Din tebliğ ve dâvetinde ilk muhâtab Allah Rasûlü (s.a.)’dür. Kıyâmete kadar bu hizmeti yürütecek olan insanların gönüllülük esâsı üzere faaliyet göstermelerini şu âyet-i kerîmeler onun şahsında açık bir ifâdeyle anlatmaktadır:
وَمَاۤ اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا مُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًا قُلْ مَاۤ اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍ اِلَّا مَنْ شَاۤءَ اَنْ يَتَّخِذَ اِلٰى رَبِّه۪ سَب۪يلًا
“(Rasûlüm!) Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. De ki: Buna karşılık, sizden, Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler (olmanız) dışında herhangi bir ücret istemiyorum.”
Din tebliğ ve dâvetinde ilk muhâtab Allah Rasûlü (s.a.)’dür. Kıyâmete kadar bu hizmeti yürütecek olan insanların gönüllülük esâsı üzere faaliyet göstermelerini şu âyet-i kerîmeler onun şahsında açık bir ifâdeyle anlatmaktadır:
وَمَاۤ اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا مُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًا قُلْ مَاۤ اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍ اِلَّا مَنْ شَاۤءَ اَنْ يَتَّخِذَ اِلٰى رَبِّه۪ سَب۪يلًا
“(Rasûlüm!) Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. De ki: Buna karşılık, sizden, Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler (olmanız) dışında herhangi bir ücret istemiyorum.”
وَمَاۤ اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
“Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.”
Peygamberlerin ve vârisleri olan mürşid ve dâilerin görevi insanları öğüt ve nasîhatle doğru yola çağırmaktır. Baskı ve otoriteyle onları Hakk’a yönlendirmek gibi sorumlulukları yoktur. Nitekim Peygamber Efendimiz hakkında bile Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
فَذَكِّرْ اِنَّمَاۤ اَنْتَ مُذَكِّرٌ لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِمُصَيْطِرٍ
“Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen, onlara zor kullanacak değilsin.”
İnsanları Hakk’a ve doğruya yönelmeleri için mutlaka bir yol göstericiye ve rehbere ihtiyaçları vardır. Yol gösterici olmaksızın insanların hevâlarının tutkularından kurtulmaları, doğruyu ve hak olanı bulmaları çok zordur. Nitekim şu âyet insan için yol gösterici şartını şöyle anlatmaktadır:
فَاعْلَمْ اَنَّمَا يَتَّبِعُونَ اَهْوَاۤءَهُمْ وَمَنْ اَضَلُّ مِمَّنِ اتَّبَعَ هَوٰيهُ بِغَيْرِ هُدًى مِنَ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
“Bilesin ki onlar sadece kendi nefislerinin arzularına uymaktadırlar. Allah’tan bir yol gösterici olmadan hevâsına uyandan daha sapık kim vardır? Allah zâlim milleti şüphesiz doğru yola eriştirmez.”
Mürîd: İrâde eden, gönüllü, isteyen
Mürid bâzen mürşidine mürşid olabilir.
İstek Şart
Bektâşî’ye sormuşlar:
− Niye namaz kılmıyorsun? Bektâşî:
− İstek şart, demiş.
− Neden dem çekiyorsun? demişler.
− İstek hak, demiş.
Mevlânâ, Hüsâmeddin Çelebi’ye demiş ki: “Şu söylediklerim senin idrak ve anlayışına göredir. Ben sözü doğru anlayanın hasretiyle gidiyorum.”
Tezkiye-terbiye:
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ بَعَثَ ف۪يهِمْ رَسُولًا مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur.”
هُوَ الَّذ۪ي بَعَثَ فِي الْاُمِّيّ۪نَ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ
“Ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur.”
Bu âyetlerden anlaşıldığına göre peygamberlerin ve Peygambermiz’in dört önemli görevi olduğu anlaşılmaktadır:
1- Allah’ın âyetlerini okumak
a- Kevnî âyetler: Kulun kendini ve kâinâtı okuması
b- Kelâmî âyetler: Münzel olan vahy-i ilâhîyi okumak.
2- Tezkiye/arınma: Kötü sıfatlardan temizleme.
3- Kitâbı öğretmek
4- Hikmeti öğretmek
Hz. Peygamber’in temsil ettiği üç önemli otorite vardır. Bunlar târih boyunca birtakım kurumların doğmasına da vesîle olmuştur.
1- Siyâsi otorite/hilâfet kurumu: Devlet idâresi ve askeriye/leşker-i gazâ. Bu kurumların müeyyideleri bulunmaktadır.
