Altınoluk Dergisi, 2001 – Eylul, Sayı: 187, Sayfa: 005
Diğergâmlık hodgâmlığın zıddı bir kavram. Hodgâmlık kendini düşünmek; nefsini öne çıkarmak; bencil davranmak demektir. Diğergamlık ise kendini değil kardeşini düşünmek, kardeşinin ihtiyaçlarını görmeyi kendi ihtiyacından daha önemli saymaktır. Yâni sünnetteki ifâdesiyle “kendisi için istediğini kardeşi için de istemek, kendisi için istemediğini onun için de istememek” (Buhârî, Îman, 7; Müslim, îman, 71-72) veya Kur’an’daki zirve ifâdesiyle kendi “ihtiyacına rağmen kardeşini kendine tercih edebilmektir” (bk. el-Haşr, 59/9)
İnsanoğlu, tasavvufi ifâdesiyle, mayasında bulunan toprağın suyu tutma özelliği gibi, dünyevi şeyleri tutmaya ve yutmaya yatkın ve düşkündür. İnsanın temel meyli hodgâmlık, yani bencilliktir. İnsan onu kendi nefsine olan sevgi ve düşkünlüğü sebebiyle nefsinin ihtiyaçlarını tatmin etmeyi arzular ve bunun yolunu arar. İyi bir nefs eğitimi ve irâde terbiyesi olmadan bu duygunun frenlenmesi zor, hattâ imkânsızdır. Bu yüzden tasavvufî terbiyedeki “Fenâ fi’l-ihvân” anlayışı temelde kardeşlik sevgisiyle benliği ve bencilliği aşma çabasıdır. İnsan, bencillik ve mülkiyet duygusunu ancak bu anlayışla kolayca aşabilir,
Fenâ fi’l-ihvân anlayışına sâhip gönül adamı, kendi malını da kardeşinin malı olarak görür. Nitekim eski sûfî mektepleri, mensuplarının kişiye âidiyet bildiren “benim elbisem, benim malım, benim evim” gibi bencillik duygusu veren kelimeleri kullanmalarını tasavvufî edebe aykırı sayarlardı. Hatta derlerdi ki: Şeriatta senin malın senin; benim malım benimdir. Tarikatta senin malın senin; benim malım da senindir. Hakikatte ise senin malın da benim malım da hepsi Allah’ındır. Biz “devre-mülk” sâhipleri gibi, malın ve eşyânın âriyet bekçileriyiz.
İşte bu terbiye, dünya nimetlerinden yararlanırken insanların kendilerini malın mâliki gibi davranmaktan biraz olsun uzaklaştırabilir. Türkçe’mizde tasavvufi bir incelikle “malın mâliki” yerine “malın sâhibi” tâbiri kullanılır. Aralarında fark vardır. “Mâlik”te kalıcı bir âidiyet duygusu olduğu halde, “sâhib” kelimesinde beraber bulunma, arkadaş ve yoldaş olma gibi bir âriyet ve emânet mânâsı vardır. Yûnus bunu ne güzel seslendirir:
Mal sâhibi, mülk sâhibi,
Hani bunun ilk sâhibi,
Mal da yalan mülk de yalan
Var git biraz sen oyalan.
Mal ve mülk ile dünyaya âid şeylerin insanı oyalamaktan başka bir işe yaramadığını bundan daha güzel ifade eden bir söz yoktur. Kur’an’ın insan açısından dünya malına bakışı, onun yaslanılan bir dayanak olarak telâkkî edilmesidir (bk. en-Nisâ, 4/5).
Kur’ânî ve tasavvufî bu tür yaklaşım tarzı, özellikle yokluk ve darlık zamanlarında; acıları paylaşıp imkânları bölüşmenin gerekli olduğu dönemlerde ayrı bir önem kazanıyor. Bugün Türkiye’de yaşanan ve derinliği her geçen gün artarak devam eden ekonomik kriz bizi, olayları kendi kıymet hükümlerimiz ve duygularımızla yeniden değerlendirmeye sevketmektedir.
