Altınoluk Dergisi, 2003 – Ekim, Sayı: 212, Sayfa: 008
Namaz” Fars dilinden Türkçe’ye geçmiş bir kelime, duâ ve ibâdet anlamına. Namazın Arapça karşılığı olan “salât” kelimesinin de iki anlamı var: Biri yine duâ, diğeri ise “ateşe vurmak”.
Namaz duâdır. Namaz kılan bütün organlarıyla Allah’a duâ ederken âzâları âdetâ dil kesilir. Kul, bütün âzâlarının katıldığı bir lisan ile gönülden duâ edince duâsına icâbet edilmesi bir vaad-i ilâhîdir. Nitekim Allah Teâlâ “ Bana duâ edin ki Ben duânıza icâbet edeyim.” (Gafir, 40/60) buyurmaktadır.
Bu âyet-i kerimede mutlak bir duâ emri var. Mutlak emir, gönülden duânın, şartsız kabûlüne delildir. Kime duâ ettiğinin şuûrunda olan bir kul, duâ edince perdeler açılır ve dileği yerine getirilmek üzere “divân-ı ilâhî” ye iletilir.
Namaz ateşe vurmaktır. Nasıl eğri ağaçtan baston ve asâ gibi şeyler yapılacağında ateşe vurulup ısıtılarak düzeltilirse, insanın nefs-i emmâreden kaynaklanan eğrilikleri namaz sâyesinde zâhir olan azamet-i ilâhiyye nûrlarıyla ısıtılıp düzeltilir.
Namaz, Hakk’ın dîvânına tam bir yöneliştir. Nitekim Allah Teala Kur’an’da inâbeyi namazdan önce emretmektedir. “Hepiniz ona yönelerek (inâbe ederek) O’na karşı gelmekten sakının, namaz kılın!” (er-Rûm, 30/31)
Bu âyetin rûhuna göre, önce tam anlamıyla Allah’ın divânına yönelmeli, sonra kalbini mâsivâdan temizleyerek Allah’dan sakınmalı ve nihâyet imân ve İslâm’a açılmış bir sadr ve in’âma susamış kalb ile namaz kılmalıdır.
Tasavvuf ricâline göre namaz divân-ı ilâhîde durmaktır. Nitekim Cüneyd Bağdâdî’ye sordular:
– Namazın farzı nedir? O şu karşılığı verdi:
-Dünya ile bağları koparmak, dikkati toplayarak divân-ı ilâhîde durmak. Bu sözün anlamı şudur: Namazda beden seccâdede, akıl divân-ı ilâhîde olmalı, kalb huşû, âzâlar huzû ve huzûr ile dolmalı. Nitekim Allah Teâlâ geçmiş peygamberlerinden birine vahyederek buyurmuştur ki: “Namaza durduğun zaman kalbini huşû, bedenini hudû ile bana teslim et! Gözlerinden yaşlar akıt. Çünkü benim dîvanımdansın ve ben sana çok yakınım.”
Bir hadiste de şöyle buyrulmuştur: “Namaz tevâzudur, yalvarmadır, günahtan pişmanlıktır ve ellerini kaldırıp “Allah’ım!” diye yakarmadır. Kim böyle yapmazsa namazı eksiktir.” (krş. Tirmizi, Salat, 166, İbn Hanbel, I, 211)
Namaz divân-ı ilâhîde durmak olduğu kadar Allah’ı unutmamak ve O’nunla beraber olmaktır. Nitekim Kur’an’da: “Beni zikretmek için namaz kıl!” (Tâhâ, 20/14) “Gâfillerden olma !” (el-A’râf, 7/205) buyurulmaktadır. Namazın farz kılınışı, hac ve menâsiki ile diğer emirlerin hepsi, Allah’ı hatırlatmak O’nun zikrini ikâme etmek içindir. (bk. Mevsûa etrâfi’l-hadis, III, 539) Bu yüzden namazın şuûr hâlinde ve huşû içinde olması gerekmektedir. Bazı âlim ve ârifler: “Sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız !” (en-Nisa, 4/43) âyetindeki sarhoşluğu, “dünya meşgale ve sevgisinden sarhoş olduğunuz halde” şeklinde yorumlamakta ve böyle bir sarhoşluktan aymadan; belli bir hazırlık yapmadan dîvân-ı ilâhîye durmanın saygısızlık olduğunu söylemektedir. Âyetin devamındaki “… tâ ki ne dediğinizi bilinceye kadar” ifâdesi bu mânâya işâret sayılmaktadır. Nice namaz kılanlar vardır ki içki içmedikleri halde namaz kılarken ne okuduklarından ve kimin huzûrunda bulunduklarından haberleri yoktur. Dünya ilgisi kendilerini sarhoş etmiştir. Tâhâ sûresinde Mûsâ (a.s.)’a hitaben: “Nalinlerini çıkar, çünkü mukaddes bir vâdidesin.” (Tâhâ, 20/12) buyurulmaktadır. Burada iki nalinden maksadın Musâ’nın hanımı ve koyunu; bir başka ifâdeyle ehli ve malı olduğu söylenmiştir. Huzûrda ve dîvân-ı ilâhîde temiz bir gönülle bulunmak esastır.