2- İlmî otorite/ilmiye sınıfı: İftâ, kazâ ve tedris kurumları bu otoriteye bağlıdır. Bu otoritelerden iftâ ve kazânın müeyyideleri bulunmaktadır.
3- Mânevî otorite/leşker-i duâ: Fütûhu’l-kulûb denilen gönüller fethini gerçekleştirmeyi hedefleyen, gönül erleri de denilen tasavvuf ricâlidir. Bunların hizmetlerinde maddî müeyyidesi yoktur, yöntemleri de insanların gönüllerine hulûl etmektir.
Nefs eğitimi denilen gönülleri inşâsını yol edinen tasavvuf ehlini bu hizmete sevkeden Kur’anî deliller pek çoktur. Bunlardan bâzıları şunlardır:
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا
“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ فَصَلّٰى بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ وَاَبْقٰى
“Temizlenen, Rabbinin adını anıp O’na kulluk eden kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiştir. Fakat siz (ey insanlar!) âhiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz.”
İnsan nefsi ve rûhu ilâhî menşelidir.
Ney’in yolculuğu ve rûhun seyahati
Nefsin terbiyesi için tezkiye, terbiye ve riyâzat yöntemi. Bunun da:
Tahliye/tasfiye: Negatif duygulardan arınmak; yâni riyâzat ve mücâhede ile gerçekleşir.
Tahliye: İbâdet ve takvâ ile pozitif duygularla bezenme. Bu da tarîk-i ahyâr denilen tâate devam ile gerçekleşir.
Tecliye: Pozitif duyguların süreklilikle sağlamlaştırılıp parlatılmasıdır.
Din hizmeti nebevî bir hizmettir. Yeryüzünün ilk din muallimleri ve hâdimleri peygamberlerdir. Bütün peygamberler ve özellikle Peygamberimiz Efendimiz bu şerefli hizmeti hayâtlarında hakkıyla yapmışlar ve bunu bir emânet olarak vârislerine bırakmışlardır. Âlimlerin, nebîlerin vârisi olma özelliği din hizmetinin kutsiyetindendir. Hz. Peygamber (a.s.) dînî otoritenin ve siyâsi otoritenin başıydı. Aynı zamanda mânevî otoritenin de başıydı.
Hz. Peygamberden sonra onun mîrası sayılan dînî otorite, uzunca bir zaman siyâsi otoritenin himâyesinde temsîl edilmişti. Çağımızda ise değişen ve gelişen şartlar dîn hizmeti ile siyâsi otoritenin ayrışması sonucunu doğurmuş ve netîcede din hizmeti müeyyideden uzak bir konuma gelmiştir. Bu yüzden dînî tebliğ ve temsil dâvâsında bulunanların sıfat ve sorumlulukları bugün dünkünden çok daha büyük önem arz etmektedir. Çünkü dün ellerinde dîni temsil gücü bulunduranlar, arkalarında devletin müeyyide desteğine sâhiptiler. Bugün ise laik yapının geliştirdiği ortamda din hâdimlerinin ellerinde böyle bir güç yok. Tek müeyyideleri gönül sermâyeleridir. İnsanların gönüllerine girerek onlara önce kendilerini sevdirmek sonra da din hizmetini gönül diliyle anlatmaktır.
Günümüzdeki değişim sürecinde din hizmetindeki hedef, târihteki “Alperenlik” zihniyetine denk bir gönül insanlığıdır. Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e insanlık her devirde gönül insanlarına muhtaç ve müştaktır. Çünkü din hizmeti aşk işidir. Aşkın mahalli ise gönüldür.
Yüreğinde aşk ateşi olan kuralın hükmünün farz mı sünnet mi olduğunu sormaz, hemen yapar. “Kural egemen” anlayış insanların gönüllerine perde olur. İman, bir gönül işi olarak Hakk’a yöneliştir. Halkı, Hakk’a celbedecek kimse ancak gönül insanı vasfı ile gönüllere hulûl edebilir. İnsanları koşturan soluk soluk heyecandır. Gönül insanı heyecanı söndüren değil, ateşleyendir.
Gönül, îman nûruyla aydınlanan kalbdir. Kalb inkâra ve küfre yöneldiğinde ise nefs adını alır. Gönül yücelik tarafına/ulviyete; nefs ise süfliyete mütemâyildir. Rahmân adıyla gönül arasında bir münâsebet vardır. Gönül insanı canını ve malını Allah’a adayarak kalb-i selîme eren ve gönlünü, Gönüller Sultanı’na verendir. Rahmân tecellîsine mazhar, incelik ve zarâfet timsâli insandır.
