Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ ve TASAVVUF

Tasavvuf, İslâm’ın rûh hayâtının müesseseleşmiş şeklidir. Bir başka ifade ile Hz. Peygamber’in şahsında cem’ ettiği siyâsî, ilmî ve mânevî otoritelerden mânevî olanının kurum olarak karşımıza çıkmış hâli veya bir başka ifâdeyle İslâm mistisizmidir.

Hıristiyanlık ve İslâm gibi evrensel mesaj taşıyan dinler, insanlığa ulaşmak için sistemler geliştirmişlerdir. Hıristiyanlıktaki misyonerlik, teke tek bütün insanları Hıristiyanlaştırma amacına yönelik olarak faaliyet göstermekte; dolayısıyla herkesle birebir ilgilenmeyi görev saymaktadır. İslâm ise insan ile İslâm arasındaki tebliğe âid engelleri kaldıracak vasatlar hazırlamayı gündemine almış ve bu ortamın hazırlığı görevini İslâm muhîtinde leşker-i gazâ denilen mücâhidlerle leşker-i duâ denilen gönül erleri üstlenmiştir. Bizdeki “alperenlik” ise hem gazâ, hem de duâ fonksiyonlarını üstlenen gönül erleri için kullanılan bir tabirdir.
Tasavvuf amelî boyutu ile hicrî II. Asır’dan itibaren hem İslâm dünyasında İslâm’ın yaşanması ve yaşatılmasında, hem de gayr-i müslim diyârlara ulaştırılmasında son derece önemli hizmetler üstlenmiştir. Tasavvuf, Hz. Peygamber’in “üsve-i hasene/model insan” özelliği ile temsil ettiği bu otoritesini yaşatmaktadır.
Ebu’l-Hasan Harakânî, işte bu zümreden. Peygamber vârisi sıfatıyla insanlığa örnek olmuş, sözleri, tavır ve davranışları, eser ve tesirleriyle ölümsüzlük kervanına katılmıştır.
Ebu’l-Hasan Harakânî, Anadolunun İslâmlaşmasında son derece önemli etkisi bulunan tasavvuf ekolünün ilk devir temsilcilerinden bir gönül eridir. Gazneli Sultan Mahmûd ile görüştüğü rivâyet edilen bir alperendir. Bâyezîd Bistâmî’nin hemşehrîsi ve türbesinin bekçisidir. O’nun rûhâniyetinden feyz alarak “üveysî” tarîkla yetişti. Adı Ali b. Ca‘fer, künyesi Ebu’l-Hasan, nisbesi Mu‘cemü’l-büldân müellifi Yakut el-Hamevî’nin ifadesine göre el-Harakânî’dir, Harkânî değil.  Aynı müellif onun 425 hicrî yılında 10 Muharrem Aşûre gününde (1034 Aralık’ta) 73 yaşında iken vefât ettiğini bildirdiğine göre 352/963 yılında doğmuş olmalıdır.
Ebu’l-Kâsım Kuşeyrî, Ebu’l-Abbâs Kassâb, Ebû Said-i Ebu’l-Hayr gibi mutasavvıflarla İbn Sînâ gibi felsefe ve tıp otoriteleriyle çağdaş. Kuşeyrî ile görüştüğünü Keşfu’l-Mahcûb müellifi Hücvirî’den öğreniyoruz. Hücvirî, Kuşeyrî’nin onun hakkında: “Harakan’a varınca Şeyh Ebu’l-Hasan’ın heybet ve haşmetinden fesâhatım sona erdi, ifade gücüm kayboldu ve sanki dilim tutuldu. Neredeyse velâyet makamından azledildiğimi sandım” dediğini nakleder.
Ebu’l-Abbâs Kassâb onun hakkında: “Tasavvuf pazarında rihlet ve ziyaret Harakânî’ye lâyıktır” demektedir.