Namazın kalbî cihetinin nirengi noktası huşûdur. Çünkü Kur’an’da namazın kurtuluş vesîlesi olmasının şartı da huşûdur. Nitekim rivâyete göre: “Adam vardır ki Müslüman olarak ihtiyarladığı halde Allah için kıldığı tam bir namazı yoktur.” demiş ve “Bu nasıl olur yâ Emire’l-müminîn?” diyenlere : Namazda huşûu tam olmayanın ve herşeyi ile Allah’a yönelmeyenin hali budur.” cevabını vermiştir.
Abdullah b. Abbâs der ki: Namazda huşûun ölçüsü sağında ve solunda bulunanla ilgilenmemek, onların kim olduğunun bile farkında olmamaktır.
Muâz b. Cebel der ki: Namazda sağında ve solunda kimin bulunduğunu anlamaya çalışan namaz kılmamış sayılır.
Süfyân Sevrî: “Huşûu olmayanın namazı fâsid olur.”
Namazda zâhirin huzûru organların itaât ve teslimiyeti, bâtının itaât ve teslimiyeti kalbin huşû ile mâsivâdan temizlenmesidir. Ebû Hüreyre’den nakledilen şöyle bir hadis vardır: “İnsan namaz kılarken Allah’ın huzurunda ve divan-ı ilâhîsindedir. Namazda sağa sola yönelecek olursa Allah buyurur ki: Kime bakıyorsun? Benden daha hayırlı birine mi? Ey Âdemoğlu bana yönelirsen Ben sana dikkatle baktığın kimselerden dah hayırlıyım.” (et-Terğib ve’t-Terhib, I, 370 el-Bezzâr’dan)
Namazdaki huşû ve gaflet konusuna dikkat çeken pek çok hadis-i şerîf vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
“Nice namaz kılanlar vardır ki onların namazdan nasîbi yorgunluk ve zahmetten başkası değildir.” (bk. Mevsûa etrâfi’l-hadîs, VI, 469)
“Kul namaz kılar da ona kıldığının altıda biri, onda biri bile ecir olarak yazılmaz. Kulun ecir hak edeceği namazı ancak aklı başında huzur ve huşû halinde kıldığıdır.” (bk. a.e. III, 108)
“En kötü hırsız namazından çalandır.” (Dârimî, Salât, 78; Muvatta; Sefer, 72; İbn Hanbel, III, 56; V, 210)
Kur’an’da mü’minlerin yüzlerinde bulunan nur (el-Feth, 48/29) huşû nurudur. Bu nur bâtından zâhire, kalbten yüze vurur ve parlar. Allah Rasûlü’nün namaz kılarken göğsünden çıkan ve tencere kaynamasına benzeyen sesler bir huşû alâmetiydi. Hz. Ali’nin namaz vakti geldiğinde yüzünün bembeyaz kesilip tüylerinin diken diken olması yine bir huşû tezahürüydü. Allah Rasûlü namaz kılarken sakalı ile oynayan birini gördüğünde “Bunun kalbinde huşû olsa eseri âzâlarında da görülürdü” (el-Câmiu’s-Sagîr, II, 432; hadis: 7447)buyurmuştur.
Abdullah b. Mübarek anlatıyor: “Küçüklüğümde ibâdetine düşkün bir hanım tanırım. Namazda belki kırk akrep tarafından sokulmuş, ama yüzünde herhangi bir değişiklik olmamıştı.” Sebebini sorduğumuzda dedi ki: “Yavrum nasıl olur da Allah için yaptığım bir amelin içine kendimi karıştırabilirim.”
Namaza vakti gelmeden, tahâret ile hazırlanmak, dünya sarhoşluğundan ayıp huşû ve huzûr hâlinin gerçekleşmesine katkı sağlar. Temizlik ve abdestten sonra sünnet namaz ile insanın gönlü münâcâta cezbolunur. Bu sâyede insan gaflet ve sıkıntıdan kurtularak farz namaza hazır hâle gelir.