Din hizmetini gönüllülük esâsı üzere hakkıyla îfâ edecek olan din hâdimi, her şeyden önce sağlam bir inanç ve düzgün bir ibâdet hayâtına sahip olmalıdır. Din hâdimi, gönül ihyâ ve inşâ etmeye bakan kişi olmalıdır. Başkasını inşâ derdine düşen önce kendisini inşâ etmelidir. İnşâ edeceğiniz “insan” ise işiniz zordur. Çünkü kusursuz talebe yetiştirmek için kusursuz hoca olmak gerekir. Tamirciğe eşyanın bozuk olanı gider. Tamircinin ustalığı işçiliğinde ve ürettiği sanatta ortaya çıkar.
Gönül insanı olan bir din hâdimi varlığını sorgulayarak ve hedefler belirleyerek işe başlar. “Ben niçin varım? Ne işe yararım?” sorusuyla kendisine hedef belirler. Çünkü hedef koymak alışkanlıkların dışına çıkıp rahâtı terk edebilmektir. Nebevî bir çileye talip olmaktır. Nitekim Allah Rasûlü ömrü boyunca kendisi için hedefler belirlemiş ve bunların gerçekleşmesi için kavlî ve fiilî duâlar etmiştir. İki Ömer’den birinin Müslüman olması, Tâif halkının soyundan mümin insanların gelmesi, Mekke halkının Müslüman olması duâ ve hedefiyle Roma, Bizans, Yemen ve İran’a İslâm’ın ulaşması temenni ve kaygıları bu türden nebevî hedeflerdir.
Hedefsiz, plansız ve programsız çalışma verimli tarlaların nadasa bırakılması ya da yaban otlarıyla dolmasına seyirci kalınmasıdır. Büyük hedefler ve büyük inançlar büyük sonuçlar doğurur. Başarılı olanlar, nereye gittiklerini bilenlerdir. Çünkü neyi aradığını bilen bulduğunun farkında olur.
Din hâdimi, “O gün, size verilmiş olan her nîmetten mutlaka sorguya çekileceksiniz” âyetindeki sorgu ve hesap kaygısıyla: “Bugün Allah için ne yaptım?” “Yaptıklarımın ne kadarı Allah için?” diye kendini sorguya çeker. Kendi içinde kulluğu, hizmeti, başkalarının sıkıntılarını ve İslâm’ı derd edinir. Bu yüzden uykusu kaçar.
İnsanın, kendi motorunun elektriğini üreten dinamo gibi olması için derd sahibi olması gerekir. Derd insanı şarj eder, atâletten harekete geçirir, heyecan verir. Bu yüzden hayâtın zorlukları karşısında insanın ne kadar yıkıldığından çok ne kadar ayağa kalkabildiği önemlidir. Bu da derdle olur. Nitekim Muhammed İkbâl: “Dünyanın gidişatından Müslümanın sorumlu olduğunu” söyler.
Din hâdimi yaptığı işi güzel yapan, kendini geliştirendir. Çünkü Allah Kur’an’da “güzel yapınız” buyurduğu gibi, pek çok âyette muhsinleri/işi güzel yapanları sevdiğini bildirmektedir. Allah Rasûlü de: “Allah yaptığı işi güzel yapanı sever” buyurmaktadır.
Din hâdimi benlikten geçen ve “ben”e çarpı atandır. Benlik olan yerde bereket olmaz. “Ben, ben” diyenler insanları etrafından kaçırır.
Din hâdimi zamanın kıymetini iyi bilir ve onu iyi yönetir. Nitekim Asr Sûresi’nde Allah Teâlâ zamana yemin ile insanlığın hüsranda olduğuna dikkat çekmektedir. İnsanlığı hüsrâna sevk eden şeylerin başında zamanı iyi kullanamamak gelir. Bugün “Time Management” adıyla hayâtımıza giren kavram zaman yönetiminin önemine işâret etmektedir.
Zamanı planlı yaşamak, her şeyi vaktinde yapmak demektir. Plansız zaman, sahipsiz ve sınırları belli olmayan mîrî arâzî gibidir. Her zaman birileri tarafından işgal edilebilir. Bu yüzden Allah Teâlâ müminin boş vaktinin olmamasına dikkat çekerek şöyle buyurur: “Boş kaldın mı hemen başka bir işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” Bir işten boşalınca öbürüne geçmek hem dinlenmek, hem de verimli çalışmaktır. Zaman kaygısı, maişet endişesi taşımak demek değildir.