Harakânî’nin İlmî Şahsiyeti ve Eserleri
Bazı kaynaklarda ümmî olduğundan bahsediliyorsa da Harakânî devrin sûfî âlimleri Ebu’l-Abbâs Kassâb gibi kimselerin talebesi olmuş ve Bâyezîd Bistamî’den de “üveysi” yolla feyz almıştır. “Ümmî” kelimesi, Arapça anne anlamına “ümm” kökünden gelmektedir. Annesinden doğduktan sonra bir muallimin talebesi veya bir mektebin müdâvimi olmayan kimseler için kullanılır. “Ümmî” câhil demek değildir. Aksine hayatı rûhî tecrübe ile tanımış, belki okuyup yazmamış ama irfân yoluyla olayları kuşatmış insan demektir. Bizdeki mektepli ve alaylı tabirlerinden “alaylı” bu mânaya uygun düşmektedir. Alaylı da mekteb okuyup diploma almamış, ama tecrübe ve çilelerle hayâtı, insanları ve olayları tanıyan kimse demektir. Nitekim Harakânî’nin sadece eşi sebebiyle âile hayâtında çektikleri, insanı marifet ve kemâle erdirecek boyuttadır.
Harakânî’ye nisbet edilen bir takım eserler bulunmaktadır. Onlar da:
1- Hidâyet-nâme,
2- Fakrnâme,
3- Nûru’l-ulûm’dur.
Bunlardan Fakrnâme, Genç-bahş Kütüphanesinde yazma nüshası bulunan  yaklaşık 30 sayfa civarında bir risâledir. Bu risâlenin Nûru’l-ulûm ile aynı eser olup olmadığını tahkik imkânı bulamadık.
Nûru’l-ulûm muhtelif tasavvufî konuları ihtivâ eden on bölümden oluşan yaklaşık 50-60 sayfalık Farsça bir eserdir. Eserin tek yazma nüshası British Museum, Or, nr, 249’dadır. Biri Müctebâ Minovî,  diğeri Abdürrefi Hakîkat  tarafından yapılmış iki neşri bulunmaktadır.

Harakânî’nin Meşrebi ve Yolu
Harakânî, muhtelif kaynakların ittifakla haber verdiklerine göre, ondan yaklaşık bir asır sonra yaşamasına rağmen Bâyezîd Bistâmî meşrebindeydi. O’nun gibi coşkulu, cezbesi ve sekri, sahvına galipti. Fena ve baka, sekr ve sahv ile tevhid ve vahdet konularında pek çok söz söylemiş, Hallâc gibi “Ene’l-Hak” anlayışına uygun terennümlerde bulunmuştur. Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ’sında onun bu vadideki sözlerine geniş yer vermektedir.
Devrinin muhtelif âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan okuyan Harakânî, en sonunda hemşehrîsî Bâyezîd Bistâmî’nin dergâhında karar kılmış, senelerce önce ölmüş bulunan Bâyezîd’in yolunu devam ettiren müridleriyle görüşmüş, kabrine on iki yıl türbedârlık etmiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bâyezîd sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüştür.
Harakânî, bağlısı bulunduğu Bâyezîd vasıtasıyla daha sonra ortaya çıkacak olan Yesevîlik, Bektâşîlik ve Nakşbendîlik’in de kendisinden neş’et ettiği insandır. Çünkü kendisinden sonra onun yolunu devam ettiren Ebû Ali Farmedî, hem Yûsuf Hemedânî’nin, hem de Gazzâlî’nin üstâdıdır. Dolayısıyla Harakânî, Gazzâlî’nin yolunun da kolbaşı sayılır.
Yûsuf Hemedânî ise hem Yesevîlik’in kurucusu Ahmed Yesevî’nin, hem de Nakşbendîlik’in üveysî pîri Abdülhâlık Gucdüvânî’nin mürşididir. Bektâşîlik’in Yesevîlik ile bağlantısını düşündüğümüzde Harakânî bu üç kolun kendinden çıktığı merkez konumundadır.
Harakânî, sekr ve cezbe ehlinden olduğu için olsa gerek, kişinin sahv ve uyanıklığını bile vecde yakın bir üslupla anlatırdı. Derdi ki: “Sahvın ölçüsü, kulun Allah’ı andığı sırada baştan ayağa Allah’ın kendisini andığını duymasıdır.” Öyleyse Allah derken başka söz söyleyenlerle sohbet etmemelidir.
Harakânî, diğergamdı, derdlinin derdiyle ilgilenmeyi severdi. Derdi ki: “Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa o kalp benim kalbimdir.”
Gerçek kulluğun kula hizmetten geçtiğini bilenlerdendi. Bu yüzden: “Sabahleyin yatağından kalkan âlim, ilminin artmasını, zahid zühdünün artmasını ister. Ben ise bir kardeşimin gönlünü neşeyle doldurma ve onu sevindirme derdindeyim” derdi.
Rabia Adeviyye ve benzeri sufiler gibi, cennet düşüncesinden, cehennem endişesinden geçenlerdendi. Bu konuda şöyle konuşurdu: “Cennet ve cehennem yok demiyorum. Benim dediğim, cennet ve cehennemin benim nezdimde yeri yoktur; zira her ikisi de mahluktur. Benim rağbetim ise mahlukâta değil, Hâlik’adır.”
İlimle ve bilgiyle övünmenin yersizliğini şöyle anlatırdı: “Herkes, hiçbir şey bilmediğini anlayıncaya kadar hep bildiğiyle övünür durur. Nihayet hiçbir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır ve işte o zaman marifet kemâle erer. Çünkü gerçek bilgi bilmediğini bilmektir.”
Sulh ve cengin nerede ve ne zaman olacağını şöyle bildirirdi: “Sulh bütün halkla, cenk ise nefsledir.”
Dünyayı gölge gibi görürdü. Bu yüzden de: “Sen onun peşinde koştukça o senin padişahın; ondan yüz çevirince de sen onun padişahı olursun” derdi.

