Altınoluk Dergisi, 1987 – Nisan, Sayı: 014, Sayfa: 029
Adı Abdurrahman bin Atıyye, künyesi Ebu Süleyman, nisbesi ed-Daranî, el-Ansî. Suriye’de Dareyya denilen yerden ve Şam şeyhlerinin ünlülerinden. Abid, zahid ve sika hadis ravilerinden. Şakik Beihî, Maruf kerhî ve Ahmed bin Asım el-Antakî ile çağdaş. İbrahim bin Edhem’le görüştü. Ahmed bin Ebi’l-Havarî’nin şeyhi. Hac vecibesini îfa için gittiği Mekke-i Mükerreme de bir süre mücavir olarak da bulundu. Vefatı 205/820’tir. Kabri memleketindedir.
İlk defa yünlü elbise giyen süfilerdendi. Şöyle derdi: “Yün aba giyinmek zühd alametidir. O halde kalbinde beş dirhemlik elbise giymek arzusu olan kimse üç dirhemlik elbise giymesin. Çünkü o takdirde içi dışına uymamış olur.”
Zühd’ü şöyle tarif ederdi: “Allah Teala ile meşgul olmana mani olan herşeyi terk.”
Açlık ve az yemek konusunda söz söyleyen ilk mutasavvıflardandır. Nitekim şöyle buyurdu:
“Herşeyin bir helak sebebi vardır, kalp nurunun helakının sebebi tokluktur. Herşeyin pası vardır, kalp nurunun pası tokluktur.”
“Dünyanın anahtarı tokluk, ahiretin anahtarı açlıktır. Akşam bir lokma eksik yemek, gece sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok hoşuma gider. İbadetten en çok zevk aldığım anımı, karnını sırtıma yapışacak derecede aç olduğum zamandır.”
Açlık, Allah’ın sevdiklerine verdiği gizli bir hazinedir. İnsanın karnı doyunca bütün azalarını şehvet açlığı kaplar. Karnı aç olanın ise azaları şehvetlere karşı bir arzu duymaz.”
“Ben öyle insanlara yetiştim ki, onlar açlığı kendileri için ganimet sayardı. Tıpkı şimdikilerin tokluğu ganimet saydığı gibi.”
Yemek yerken parmakları kabın içine hırsla sokmamayı öğütler ve şunları söylerdi:
“Karnını tıka basa doyuran altı şeye mübtela olur:
1- İbadetinden hazz almaz,
2- Hafızası zayıflamaya başlar,
3- Başkalarına şefkati azalır,
4- İbadet ağır gelmeye başlar,
5- Arzu ve istekleri çoğalır,
6- Aç Müminler camiye giderken çok yiyen helaya koşar.”
* * *
Kendisinin açlık ve az yemeye riayetini şöyle anlatıyor: “Yemek zamanı adet üzere tuzluğu getirip önüme koyar, ekmeği tuza batırıp yerdim. Bir defasında tuzlukta kalmış bir susamı yedim. Bu sebeple manevî halimi de kaybettim.”
“Dünya ve ahirete aid bir iş dilediğinde önce bir süre aç kal. Ondan sonra dileğini Hakk’a arz et. Zira tokluk, aklı ve kalbi bozar. Karnı aç olanın kalbi saf ve rakik, tok olanan kalbiyse kör ve azgın olur.
Yemeye şöyle bir ölçü ve sınır getirmişti: “Bir kimse kardeşinin yemeğinden onu memnun etmek için yerse yediğinin kendisine zararı olmaz. Fakat nefsanî bir hırs ve şehvetle yiyecek olursa o zaman zarar görür.”
Aç sema hakkında fikrini sordular, şöyle cevap verdi:
GÜZEL ses peşinde koşan kalpler, zayıftır. Çünkü uyutulmak istenen bebekler ninni ile avutulur. Hoş seda kalbe dışardan birşey sokmaz, kalpte mevcud olanı harekete geçirir.
SORDULAR
-Hikmet ve marifet nedir? Şöyle cevap verdi:
-İki cihanda muradın Allah’tan başka birşey olmaması.
“Allah’a muhabbet davasında bulunup da gece karanlığı çökünce Allah’tan gafil olarak uyuyan sevgisinde yalancıdır.”
O’na göre, Allah’tan alıkoyan herşey uğursuz, Allah’tan gafil olarak alınıp verilen her nefes faydasızdı, hatta zehir hükmündeydi.
“Kalp yokluktan ağladığında ruh aradığını bulmanın sevincine erer, çünkü ruh, maddi varlıktan kurtulmak ister.”
“Gözünüzü ağlamaya, kafamız düşünmeye alıştırın” der, ağlamayı terketmeyi ilahi inayetten mahrumiyet alameti sayardı. Çünkü irfan sahibi geceleri kaim olarak ibadete devam ettiği sürece Allah ona rahmet kapılarını açar.
NEFİS KONUSU AÇILDIĞINA ŞUNLARI SÖYLERDİ :
Nefsinin değeri olduğunu zanneden hizmetin zevkini alamaz. Nefs hem hain, hem manidir. En doğrusu onun zıddına harekettir. Nefsanî arzularını terkte, sadık olan, bu arzuların getirdiği sıkıntıdan kurtulur. Zira nefsanî arzularından kurtulan kimse Rabbından razı olur.