Kur’an’da insanlar ekonomik ve sosyal statülerine göre üç derecede incelenmektedir. Mesâkin, fukarâ ve ağniyâ. Bu üç grubun sâhip oldukları mal ve emtianın derecesi de üçtür: Zarûriyyât, hâciyyât ve zeyniyyât.
Zarûriyyât, “zarûret hali” kavramı ile de alâkalı olarak hayatın devâmı için “olmazsa olmaz” tarzında gerekli olan maddelerdir. Ölmeyecek kadar yemek içmek, vücûdunu soğuk ve sıcaktan koruyacak bir giyecek ve hayatın devamı için zarûrî bir barınak (mesken, ev, kulübe, çadır v.s.). Bunları bile sağlamakta zorlanan ve bugün “açlık sınırı” diye ifâde edilen kimselere Kur’an “mesâkin” yâni hiçbir geliri olmayan çok fakirler adını vermektedir.
Hâciyyât, hayatın akışını kolaylaştıran ve yaşamın devamında sosyal statüye göre ihtiyaç hâline gelen ve lükse dahil olmayan şeylerdir. Zamana, şartlara ve kişilere göre değişebilen bu ihtiyaç maddeleri, zorunlu ev eşyâları, eğitim imkânları, seyr ü sefer vâsıtaları türünden şeylerdir. Zarûrî ihtiyaç maddelerinin dışında kalan hâciyyât denilen bu maddeleri sağlayamayan kişilere Kur’an “fukarâ”,yoksullar diyor. Geliri temel ihtiyaçlarına yönelik giderini karşılayamayan bu insanlara bugün “yoksulluk sınırında” denilmektedir. Geliri olan ama geliriyle geçinemeyenler, demektir.
Zeyniyyat ise zarûriyyât ve hâciyyâtın üstünde kişinin sosyal statü ve ekonomik durumuna göre sâhip olduğu imkân ve nimetlerdir. İhtiyacından fazla bu tür imkana sâhip olanlara Kur’an “ağniyâ”, zenginler adını verir. Hayatın akışını kolaylaştıran bu imkân, zekâtı verilmek şartıyla Allah’ın bir lütfu olarak değerlendirilmeli, lüks ve isrâfa düşmeden hizmete sokulmalıdır.
Allah Rasûlü’nün ve ashâbının hayatında bu statülerin var olduğunu görüyoruz. Toplumu bir vücûd, bir organizma; ferdleri de organizmanın organ ve hücreleri gibi gören Allah Rasûlü, toplum kesimlerinde ekonomik bir uçurumun olmamasına özen gösterir; henüz zarûriyâtını karşılayamamış ve özellikle suffa ashâbı varken hâciyât ve hele hele zeyniyyât peşinde koşmaya asla izin vermezdi. Özellikle âilesi, eşleri ve çocuklarını bu konuda kötü örnek olmamaları için uyarırdı. Nitekim kızı Fâtıma’nın ev işlerinde kendisine yardımcı olarak bir hizmetçi istediği zaman verdiği cevap, zarûriyâtını karşılayamamış insanlar varken hâciyyat sayılacak bir talebe, kızından da gelse, hoş bakmadığının ifâdesiydi. Buyurmuştu ki: “Kızım, ehl-i suffeyi açlıktan kıvranır bir halde bırakarak size hizmetçi veremem. Henüz onların maîşetlerini temin edemedim. Bu eserleri satıp ashâb-ı suffanın ihtiyâcını karşılamayı düşünüyorum.” (İbn Hanbel, I, 106)
Eşlerinin kendisinden zinet eşyâsı talebi ona çok dokunmuş ve onları yirmi dokuz gün süreyle, yanlarına gitmemek ve câmide yatmak sûretiyle îlâ etmişti. Nihâyet Ahzâb sûresindeki ilgili âyet (33/28-29) nâzil olunca ilişkiler normale dönmüştü. Eşleri ashâb-ı suffanın ihtiyâcına rağmen böyle bir talepte bulunmaktan Allah ve Rasûlü’nü tercih ederek vazgeçmişlerdi. Böylece onlar, eşleri ve önderleri Efendimiz’in model kimliğine tâbi olmuşlar; genelde fakir sahâbîlerin özelde suffalıların sıkıntısını paylaşmışlardı. Bu tavır bir bakıma sıkıntıdaki insanların yüreklerinde bir eziklik duymalarını engelleyen diğergâmlık tavrıydı.
