Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Edep

Altınoluk Dergisi, 2008 – Subat, Sayı: 264, Sayfa: 038

“Tasavvufu edebden ibârettir” diye târif edenler vardır. İlk devir sûfîlerinden Ebû Hafs Haddâd (ö.270/980) bunlardan biridir.

Mevlânâ da tasavvufu edeb ile aynîleştiren ve insan olmanın yolunun edebden geçtiğini söyleyenlerdendir. O, gerek Mesnevî’sinde gerek Dîvân-ı Kebîr ve diğer eserlerinde edebe önemli vurgular yapar.

Edeb, insanı utandıracak şeylerden koruyan sağlam bir irâde ve vicdan duygusudur. Edeb ile edebiyât arasında irtibât vardır. Sözdeki zarâfet, âhenk ve kibarlık edebiyât; özdeki âhenk ve tenâsüb ise edebdir. Dînî edebin kaynağı ümmetin model şahsiyeti Hz. Peygamber (s.a.) ve onun yolundan giden Allah adamlarıdır. Kur’an’daki: “Andolsun, Allah’ın Rasûlü’nde Allah’ı ve âhiret gününü uman; öz derdinde olanlar için güzel bir model vardır.”1 âyeti bu gerçeğe işâret etmektedir. Çünkü Allah Rasûlü, Rabbının terbiyesinde bir edeb eğitimi almıştır.2

Mevlânâ’ya göre kulun edebe riâyeti Hakk’ın lütfuna erişme sebebidir:

Dileyelim Hazret-i Hak’tan tevfîk-ı edeb

Bî-edebi lütfundan mahrum eder Ulu Rabb.3

Edeb ilâhî lütfa mazhar olmaya vesîle olduğu gibi edebsizlik de umum belvâ gibidir. Bir geldi mi kurunun yanında yaşı da yakar; toplumu helâk eder.

Bî-edeb sâdece kendisine vermez zarar

Fitne ateşi parlayınca âfâkı tutar.4

Nitekim Allah Teâlâ Kur’an’da buyurur: “İçinizden sâdece zâlimlere münhasır kalmayan fitneden sakının. Bilmiş olun ki Allah’ın azâbı çetindir.”5

Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinin müteâkib beyitlerinde sınır tanımayan, haddi aşan, densiz ve edebsiz insanların koskoca bir toplumun ilâhî lütuf ve ihsândan mahrûmiyetine sebep olduğunu İsrailoğulları’nın Mûsâ (a.s.)’a karşı densizlikleriyle anlatır.

Kur’an’ın beyânına göre Mısır’dan çıkan İsrailoğulları Kızıldeniz’den Sinâ’ya selâmetle geçip giderken, Tîh sahrâsında hazır sofra ile ikrâmlanırlardı. Sofrada bıldırcın eti ve kudret helvası bulunurdu. Yahûdîler, tatlısı ve tuzlusu ile bu gıdalarla beslenirlerdi. Allah onları bulutla gölgelendirip bu azıklarla merzûk kılarak nîmetlendirirdi. Ancak Mûsâ’nın kavminin içinden çıkan birkaç kendini bilmez, edeb yoksunu kimse, “Hani bize sarımsak, hani mercimek, hani soğan? Biz öyle bir çeşit yemeğe dayanamayız”6 demeye başladılar. Tabiî bu densizlik ve edebsizlik yüzünden hazır sofra, bıldırcın eti ve kudret helvası kesiliverdi.

İsrailoğulları’nın densizlikleri bununla da sınırlı kalmamıştı. Mûsâ (a.s.)’ın Tûr-i Sînâ’da Allah ile mülâkatı sırasında buzağıya tapacak kadar sapıtanlar olmuştu. Hz. Mûsâ onların bu taşkınlık ve şaşkınlıklarından bunalmış ve: “İçimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri günahlar yüzünden bizi de helâk eder misin Allah’ım? Bu iş Sen’in imtihânından başka bir şey değildir”7 deyivermişti.

Hazır sofra bir de Îsa (a.s.) zamanında indi. Nitekim Kur’an bu gerçeği şöyle haber vermektedir: “Meryem oğlu Îsa dedi ki: Ey Rabbımız, bize gökten bir sofra indir de bu bizim evvelkilerimize ve sonrakilerimize bayram ve bize Sen’den bir mûcize olsun.”8

Îsa (a.s.)’ın bu duâsıyla gökten sofra indi. Mevlânâ bu sefer de İsrailoğulları’nın aç gözlülük edip saklamamaları istenen rızkı sakladıklarını; Hz. Îsa’nın uyarılarına kulak asmayarak edebsizlik ettiklerini anlatır. Büyük bir zâtın sofrasında bulunup da doymayacağını zanneden bir adam nasıl nankörlük etmiş olursa, Allah’ın sofrasını açgözlülükle aparan İsrailoğulları küfrân-ı nîmet ve sû-i edeb ettiler, böylece de nîmetten mahrum kaldılar.