Gazneli Mahmûd ve Harakânî
İlk Müslüman Türk devletini kuran Gazneli Mahmûd da onu ziyaret ederek feyz alanlar arasındadır. Feridüddin Attar’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sında verdiği bilgiye göre, Gazneli Sultan Mahmûd, Şeyh Harakânî ile birkaç defa görüşmüştür.
Şeyh Harakânî’nin şöhretini duyan Gazneli Mahmûd, adamlarıyla birlikte, biraz da onu imtihan maksadıyla Harakan’a gelir. Sultan, yanına geldiğinde Şeyh Harakânî, özel bir ilgi göstermediği gibi, ayağa da kalkmaz. Sultan pek çok sorular sorar ve şeyhi sınar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehâbeti karşısında irkilir, endişesi sevgi ve saygıya dönüşür. Şeyhe bir kese altın ihsanda bulunmak isterse de Harakânî bunu reddeder. Bu sefer, “ondan bir hâtıra olsun diye” herhangi bir eşyasını ister. Harakânî de bir gömleğini verir. Görüşme tamamlandıktan sonra Sultan, arz-ı vedâ ederken Şeyh Harakânî onu ayakta uğurlar. Sultan, şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce sorar:
“Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız ama, yolcu ederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim?” Şeyh Harakânî şu karşılığı verir:
“İlk geldiğinizde padişahlık gururu ve bizi imtihan niyetiyle geldiniz. Ama şimdi dervişlerin haliyle ayrılıyorsunuz. Dervişlik devletine ve tevâzu haline saygı gerekir.”
Sultan Gazneli Mahmûd, Harakânî ile bir başka görüşmesinde ondan nasihat ister. Şeyh der ki: “Şu dört şeye dikkat et:
1- Günahlardan sakın,
2- Namazını cemaatla kıl,
3- Cömerd ol,
4- Mahlûkâta şefkatla muamele et.”

İbn Sinâ ve Harakânî
Tezkiretü’l-Evliyâ ve el-Hadâiku’l-Verdiyye’nin verdiği bilgilere göre Harakânî, çağdaş, felsefe ve tıp otoritesi, eserleri dört asır Batı üniversitelerinde okutulan İbn Sinâ ile de görüştü.
Tasavvuf ve tasavvuf erbâbına karşı ilgi duyan Filozof İbn Sinâ, Harakânî’yi ziyarete gelir. Şeyhin evine varıp karısından nerede olduğunu sorar. Karısı da, onun hakkında hiç de hoş olmayan lafızlar kullanarak evde olmadığını ve ormana odun getirmeye gittiğini söyler. İbn Sinâ, şeyhi görmek için orman tarafına, onu aramaya gider. İbn Sinâ yolda şeyhin gelmekte olduğunu ve yükünü bir aslanın taşıdığını görünce hayretle sorar:
“Efendi, bu ne hal böyle?” Şeyh de:
“Evdeki aslanın yükünü çekmemiş olsak, Allah bizim yükümüzü dağdakilere çektirmezdi” der. Evdeki aslan karısıdır. Çünkü son derece geçimsiz bir kadındır, ama Harakânî Allah için onun sıkıntılarına katlanarak “kesb-i kemâlât” etmiştir.

