulunduğunu ifade buyurmaktadır: “Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz. Sabredenlere müjdele!” (el-Bakara, 2/155) Bu ayette de maişet darlığı ve güvenlik endişesi, Cenab-ı Hakk’ın insanları test ettiği alanlar olarak öne çıkmaktadır.
Bugünkü durumumuza bu açıdan baktığımızda Allah’ın nimetlerine şükrü gerçekleştirebilecek konumda olmadığımız, ezilen, çile çeken sayısız insanların durumu gözler önündedir. Şükür sahip olunan nimeti paylaşmaktır, bizim bu konudaki hodgâmlığımız ise ortadadır.
Allah’ın kendisiyle ve Rasûlüyle harbetmek olarak değerlendirdiği riba bugün artık ülke bütçesinin vergilerden toplanan kısmının neredeyse tamamına yakınını alıp götürmektedir. Oturduğu yerden hiç risk almadan ve toplum hayatında üreten insanları bunaltarak elde edilen faiz ve repo gelirleri, ekonomik hayatımızda maliyetleri çok yükseltmekte ve mamul maddeler faiz sebebiyle tüketicinin eline, olması gerekenin birkaç katı pahalı olarak geçmektedir.
Para kazanan insanların üretim ve yatırımdan değil de faiz gelirleriyle bankalardan elde ettikleri kazançlar aslında ekonominin ne yolda olduğunu göstermektedir. Gayrimenkul fiyatlarını bile durdurup önüne geçen faiz ve repo, üretimi değil tembelliği primlendiriyor. Dolayısıyla Allah’ın yasakladığı bu muamele toplumun bereket kapısını da kapatmaktadır. Faiz batağına batmış fabrika ve işyerleri asıl borcu şöyle dursun sadece faizleri ödemekte zorlandıkça işçi çıkarıp üretimi düşürmekte böylece küçülerek kriz dönemini atlatmaya çalışmaktadır. Devletin faiz borçlarını ödemek için tahvil basarak yeniden borçlanması, buna mukabil memuruna enflasyonun altında zam vermesi, elbette üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
İnsanlar ekonomik açıdan küçüldükçe telaşa kapılmakta ve yaşadığı hayat standardının altına düşmemek için borçlarını bile görmezden gelebilmektedir. Batıdan gelen ferdiyetçi anlayışın tesiriyle bencillik duyguları artan, fakir fukarayı düşünmeyen ve düşünmek bile istemeyen bir toplum olduk.
İnanç esasları açısından İslam alimleri, Kur’an ayetleri ve hadisler çerçevesinde insanın başına gelen bela ve sıkıntıların değişik sebep ve hikmetleri olabileceğini ifade ederler. Sıkıntılar ferdi planda bazen işlenen bir günahın bu dünyada verilen peşin cezası olabilir. Bazen sınanmak üzere verilmiş ve bu suretle kulun terfi-i derecât etmesi, manen yükselmesi amaçlanmıştır. Ya da daha beter bir belanın gelmesine engel olmak üzere def-i mazarrat için verilmiştir.
Hz. Peygamber’in alemlere rahmet oluşunun bir gereği olarak daha önceki ümmetler döneminde umumi gelen azap ve belaların artık gelmeyeceği ifade edilmişse de toplumdaki bir takım bozulma ve çözülmelerin ve zulme varan yanlış uygulamaların bu işi yapanlarla sınırlı kalmayıp diğerlerine de sirayet etmiş olabileceği hatırdan uzak tutulmamalıdır. Nitekim Musa (a.s.) dediği noktaya gelebiliriz: “Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helak eder misin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir. Bununla dilediğin saptırır, dilediğini doğru yola iletirsin.” (el-A’raf, 7/155) Dileriz ki bu sıkıntı ve boğulma, içimizdeki beyinsizlerin yüzünden bize kesilmiş bir ilahi fatura olmasın!