Bundan daha büyük bir sû-i edeb olabilir miydi ki, Allah’ın dost-düşman herkese sunduğu sofrada açgözlülük yapmışlardı. Kerim olan Allah’ın nîmetinin yetmeyeceğinden ve kesileceğinden endişe etmişlerdi. Allah’ın nîmetini küçümseyen ve küfrân-ı nîmette bulunanların uğursuzluğu, diğerlerine de tesir etmiş; ilâhî nîmetten mahrum bırakmıştı.

Hayâtı anlamlı kılan şey, insanın duyarlılığıdır. Hayâtı kalb uyanıklığı ve gönül diriliği ile yaşamak ve nîmetlerin farkında olarak şükrân-ı nîmette bulunmaktır. Çünkü her şeyin bir bedeli vardır. Nitekim Mevlânâ: “Zekâtın verilmemesi yağmursuzluğu, zinânın yaygınlığı vebânın zuhûrunu körükler”9 demektedir. İnsanların gam ve keder olarak başlarına gelenler kayıtsızlık ve küstahlıklarından, edebe riâyetsizlikle haddi aşmalarındandır. Hele Dost yolunda; Hakk’a kullukta kayıtsızlık eden, sâdece kendisinin değil, başkalarının da yolunu vurmuş olur. İlâhî emir ve yasakları önemsemeyen, lâübâlî insanlar başkaları için kötü model olur ve onların da yolunu keserler.

Mevlânâ’ya göre varlık âleminde insan ve şeytandan başka her şey, edebe riâyet etmekte ve kâinatın düzeni bu sâyede devam etmektedir. Nitekim gök cisimleri edebe riâyetleri sebebiyle aydınlık, melekler de edebleri sebebiyle mâsûm ve temizdirler.10

Mevlânâ’nın edebi edîbâne bir sûrette anlattığı bir diğer eseri Dîvânı’dır, demiştik. O orada bakınız neler söylüyor:

Efendi edeb, tendeki cânıdır insanın,

Hoca haberin olsun edeb, gönül nûru merdânın.

Ulvî âlemdir süflî değil, insanın aslı,

Feleğin dönüşünde güzellik edeb faslı.

Şeytanın başına koymak diler isen kadem,

Edebe sarıl, nasıl kahrolur iblis o dem.

Yeryüzünde ilk edebsizliği yapan iblisti. Hem de bu edebsizliği benlik iddiâsıyla yapmıştı. “Âdem’e secde edin” ilâhî emrine karşı: “Onu çamurdan, beni ateşten yarattın.” diyerek edebsizlikle secde etmekten imtinâ etmişti. Yaptığı edebsizlik sonrası hak ettiği ilâhî huzurdan kovulma cezâsına çarptırıldığında ise yine bir edebsizlik örneği sergileyerek demişti ki: “Beni kendisi sebebiyle azdırışından dolayı ben Sen’in sırât-ı müstakîmin üzerinde oturup onların yollarını keseceğim.”11 Böylece kendi azgınlığını bile Allah’a isnâd küstahlığını göstermişti.

Âdem olmaz adı asla edebsiz insanın,

Edebdir çünki farkı insan ile hayvanın.

Gerçekten insanı insan yapan, îmanın muktezâsı olan edeb ve hayâdır. Hayâdan ve edebden nasîbi olmayan insanın yolun üstüne pisleyen köpekten ne farkı olabilir ki? Cennette yasak meyveyi yiyerek günaha giren Âdem ve Havvâ ise edeb gözeterek Allah’a şöyle ilticâ etmişlerdi: “Ey Rabbimiz, biz kendi kendimize zulmettik. Sen bize acımaz ve bizi bağışlamazsan biz hüsrâna uğrayanlardan oluruz.”12

Aç gözünü öyle bak Kur’an’a âyet âyet,

Mânâsı edebdir; görürsün sen de nihâyet.

Sordum akıldan söyle bakalım nedir îman?

Akıl gönül kulağıma “edeb” dedi heman.

Sen sırr-ı ilâhîsin; sus ey Şems-i Tebrizî,

Edebdir aydınlatan gündüz ve gecemizi.13

İnsanı melek-sıfat eyleyen, erdem ve ahlâk sâhibi olmasını sağlayan edeb, san’atın ahenk ve kıvrımları gibi, gönle ve göze hitâb eden bir güzellikler manzûmesidir. Dînî edebin kaynağı îmandır; çünkü îman şerîatı, şerîat de edebi gerektirir.

Dipnotlar: 1) el-Ahzâb, 33/21. 2) Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I, 12. 3) Mesnevî, I, b. 78. 4) Mesnevî, I, b. 79. 5) el-Enfâl, 8/25. 6) bkz. el-Bakara, 2/61. 7) el-A’raf, 7/155. 8) el-Mâide, 5/114. 9) Mesnevî, I, b. 88. 10) bkz. Mesnevî, I, b. 91-92. 11) el-A’raf 7/11-16. 12) el-A’raf, 7/23. 13) Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. I, s. 114-115.