Din hâdiminin gönülleri harekete geçirebilmesi için gönlünün sevgi âbidesi olması gerekir ki insanlara pozitif enerji aşılayabilsin. Din hâdimi sevgi ve heyecan aşılayan ve insanları ateşleyen duruma gelebilsin. Çünkü işin temeli insan sevgisidir. Yûnus’un ifâdesiyle:
Ben gelmedim dâvî için Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir Gönüller yapmaya geldim
Önemli olan gönül yapmak ve gönle girmektir. Gönlüne girmediğiniz insanın beynine eremezsiniz.
Din hâdimi karakter sâhibi olmalıdır. Karakter insanın davranışlarındaki tutarlılığı ifâde eder. Karakter insânî ilişkilerde, doğruluk, güven vefâ ve dürüstlüktür. İnsanlar dehâya hayrandır, ama karakterin peşinden gider. Nitekim “es-Sâdık” ve “el-Emîn” sıfatlarıyla karakter şâhikası olan Hz. Muhammed (s.a.) Kureyş müşriklerine bile: “Biz sana yalancı diyemeyiz” dedirtmişti.
Din hâdimi gönüllülük esâsı üzere din hizmetlerinde bir rehberdir. Ancak onun rehberliği otoriter değil karizmatik ve sempatiktir. Din hâdimi cezâ ve sorgu hâkimi veya polis ve jandarma gibi davranmaz. Eğitmek, doğruları söylemek ya da şiddet uygulayarak zorla yaptırmak değil, yaparak örnek olmaktır. Bizde baba, hoca ve koca otoriter olarak algılanmış ve bu yüzden zaman zaman iletişim problemlerine ve şiddete davetiye çıkarılmıştır.
Din hâdimi başkalarının acılarını ve sevinçlerini; kendisinin imkânlarını paylaşır; sofrası, kapısı ve gönlü dâima açıktır. Din hâdimi müstağnîdir; yaptığı iş ve hizmetlerden karşılık beklemez ve almaz. İnsanların derdlerine ve sevinçlerine ortak olur. Din hizmeti görenler işlerinin gereği insanların hem en acılı ve hem de en mutlu günlerinde onlarla beraber olma imkânına sahiptir. Nitekim, düğün, başarı, nikâh ve doğum gibi sevinç anlarında; ölüm, hastalık, kaza, belâ ve musîbet gibi hüzün zamanlarında insanlarla konumu gereği ilk beraber olan din hâdimidir. İnsanların böyle acısını ve sevincini paylaşan din hâdimi insanlar üzerinde çok ciddi sevgi ve dostluk tesiri oluşturur.
Din hâdimi, herkesle iyi geçinir, hoş muâmele eder. Bunun için de beşerî münâsebetlerde muâhezeyi kendine, müsâmahayı karşısındakine gösterir. Beşerî ilişkilerde en kolay yol karşısındakini suçlamak ve kendinin suçsuz olduğunu iddiâ ederek ilişkileri bitirmektir. Başkalarına katlanmak ve kendi kusurunun farkına varmak ise zor ama onurlu bir iştir.
Din hâdimi hoşgörülüdür, yumuşak sözle konuşur. Günahkâra değil günâha kızar. Fedâkâr, cefâkâr ve özverilidir. İnsanlara anladığı dilde hitâb eder. Gönülden konuşur ve anlaşır. Çünkü hal lisânı ile konuşmak en etkin konuşmadır. “Kalbden kalbe yol vardır” sözü gönüller arası konuşmanın bir ifâdesidir.
Hz. Mevlânâ: “Hâl/fiil dilinin kâl/söz dilinden etkili olduğunu” söyler. Yine Mevlânâ’ya göre sükût, ruhlar arasında bir konuşma ve anlaşma ifâdesidir. Susmakla sözümüz daha tesirli olur. Dilsiz dudaksız konuşmalarla duygularımızı daha açık anlatabiliriz. Ehl-i kâl lüzumsuz laflar eder, ehl-i hâl kelimesiz, sessiz konuşur.
Din hâdimi eskilerin ifâdesiyle “hademe-i hayrât”, hayâtın içinde dîni canlı olarak yaşayan ve yaşadıklarıyla model olandır. Dolayısıyla işinin, mesleğin ve hayâtın sıkıntılarını özümseyen ve bunları derd etmeden yaptığı hizmete amatör bir ruh ve profesyonel bir tavırla yoğunlaşandır. Böyle bir hizmet ise dünyâ hesâbıyla değil ancak âhiret kaygısıyla ve gönülden sevdâ ile yapılacak bir hizmettir. Bu duygularla yapılan bir din hizmeti de gerçekten insana, İslam’a ve topluma berekettir.