İnsan hazırlıklarını tamamladıktan sonra zâhirinî kıbleye, bâtınını divân-ı ilâhîye çevirir. Kur’an’daki: “Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratanın divânına döndürdüm.” (el En’âm, 6/ 79) âyetinin mânâsına uygun şekilde gönlünü Allah’a rabteder. Niyyet ile divâna yöneliş ve tekbir aynı anda, aynı duygularla olmalıdır. Niyet Allah için, Allah ile ve O’ndan olur. Böyle bir niyyet, nefs ve şeytanın vesveseyle müdâhelesine fırsat vermez.
Kul iftitâh tekbiri ile namaza girip divân-ı ilâhîye durduğu zaman Allah’ın kendisine nazar buyurduğunu ve içinden geçeni bildiğini düşünmelidir. Namaz kılarken Cenneti sağ yanında, Cehennemi sol yanında farzetmelidir. Bu sâyede kalb âhiretle meşgul olmaya başlar. Kalbin âhiretle meşguliyeti vesveselerin ardını keser.
Kul “Allahû Ekber” diye tekbir alınca Allah Teâla onun kalbine nazar eder. Gerçekten orada Allah’tan değerli bir varlık yoksa: “Söylediğin gibi kalbin de azametimi tasdik ediyor” buyurur. Kul gafletle tekbir aldığında Allah onun kalbine nazar eder. Orada Allah’dan değerli şeyler olduğunu görünce: “Sen yalan söylüyorsun. Senin lisânınla söylediğin gibi, kalbinde en büyük Ben değilim” buyurur.
Ebû Süleyman Dârânî der ki: Kul namaza durduğu zaman Allah Teâlâ buyurur: “Kulum ile aramdaki perdeleri kaldırın!” Kul gözüyle ve kalbiyle sağa sola meyletmeye başlayınca Allah Teâlâ: “Onunla benim aramdaki perdeleri salıverin!” buyurur.
Namaz kılan kimse, kıyamda iken secde mahalline bakmak için başını hafifçe önüne doğru eğer. Dizlerini, böğrünü ve bedeninin diğer kısımlarını bükmeden hâkim huzurunda durur gibi; bütün vücûduyla toprağa nazar eder gibi ayakta durur. Bu hâl huşûa tesir eder.
Kıyamda Fatiha ve zamm-i sûreyi huzûr-i kalb ile himmetini teksîf ederek dil-kalb âhengi içinde, vuslat, heybet, huşû, haşyet, tâzim ve vakarla yakarma ve yalvarma duyguları içinde okur. Kur’an okurken sanki Cenâb-ı Hak’tan dinliyormuş gibi kalbin okunana teksif olması veya sanki okuduklarını Allah’a okuyormuş gibi okuması esastır. Okumak dilin; mânâlar kalbin konuşmasıdır. Her konuşanın bir muhâtabı vardır. Burada muhâtab Allah’dır. Konuşanın dili kalbindekini söyler. Eğer konuşan kimse, dil olmadan anlatmaya muktedir olacak olsa öyle yapması daha evlâdır. Bunun zorluğu sebebiyle lisân, konuşana tercümanlık etmektedir. Kalbdekine uygun olmayan sözler söyleyen, güzel tercüman olamaz. Tilâvet sırasında aslolan, dilin söylediğine kalbin katılmasıdır.
Rükû hâlinde sırt dümdüz bir hâlde yere paralel olarak yaklaşmış ve beden toprağa doğru eğiktir. Kalbte Allah’ın azametinden başka bir şey kalmayacak şekilde Hakk’ı yüceltmek, nefsi toz zerresinden küçük bir hâle getirmek için küçülmek gerekir.
Secde ânının kulun Allah’a en yakın an olduğunu Allah Rasûlü bildirmektedir. (bk. Müslim, Salât, 215) Ayrıca Kur’an’daki “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 96/19) emri bu yakınlığı teyid etmektedir. Secde kime ve niçin kapandığını bilerek alnını yere koymaktır. Kalbini hayâ, rûhunu azamet-i kibriyâ duygusuyla doldurmak için yerin derinliklerine doğru secdeye varılır.