Müridi Ahmed bin Ebi’l-havarî, Ebü Süleyman’a: “Falan zatı hiç sevmiyorum”, demişti de O, şu karşılığı vermişti: “Ondan ben de hoşlanmıyorum, ama bu belki bizdendir. Belki de biz salih insanlar değiliz. Kusuru kendimizde arayıp insanları sevmeye çalışmalıyız.”
Keşfe ve esrara mutalli olmaya düşkün değildi. Keşf ve ittilaını Kur’an ve sünnete irca etmeden kabullenmezdi. Nitekim; “Esrar-ı hakikatten bazı sırlar gönlüme arz olunca kalbime kırk gün süreyle ıztırab verir. Bunun için böyle sırların kalbime girmesine asla izin vermek istemem. Hatta bir çok defalar süfilere mahsus bir hikmet ve nükte kalbime düşerdi de ben onları Kitap ve Sünnete irca edip iki adil şahid bulmadıkça kabul etmezdim.” buyururdu.
ÜMİD ve korku dengesinin ümid lehine bozulmasını manevî halin fesadı olarak yorumlardı. O’nun telakkisine göre korku kalbe yerleşince şehvetleri yakar, kalpten şehveti kovardı. Çünkü yakîn duygusunun aslı da Allah korkusundan kaynaklanırdı.
DÜNYANIN İNSANA HİLESİNİ ŞÖYLE ANLATIRDI :
Dünya kendisine talip olandan kaçar, kendinden kaçanı kovalar. Kendinden kaçanı yakalayabilirse yaralar, kendisine talip olup bulanı ise öldürür. Çünkü dünya ile güreş etmeye gelmez, dünya insanı yener.
Ona göre ibadet, başkaları rızkını temin ederken taatla uğraşmak değildi. Bu yüzden: “Önce gıdanı temin et, sonra ibadet et!” derdi.
Cömertliğin en makbulünü “ihtiyaca uygun olan” şeklinde açıklardı.
Arkadaşın ve gönüldaşın ölçüsü şöyle olmalıydı. Ebu Süleyman Daranî’ye göre: “Sana dünya veya ahiret cihetinden faydalı olanı. Sana böyle bir faydası olmayanla arkadaşlık ahmaklıktır”.
“İnsanın kendi kendine ettiğini akreb etmezmiş” derler ya, Ebu Süleyman Daranîde: “Bütün insanlar toplanıp benim kendimi zelil kıldığım kadar beni zelil kılmak için çabalasalar veya benim kendimi aziz kıldığım kadar aziz kılmak için çaba sarfetseler başaramazlar.” derdi.
Ebü Süleyman Daranî, öldükten sonra rüyada görüldü. Kendisine:
“Allah sana nasıl muamele buyurdu?” diye soruldu. Şöyle cevap verdi:
– Bağışladı fakat, sofilerin medih yolu işaretleri beni zarara uğrattı.
Rahmetullahi aleyeh
Kaynaklar: Hilyetü’l-evliya, IX, 254-280; Sıfatü’s-safve, IV, 197-208; Sülemî, 75-82; Vefe-yatü’l-a’yan, III, 131; er-Risaletü’l-Kuşeyrî, Dr. Abdulhalim Mahmud neşri, Kahire, Bila-tarih, l, 96-98; Tabakatu’ş-Şaranî, l, 91; el-Bidaye ve’n-Nihaye, X, 255-259; el-Kavakibüd-dürriye; II, 251 vd.; Keşfu’l-Mahcüb- (S.Uludağ Terc.), 211-212; Nefehatü’l-üns, 116; Tezkiretü’l-evliya, 276-285.
SEN DE ALLAH’a BAĞLAN
Gerçeği hakikat gözüyle gören Allah dostlarından naklen şöyle anlatırlar:
Allah dostlarından biri bir kaplanın üzerine oturmuş ve elinde de bir yılan tutarak sanki rahvan ata binmiş gibi giderken birisi ona demiş ki:
Ey Allah’ın sevgisine ermiş adam! Bu gittiğin yolda bana kılavuz ol; beni de götür. Sen ne yaptın ki böyle bir yırtıcı hayvan sana tabi oldu ve adın ululardan oldu?
Allah dostu ona şu cevabı vermiş;
Kaplan, yılan, fil ve akbaba bana tabi oluyorlarsa bunda şaşılacak ne var? Sen de Allah’a bağlan o zaman görürsün ki herkes ve herşey de sana bağlı olur. Sen Allah’ın hükmüne tabi olursan; herkes ve her şey de senin hizmetine ramolur.
Bir hükümdar Allah’ın emrini yerine getirirse Allah da onu korur ve ona yardım eder. Cenab-ı Hakk’ın, eğer seni seviyorsa seni düşman elinde bırakması muhaldir. Tutman icap eden yol işte budur. Bu yolda adım at ve muradına er.
(Sa’di’den, Bustan).