Abdullah Ensârî ve Harakânî
Menâzilü’s-Sâirîn adlı eserinde tasavvufî hal ve makamları anlatarak tasavvuf tarihimizde haklı bir şöhret kazanan Abdullah el-Ensârî el-Herevî de, Harakânî’nin müridlerindendir. Nitekim o şöyle der: “Hadis, fıkıh ve diğer İslâmî ilimlerde pek çok üstaddan okudum. Tasavvuftaki üstadım ise Ebu’l-Hasan Harakânî’dir. Onu görmeseydim marifete eremezdim”

Ebû Said-i Ebu’l-Hayr ve Harakânî
Harakânî’nin Ebû Said’in çağdaşı olduğu ve kendisiyle zaman zaman görüştüğü bilinmektedir. Nitekim bir ziyâretinde Harakânî’nin huzûrunda susmayı tercih ettiği görülmüştü. “Niçin susuyorsun?” diye soranlara: “Bir konuda iki tercümana ihtiyaç yok” diye cevap verdiği nakledilir. Rivayete göre Harakânî, Ebû Said-i Ebu’l-Hayr’ı bast ehli kendisini ise kabz ehli olarak nitelerdi. Ebû Said semâ ve rakstan hoşlandığı halde Harakânî ise meşrebi gereği bundan pek hazzetmezdi.
Harakânî, belki de fütüvvet ve melâmet meşrebinde bir sûfî olmasının gereği hırka ve seccâde gibi sembolik unsurlara pek önem vermezdi. Oysa Ebû Said-i Ebu’l-Hayr, ilk sistemli tekke kuran şahıs sıfatıyla bunları önemserdi.

Harakânî ve Fütüvvet
Fütüvvet, gençlik demektir. Hz. Ali gibi birtakım gençlerin asr-ı saâdetteki fedâkarlık, yiğitlik ve civânmerdlikleri sebebiyle bu kelime tasavvuf kültürümüzde yiğitlik ve cömerdliği ifâde eden bir alem olmuştur. Bu yüzden hicrî ikinci asırdan sonraki sûfîlerden bu kavramı kullananlar pek çoktur. Ancak bu kavram daha sonra Abbâsî halifelerinden en-Nâsır li-dînillah tarafından gençleri ve san’atkarları organize eden, eğitip yetiştiren bir örgüt hâline gelmiştir. Bu fütüvvet anlayışı, Anadolu Selçukluları zamanında “Ahîlik” olarak sistemleşmiş, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması ile Osmanlı’nın kurulup gelişmesinde önemli hizmetler ifâ etmiştir.
Fütüvvet ile ilgilenen Harakânî bu teşkîlâtın ve Ahîlik’in kurulmasını da hazırlayanlardandır. Ona göre fütüvvet ve civanmertliğin şartı üçtü:
1- Cömertlik,
2- Şefkat,
3- Halktan müstağnî olmak.
İçinde Allah’dan başkasına yer olan kalb, baştan başa ibadet ve taatla dolu olsa da ölüydü. Çünkü gönüllerin en aydını, içinde halk olmayanı, amellerin en güzeli, içinde mahlûk fikri bulunmayanıydı.