Allah Rasûlü fakirlik ve maddî sıkıntıyı en derin biçimde hisseden insanların yüreklerini serinletmek, karınlarını doyurmak ve rahatlatmak üzere dâimâ ashâbını onlara karşı diğergâm davranmaya teşvik etmiştir. Nitekim Allah Rasûlü ashâbına: “İki kişilik yemeği olan üçüncü, dört kişilik yemeği olan beşinci ve altıncı… kişi olarak suffalılardan alıp evine götürsün.” (Buhârî, mevakitü’s-salât, 41, İbn Hanbel, I, 197) buyururdu. Çünkü en büyük zenginlik sayılan kanâat sâyesinde “iki kişiye yetecek yemek dört kişiye de yeterdi.” (bk. İbn Hanbel, III. 301; İbn Mâce, II, 1084)
Allah Rasûlü suffa ashâbı ile birlikte yemek yediği ve onlara ikramlarda bulunduğu ortamlarda da en son kendisi yer, dâimâ onlara öncelik vererek diğergâmlıkta bulunurdu. Nitekim Ebû Hüreyre (r.a.) bir gün açlık tesiriyle suffadan dışarı çıkmıştı. Hâlinden onun açlık sebebiyle dışarı çıktığını anlayan Allah Rasülü, evden getirdiği bir kâse sütü içmek üzere suffada bulunanların hepsini çağırmasını söyledi. Sütün kendisine bile yetmeyeceğini düşünen Ebû Hüreyre istemeyerek de olsa ashâb-ı suffayı çağırdı. Hz. Peygamber’in emriyle süt kâsesini sırasıyla suffalılara ikrâm etti, Herkes doyuncaya kadar içti. En son Ebû Hüreyre ile Allah Rasûlü kalmıştı. Allah Rasûlü kâseyi Ebû Hüreyre’ye vererek onun da içmesini istedi. Ebû Hüreyre tırnaklarının ucundan süt akacak şekilde doyuncaya kadar içti. En son Allah Rasûlü içti. (Buhârî Rikak, 17; İbn Hanbel, II, 515) Zaten o, diğergâmlığı sebebiyle hiçbir zaman önce içen, ihtiyâcını ilk gören olmamıştır.
Ashâb-ı suffe ve onların ihtiyaçları asla Hz. Peygamber’in gündeminden düşmezdi. Nitekim Gazzâlî, Ebû Dâvud ve İbn Mâce’nin benzer lâfızlarla kısmen naklettiği şöyle bir olaydan bahseder. Allah Rasûlü bir sefer dönüşü kızı Fatıma’nın kolunda gümüş bilezik görmüş ve bunu satıp bedelini suffalılara infak etmesini emretmişti (bk. İhyâ, IV, 232).
