Altınoluk Dergisi, 1987 – Aralik, Sayı: 022, Sayfa: 034
Adı Asker bin Husayn, künyesi Ebû Türab, nisbesi en-Nahşebî. Horasan şeyhlerinin ulularından. Maveraünnehir civarında Nahşebde doğdu. Ali Razı ve Şakik Belhî’nin müridi, Hatim-i Esam’ın çağdaşı ve arkadaşı. Hamdun Kassar’ın da şeyhi. Şafiî mezhebinde fakiri. Hadis rivayetiyle meşgul bir muhaddis. Ahmed bin Hanbel, İbnu’l-Cella ve benzeri bazı büyük muhaddisler ondan rivayetlerde bulundu. H. 245. M. 859 yılında Basra çölünde vefat etti. Mücadele ehli ve fütüvvet erbabı olan sufilerdendi. Müridlerinde nahoş bir hareket gör-düğünde derhal tevbe edip mücahedesini artırarak: “Bu zavallılar benim uğursuzluğum yüzünden bu belaya dûçar oldular” derdi.
Sufi’yi şöyle tarif ederdi: “Sufî hiçbir şeye üzülmeyen her şeyin kendisiyle safa bulduğu kimsedir.
Derviş ise, rızkı bulduğundan, elbisesi mahrem yerlerini örtmek üzere giydiğinden, evi de barındığı yerden ibaret olan kimsedir.”
“İnsanlar kendilerinin olmayan üç şeyi severler: Nefs. ruh ve mal. Bunlardan ilk ikisi Allah’ın sonuncusu isi varislerindir. İnsanlar bulamayacakları iki şeyin peşinde koşup dururlar: Ferah ve rahat. Halbuki bunların ikisi de cennettedir.”
O’nun anlayışına göre dünya, insanın gölgesine benzerdi. Sen onu kovalayınca kaçar, sen ondan kaçınca o seni kovalardı.
Nahşebi dervişlik tavırlarının dünyalık teminine vesile yapılmasından hoşlanmaz; şöyle söylerdi:
“Hırka giyen dilencilik yapmış sayılır; mescid veya hankahta oturup duran, dileniyor kabul edilir; insanlara duyurmak kasdıyla Kur’an okuyan da dilenmiş addedilir.” Bu yüzdendir ki, elini yolda gördüğü karpuz kabuğuna uzatan ve üç günde bir iftar etmek itiyadında olan bir dervişe şöyle çıkışmıştı.
Elini böyle şeylere uzatan tasavvuf ehlinden olamaz. Koş çarşıya git, oradan geçimini temine çalış!
Kalp ve ıslahı konusu ile fazlaca meşgul olan ariflerdendi. “Kalplerin en yücesi Allah’dan gelen bir idrak nurayla diri olan kalptir” der, “İbadetlerin en iyisinin kalp hevatırının ıslahı olduğunu” söylerdi. Kalpler Allah’tan yüz çevirmeye alışınca evliyanın aleyhinde bulunma hastalığına tutulurdu.
O’nun telakkisine göre Hakk’a vusulün on yedi derecesi vardır. Bu derecelerin en aşağısı Hakk’ın emrine icabet en yukarısı ise Allah’a gerçek manada tevekkül ve teslimiyetti. Çünkü tevekkül, kalbin Allah’a tam bağlanmasıydı.
“Gerçek zenginlik senin gibi (mahluk) olandan müstağni olman, gerçek fakirlik de kendin gibi mahluk olana muhtaç olmandır.”
Marifet konusu üzerinde ısrarla durur ve şöyle konuşurdu: “İnsan iki yüz sene de yaşasa şu dört şeyi tanımadıkça cehennemden kurtulamaz: Ma’rifet-i ilahiyye (Rabbını tanımak) nefsi yani kendini tanımak, Allah’ın emir ve yasaklarını bilmek, Allah’ın ve nefsin düşmanlarından haberdar olmak.