Tasavvufî Anlayışı
Ameller ve ibadetlerdeki ölçüsü şuydu: “Her gün akşama kadar halkın beğendiği ve memnun kaldığı işler yapasın. Her gece sabaha kadar Hakk’ın beğendiği amel ile olasın.”
Katilden; yani adam öldürmekten beter olan fitnenin dinde iki grup insan tarafından çıkarılabileceğini söylerdi. Onlar da: Gözünü dünya hırsı bürümüş âlim ile ilimden mahrum ham sofuydu.
El emeği ve göz nurunu üstün tutar, nimetlerin en helâl ve temiz olanının kişinin emek ve gayretiyle elde ettiği nimetler olduğunu anlatırdı.
Kendisine: “sûfî kimdir?” diye soranlara:
“Hırka ve seccâde ile sûfî olunmaz, merasim ve âdetlerle tasavvufa yol bulunmaz. Sûfî, mahv ve fenâ ile benlikten geçendir. Zira abası ve hırkası olan pek çoktur. Lazım olan kalp sâfiyetidir. Elbisenin ne faydası var? Çul giymekle ve arpa yemekle adam olunsaydı eşeklerin de adam olması gerekirdi. Çünkü onlar da çul giyer, arpa yerler.”
Birgün bir adam gelip şeyhten hırka talebinde bulundu. Şeyh derdi ki: “Bir erkek çarşaf giymekle nasıl kadın olmazsa, sen de hırka giymekle bu yolun eri olamazsın. Önce gönlünü arıtmaya bak!”
Ona göre sûfî, gündüz güneşe, gece yıldıza ve aya ihtiyacı olmayandı. Çünkü sûfîlik varlığa ihtiyacı olmayan yokluktu.
Birgün müridlerine: “En güzel şeyin ne olduğunu” sordu ve kendisi bunu şöyle açıkladı: “En güzel şey, devamlı zikreden bir kalbdir. Çünkü bütün varlığını Allah istila etmiş bir kimse, tepeden tırnağa herşeyiyle Allah’ı ikrar eder.”
Sıdk’ı gönülde olanı konuşmak, ihlâs’ı her şeyi Hakk için yapmak, riya’yı da amelini halk için yapmak şeklinde tanımlardı.
Vâris-i Nebî denmeye lâyık olan kimse, O’nun fiil ve kavillerine uyan, O’nun izine basarak yürüyendir. Kağıtların yüzünü karalayıp kitap yazdığını sanan değildir.
Ölümsüz bir hayata kavuşmanın günde bir kere ölüp yine dirilmek olduğunu söylerdi.
İncitme ve incinme konusunda şunları söylerdi:
İnsanlar üç zümredir:
1- Sen kendisini incitmediğin halde o seni incitir.
2- Sen kendisini incitirsen onlar da seni incitir.
3- Sen kendisini incitsen de o seni incitmez.
Bir mü’mini incitmeden sabahtan akşama varan bir kimse, o gün akşama kadar Hz. Peygamber (s.a) ile yaşamış gibi olur. Eğer mü’mini incitirse, Allah onun o günkü ibadetini kabul buyurmaz.
Tasavvufî umdeleri Nebevî üslûpla şöyle anlatırdı:
“Çok ağlayın, az gülün, çok susun, az konuşun, çok verin, az yiyin, başınızı yastıktan uzak tutmaya çalışın.”