Suffa ashâbından dermanı kesilen biri birgün gelip Rasûlullah’a halini arzetti. Peygamberimiz de onu zevcelerine gönderdi. Müminlerin anneleri, “evimizde sudan başka bir şey yok” diye beyân-ı i’tizâr ettiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü: “Kim bu açı yemeğine ortak eder?” diye ashâbına sordu. Ensar’dan bir kişi ayağa kalkıp: “Ben” dedi ve suffalı misâfiri alıp evine götürdü. Evinde eşinden “çocuklarının yiyeceğinden başka bir şey bulunmadığını” öğrendi. Sofrayı kurup lâmbayı yaktıktan sonra yemeği sofraya koydular, Yemeğe başlayınca ev sâhibi kandili düzeltiyormuş gibi yaparak ışığı söndürdü. Sâdece misâfirin yemesi için ortamı kararttı. Karı koca yiyormuş gibi yaptılar. Misâfir güzelce karnını doyurdu. Onlar aç sabahladılar. Sabah olunca ev sâhibi Allah Rasûlü’nün yanına gittiğinde ona buyurdu ki: “Bu gece Allah sizin hareketinizden memnûn oldu ve hakkınızda şöyle buyuruldu: “Onlar kendilerinde yoksulluk olsa bile kardeşlerini özcanlarından üstün tutarlar.” (el-Haşr, 59/9)
Diğergamlık ve îsârın asr-ı saâdette sayısız örnekleri vardır. İkram edilen bir paça yemeğinin bütün komşuları dolaşıp nihâyet ilk verene kadar dolaşması bunun en güzel örneklerindendir. İbn Ömer bu devri şöyle anlatmaktadır: “Öyle zamanlar yaşadık ki, aramızda hiç birimiz müslüman kardeşinden daha çok altın ve gümüşe sâhip olmayı düşünmezdi. Şimdi öyle bir zamandayız ki altın ve gümüş bize müslüman kardeşimizden daha tatlı ve sevimli gelmeye başladı” (Mecmaü’z-zevâid, X, 285).
Suffalıların kendi aralarında da dünya temâyülü gösterip mal edinmeye kalkanlarını Allah Rasûlü pek hoş karşılamaz ve bunu onların içlerinde bulundukları irfan ve mânevî hâl ile bağdaştıramazdı. Nitekim İbn Hanbel’in rivâyet ettiği bir hadiste ashâb-ı suffadan biri ölmüş ve kefenlenmek için cübbesi sökülünce içinden iki altın çıktı. Allah Rasûlü bunu görünce: “İki dağlama aracı!” diye şaşkınlığını ve bu hâlden memnûniyetsizliğini ifâde buyurdu. (bk. Müsned, V, 252, 253, 258)
Suffalı bir kimsenin altın saklamasının iki sebebi olabilirdi: Ya zâhidlik, fakr ve tevekkül ızhârında samîmiyetsizlik, ya da dünya malına gönlünü kaptırıverme zaafı. Bu kadar ekonomik darlık ve mânevî varlık arasında bu tavrın izâhı zor görülmüştü.
Diğergamlığın en şâhika örneklerinden biri de Yermük harbinde yaralılar arasında su ikramı sırasında yaşanan durumdur. Kan kaybı ile meydana gelen susuzluk duygusuna rağmen: “Su!” diye feryâd eden kardeşini kendine tercih eden deryâ gönüllü güzel insanlar.
Bir defasında İbn Ömer’in canı balık istemişti. Hanımı çok nefis bir balık pişirdi. Tam sofraya oturacakları sırada kapıya bir dilenci geldi. Kokusunu aldığı balığı istedi. İbn Ömer derhal balığın dilenciye verilmesini istedi. Hanımı dilenciye para ve başka şeyler verip râzı edelim, dediyse de ona bir türlü balığı yediremedi. Neticede balığı dilenciye verdiler. (İbn Sa’d, Tabaket IV, 165)
Bugün biz bu duyguları Allah Rasûlü’nün şu hadisinin rûhuna uygun olarak yaşamalıyız diye düşünüyorum. Allah Rasûlü buyuruyor: “Bir kişinin yiyeceği iki kişiye; iki kişinin yiyeceği dört kişiye; dört kişinin yiyeceği sekiz kişiye yeter.” (İbn Hanbel, III, 301; İbn Mâce, II, 1084)