Secde edenlerden öyleleri vardır, secdelerinde kevn ile mekân dürülerek keşf ve müşâhede ile melekût âlemini seyre dalarlar. Yine öyleleri de vardır ki ilâhî tecellilere açık olan kalplerinden etrâfa nûr ve ışık saçılır. Hak Teâlâ’nın azameti karşısında onların kalpleriyle vücudları birlikte secde eder. Nitekim Allah ve Rasûlü: “Vücûdum ve hayâlim sana secde etti.” (Tirmizî, Deavât, 32) buyurur. Kur’an’da: “Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez Allah’a secde ederler” (er-Ra’d, 13/15) buyurulmaktadır.
Teşehhüd için oturup “tahiyyat” okumak âlemlerin Rabbına selâm vermektir. Bu duruma göre insan ne söylediğinin ve kiminle konuştuğunun şuûruna ermelidir. O esnâda Allah Rasûlü’nü de kalbiyle gözünün önünde canlandırarak selâm vermelidir. Bu selâmına bütün sâlih kulları katmalı, kendine ve bütün mü’minlere duâ ile namazı tamamlamalı, selâm ile namazdan çıkmalıdır. Selâm, meleklere, ins ve cinnin mü’minlerinedir.
Namaz cemaatle kılınıyorsa uyanık bir imam, sultanın kapısında duran ve O’na elçilik yapan bekçiye benzer. Arkasında duran ihtiyaç sâhiplerinin dileklerini O’na ileterek onlar adına talepte bulunur. İmam şeytanla muhârebede askerin önündeki kumandan gibidir. İmam huşû, zâhirî ve bâtınî edep bakımından cemâatin en iyisi olmalıdır. Uyanık bir kalble namaz kılanların zâhir ve bâtınları aynı noktada toplanmıştır.
Olaya bir de günümüz açısından baktığımızda dünya ilgisinin zamanımızı kuşattığı, gönüllerimizi ve kafalarımızı işgal ettiği; televizyon gürültüsü ve konuşmaların gönlümüzü dağıttığı ortamda divâna nasıl duralım? Huşûa nasıl varalım? Bizler için en güzel tarif herhalde Hâtim-i Esam hazretlerinin söylediği. Bakınız o namaza nasıl başlıyor ve nasıl bititriyormuş:
-“Namaza âid hazırlığımı tamamladıktan sonra heybetle namaza girer, tekbirimle azamet-i ilâhiyyeyi ikrâr ederim. Tertil üzere kırâatimi tamamlar, huşû ile rükûa varır, tevâzu ile secdeye kapanırım. Tam anlamıyla teşehhüdde oturur, sünnet üzere selâm veririm. Namazı Rabbime takdim ederim. Hayatım boyunca günlerimi bu hâl üzre geçirmeye çalışırım.”
İşte bütün mes’ele günlerini bu hal üzre geçirebilme kaygısı taşımakta…
Tasavvuf ricâline göre namaz
divân-ı ilâhîde durmaktır. Nitekim Cüneyd Bağdâdî’ye sordular:
– Namazın farzı nedir? O şu karşılığı verdi:
-Dünya ile bağları koparmak, dikkati toplayarak divân-ı ilâhîde durmak. Bu sözün anlamı şudur: Namazda beden seccâdede, akıl divân-ı ilâhîde olmalı, kalb huşû, âzâlar huzû ve huzûr ile dolmalı.Namazın Kabul Şartı Huşû
NAMAZIN KABUL ŞARTI HUŞU
Namazın zâhirî tarafını “fıkıh” tanzîm eder. Fıkıhsız bir namaz mümkün değildir. Ancak huşûdan uzak, darmadağınık bir kalb ile de namaz mûteber olamaz. Dolayısıyla namazın zâhirini tanzîm eden fıkhî kaideler, kalb âlemini tezyîn eden mânevî kâidelerle bir araya geldiğinde ancak mûteber ve makbul bir namaz kılınabilir. Kalb âleminin tezyîni ise, Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulan tezkiye (arınma) sırrını gerçekleştirmekle mümkündür.
(İslâm İmân İbadet, Osman Nurî TOPBAŞ shf. 201)
HUŞUA ERMEK İÇİN
Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh-’a sordular:
“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?”
O da cevâben:
“–Dört şeyle, buyurup şunları beyân etti:
1. Helâl lokma,
2. Abdest sırasında gafletten uzak durmak,
3. İlk tekbîri alırken kendini huzûrda bilmek,
4. Namaz dışında da Hakk’ı aslâ unutmamak, yâni namazdaki huzûr, sükûn ve mâsiyetten uzakta durma hâlini namazdan sonra da devâm ettirebilmek.”
(İslâm İmân İbadet Osman Nurî TOPBAŞ shf. 203)