Vefâtı, Kabri veya Makamı
Harakânî, tasavvuf tarihinde Aynu’l-kudât Hemedânî, Necmeddin Dâye, Attar ve Mevlânâ Celâleddin Rûmî gibi coşkulu mutasavvıfları derinden etkilemiştir. Vefâtı 10 Muharrem 425 (5 Aralık 1033)’tür. Türklerin Anadolu kapısını açtığı Malazgirt zaferinden yaklaşık kırk yıl önce vefât eden bu gönül adamının; şahsının ve mensup olduğu tasavvufî ekolün Anadolu insanı üzerinde çok önemli etkileri olmuştur.
Kazvînî, Âsâru’l-bilâd adlı eserinde Harakânî’nin kabrinin Bistam yakınlarındaki Harakan’da bulunduğunu belirtmektedir. Kazvînî, onun kabrini ziyaret edeni şiddetli bir kabız hali yakaladığını söyler.  Bu da belki onun kabz ehli bir sûfî olmasından kaynaklanmaktadır.
Kuzey Afrikalı ünlü seyyâh İbn Batuta VIII. Hicri, XIV. Miladi yüzyılda Bistam’ı ve Bâyezid Bistâmî’nin kabrini ziyâret ettiğini; Ebu’l-Hasan Harakânî’nin kabrinin de bu şehirde olduğunu belirtmektedir.
XVII. yüzyılda Osmanlı ülkesini dolaşan ünlü Türk seyyâhı Evliyâ Çelebi’nin ise Ebu’l-Hasan Harakânî ile ilgili verdiği bilgiler çok ilginçtir. Evliyâ Çelebi şunları anlatmaktadır.
“Kars kalesi ikinci defa III. Murad zamanında Lala Mustafa Paşa tarafından inşâ ettirilmiştir. Kalenin onarımı yetmiş günde tamamlanmış, bütün cephâne ve levâzımı ikmâl edilmiştir. Tamir sırasında ümmetin sâlihlerinden hâfız bir asker şöyle bir rüyâ görüp Lala Mustafa Paşa’ya arzetmiştir:
“Rüyamda yaşlı bir zât zâhir olup: “Bana Ebu’l-Hasan Harakânî derler. Makamım bu mahaldedir. Alâmet ve nişan istersen ayağının ucundaki yeri kaz, durumu hayretle göreceksin” dedi. Bunun üzerine yüz işci kuyuyu kazmaya başlar ve kuyuda dört köşe kırmızı bir mermer, üzerinde hüsn-i hat ile şu ibârenin yazılı olduğunu görürler: “Menem şehîd-i saîd Harakânî.” Gaziler zikir ve tevhid ile mermeri kaldırınca altından kabir çıktı. Kabirde henüz vücûdu ter ü tâze bir halde, pazusundaki yaranın üzerinde bulunan makreme ile sırtındaki hırka bile henüz çürümemiş bir haldeymiş. Hatta vücûdunun sağ tarafındaki yara hâlâ kanamakta imiş. Gaziler bu hâli görünce tekbir getirerek kabri kapatmış. Bundan sonra kale içinde ilk olarak Harakânî tekke ve camii bina olunmuştur. Bu bina Lala Mustafa Paşa hayrâtıdır.”
Evliyâ Çelebi’nin bu ifâdelerinden sonra Kars ve çevresinde Harakânî’nin Kars’ın fethine katıldığı ve burada şehid olduğu görüşü yaygınlık kazanmıştır. Gerçi bu ifâdelere dayanarak Harakânî’nin kabrinin Kars’ta olduğunu ilmî bir kesinlikle söylemek zordur. Ama Kars ve yöresinin yüzyılları aşan bir zamandan beri ona sâhip çıkması, Harakânî’yi Karslılaştırmış, Karslıları onunla aynîleştirmiştir. Halkımızın, sahâbîler, gönül erleri ve büyük insanlara gösterdikleri saygı sebebiyle pek çok kabir ve makam isnâd etmesi, önemli bir özelliktir. Bu özellik Kars’ta da tecellî etmiş ve Kars halkı Harakânî’yi bağrına basmıştır. Bu durumun aksini isbat etmeye çalışmanın önemli olmadığını düşünüyorum.  Bugün O’nun adını taşıyan bir dernek kurulmuş ve bu camiin bu noktaya gelmesine önayak olmuştur. Emeği geçen herkese teşekkür ve tebriklerimi sunuyorum.

Harakânî’den Bize Kalanlar
İnsanların adlarının yüzyılları aşıp gelmesi büyük bir mazhariyettir. Harakânî bunu yaşayan gönül sultanlarındandır. Çünkü o:
1- Tasavvuf kültürümüzde Yesevîlik, Bektâşîlik ve Nakşîlik gibi tariklerin kolbaşıdır.
2- Gazzâlî, Hemedânî, Necmeddin Dâye, Attâr ve Mevlânâ gibi sûfîleri derinden etkilemiştir.
3- Fütüvvet anlayışıyla Anadolu Ahîlik’inin kurulmasına öncülük etmiştir.
4- Adına inşâ edilen cami, tekke ve külliye ile Kars’ta hâlâ yaşamaktadır.
5- Kendisine izâfe edilen risâleleri tasavvuf kültürümüze zenginlik kazandırmıştır.
6- İnsanlarımız onun adıyla bütünleşmekten dolayı metafizik bir güç, mânevî bir hazz elde etmiştir.

Kitâbiyât
Abdülmecid Hânî, el-Hadâiku’l-verdiyye, Kâhire 1308, s. 105.
Ahmed Hilmi, Mir’ât-ı Bâyezid Bistamî ve Ebu’l-hasan Harakânî, İstanbul 1319.
Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ, (trc. S. Uludağ), s. 670-721.
Câmî, Nefehâtü’l-üns, s. 298.
Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, II, 330.
H. Kâmil Yılmaz, Altın Silsile, İstanbul 2001.
Hucvîrî, Keşfü’l-mahcûb, (trc. S. Uludağ), s. 102-103.
İbn Batuta, Rihle, Beyrut 1405/1985, I, 433.
İbrahim Alanka, Ebu’l-Hasan Harakânî, ts. (Elif matbaacılık).
Kazvînî, Asâru’l-bilâd, Beyrut ts. 363.
S. Uludağ, “Ebu’l-Hasan Harakânî”, DİA, XVI, 93-94.
Zehebî, Siyeru a‘lâmu’n-nübelâ, XVII, 421.