Ma’rifet-i ilahiyye, insanın kalbiyle, verenin de alanın da faydalı veya zararlıyı gönderenin de Allah olduğunu bilmektir.
Nefsi yani kendini tanımak, fayda ve zarar cihetinden senin hiçbir şeye gücünün yetmeyeceğini bilmen, ve bu acizlik duygusu içinde Hakk’a tazarru ile iltica etmendir.
“Ben insanları üç şeye çağırıyorum” derdi: Ma’rifet, Hakk’a güvenme ve Allah’a tevekkül.
“Cenab-ı Hakk, alimleri yaşadıkları çağın işlerine ve ihtiyaçlarına göre konuşturur. Ancak bazen insan Allah ile oluyorum, derken gaflete duçar olabilir.”
Bir mürid için nefsine uyarak aklının istediği tarafa gitmekten daha zararlı bir şey olamaz. Bir de mürid, durumu kendisine uymayan biriyle sohbet ve arkadaşlık edecek olursa vay haline…
Nahşebi şöyle nasihat ederdi: “Şu dört şeyi şu dört yere bırakın! Uyumayı kabre, rahatı Sırat köprüsüne, övünmeyi mizana; yani amellerin tartılması anına, arzu ve istekleri cennete.”
Kul, amelde samimi olunca Allah o ameli işlemeden onun zevkini onun gönlüne verir. Ameli işlerken ihlas bulunursa, onu işlerken zevk ve şevk duyar.
Nahşebi, mürşid olacak kimsede şu sıfatları arardı:
1. Hakk’ın fiilini halkın fiilinden ayırabilme melekesi,
2. Amel sahiplerinin derecelerini bilme kabiliyeti,
3. Nefs ve tabiatları tanıma istidadı,
4. Muhalefetle ihtilafı birbirinden ayırabilme özelliği.
Toplumda geçim ehli olabilmenin ölçüsünü şöyle belirtirdi: “İnsanlarla olan muamelen, ateşle olan işin gibi olsun. Onların faydalarından istifade et, zararlarından sakın!”
Dünyaya ve dünyalığa metelik verenlerden değildi. Bir gün bir berbere gitmiş ve:
Beni Allah rızası için tıraş eder misin? demişti.
Berber:”
Otur, edeyim, dedi. O tıraş olurken berberin önünden şehrin valisi geçti. Nahşebî’yi tanıdı ve ona bir şeyler vermek istedi. Yanındaki adamlarına:
Yanınızda para var mı? diye sordu. İçlerinden biri:
Benim yanımda içinde bin dinar bulunan bir kese var, dedi. Vali bir hizmetçisine:
Al o parayı Nahşebî’ye götürüver, dedi: Hizmetçi keseyi takdim edince o:
Onu berbere tıraş ücreti olarak veriver, dedi. Hizmetçi keseyi berbere uzattı. Berber:
Vallahi içinde bin dinar bile olsa kabul edemem, diye yemin edince Nahşebi tekrar hizmetçiye döndü ve:
“Al bunu valiye geri götür, berber almadı. Bu yüzden geri gönderdi, de! Bir başka işinde kullansın” dedi ve akçeye metelik vermediğini fiilen gösterdi.
O, Allah ile meşgul olanı, bu meşguliyetinden alıkoyanın gadab-ı ilahi’ye uğrayacağına inananlardandı.
rahmetullahi aleyh
Kaynaklar: Sülemî, Tabakatu’s-sûlfiyye, 146-151; Hllyetu’l-evliya X, 45-51; Sıfatu’s-safve, IV, 172-174; Kuşeyrî, er-Rısale, l, 108-109; Hucviri, Keşfu’l-mahcub, (Terc. S. Uludağ). 221-222; ibnu’l-mulakkın, Tabakatü’l-evliya, 355-365; Nefehatü’1-üns» (Terc. Lamiî Çelebi), 104-105: Tezkiretü’1-evliya, 356-360: Şaranî. et-Tabakaül-kübra, 1.71; Münavi, el-Kevaki bu’d-dürriyye, 202-204.