Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Derviş Devlet

Altınoluk Dergisi, 1999 – Eylul, Sayı: 163, Sayfa: 020

Batılı tarihçi Pall Wittek Osmanlı’yı değerlendirirken “Derviş Devlet” tabirini kullanmaktadır. İşin aslına baktığımızda bu tesbitin hiç de yanlış olmadığı görülmektedir. Çünkü Osmanlı devlet yapısını saltanatından askeriyesine, ilmiyesinden esnaf ve san’atkarına kadar incelediğimizde, bu yaklaşımı teyid edecek pek çok verilere ulaşmak mümkündür. Osmanlı devletinin kuruluşunun 700. Yılına ayırdığımız derginin bu sayısında biz de köşemizde Osmanlılar ve Tasavvuf ser-levhası altında, bir makalenin sınırları içinde bu konuyu incelemeyi uygun bulduk.

Osmanlı devleti, Anadolu’da da hükümran olan Büyük Selçuklu ile Anadolu Selçuklu devletinin mirası üzerine bina edilmiştir. Büyük Selçuklular dönemi tasavvufun en değerli eserlerinin verildiği ve büyük tarikat kurucusu pirlerin yetiştiği devirdir. Anadolu Selçuklu dönemi ise büyük tarikatların muhtelif İslam ülkelerinde ve Anadolu’da serpilip boy attığı dönemdir. Dolayısıyla bu iki büyük miras üzerindeki Osmanlı, tasavvufun canlı olduğu bir dönemde kuruldu. Büyük Selçuklu sultanlarından itibaren görülmeye başlayan tasavvuf erbabına ilgi ve yakınlık, Anadolu Selçukluları’nda gelişerek devam etti. Anadolu Selçuklu devletinin yıkılışı ve beyliklerin ortaya çıkışında Anadolu’yu kasıp kavuran iki büyük afet vardır. Bunlardan biri Batı’dan gelen haçlı istilaları, diğeri de Doğu’dan gelen Moğol kasırgasıdır. Her iki zulüm, halkı canından bezdirip maneviyatın teselli iklimine ve tasavvufun ruh-nüvaz atmosferine yöneltti.

Siyasi ve sosyal bakımdan sıkılan Anadolu Selçuklularını manevi bakımdan rahatlatan en önemli şahsiyetlerden İbn Arabi (638/1240) Batı’dan Endülüs’ten; Mevlana (673/l272) ise Doğu’dan, Horasan diyarından Belh şehrinden gelmişlerdi. Bu iki şahsiyetten her biri daha önce doğudan ve batıdan gelen zehre adeta birer panzehir mesabesinde Osmanlı’nın kuruluşunu hazırladılar.

Osmanlı devleti, Anadolu’daki beylikler arasında en küçüğü sayılan bir beylik tarafından kuruldu. Osman Bey’in Anadolu’nun tasavvufa yatkın atmosferinde yetişmiş bir insan olarak fıtratında var olan tasavvuf meyli, bir ahi şeyhi olan kayınpederi Şeyh Edebali vasıtasıyla geliştirilerek devam etti. Biz bu yazımızda Osmanlı’nın tasavvuf ile ilgisini saltanat muhitinin, askeriyenin, ilmi çevrelerin, iktisadi hayat ile sanat ve edebiyat adamlarının tasavvufla ilgisi noktasından değerlendirmeyi düşünüyoruz.

Osmanlı tarih araştırmacılarının neredeyse ortak kanaati haline gelen bir husus, Osmanlı sultanlarının fıtrat ve tabiatlarındaki mistik özellik ve tasavvufi meyildir. Gerçekten de Osmanlı sultanları Osman Gazi’den başlayarak son padişaha kadar tasavvuf ricaline saygı duymuşlar ve ilgi göstermişlerdir. Osman Gazi’nin yerine geçen oğlu Orhan, ahi şeyhleri kadar Geyikli Baba, Abdal Murad, Abdal Kumral gibi babai erenlerine ilgi ve saygı duymuştur. Murad Hudavendigar ise ahi şeyhliğine yükselecek kadar tasavvufi hayatın içindeydi. Yıldırım Bayezid öncekiler kadar mistik bir özelliğe sahip olmamasına rağmen kızını Horasan diyarından gelen Emir Sultan ile evlendirecek kadar bu muhitin içinde birisi idi. Çelebi Mehmed ve II. Murad, Hacı Bayram Veli ve çağdaşı bir kısım tasavvuf büyüklerinin hayranı idiler. Fatih Sultan Mehmed’in Akşemseddin ile alakası bu konunun en bariz ve canlı örneği. Veli lakabıyla anılan II. Bayezid‘in Halveti şeyhleriyle olan münasebeti konunun göze çarpan diğer örnekleri arasındadır. Yavuz ve Kanuni‘nin Sünbül ve Merkez Efendilerle ilişkisi aynı minval üzere devam eden bir çizgidir.

Osmanlı sultanlarının tasavvuf ricali ile olan bu alakasını formel bir dervişlik olarak görmek mümkün değildir. Osmanlı padişahları arasında dervişliğe varacak bir tasavvufi meyil sahibi bulunanlar varsa da, şeyhler bu ilgiyi daha çok muhabbet düzeyinde tutmayı tercih ederek sultanların salik değil, malik olmalarını taleb etmişlerdir.

Devletin başındaki insanların tekke ve tarikat ricaline gösterdiği tavır halkın onlara olan ilgisini daha da artırmıştır. Padişahların tavrı ile halka etki eden bu yapı, devletin “derviş devlet” adıyla anılmasına etki etmiş olmalıdır. Sultanların şeyhlerle ilgisi kuruluş ve yükselme devrinden sonra da eksilmeden devam etmiştir. III. Murad ve I. Ahmed‘in Aziz Mahmud Hüdayi ile, son devirde Abdülhamid Han‘ın Şazili şeyhi Muhammed Zafir ile ilgisi bunun en meşhur örnekleridir.

Osmanlı sultanlarının tasavvuf ricaline olan ilgisi, manevi yönelişlerinin ve mistik fıtratlarının bir uzantısı olduğu kadar devletin siyasi dengesini korumaya ve halkla bütünleşme arzusundan kaynaklanmaktadır. Osmanlı sultanları Doğu’dan gelen şiilik fırtınasının önündeki ehl-i beyt rayihasını tasavvuf ve tarikatlardaki Alevi silsile ve ehl-i beyt muhabbetiyle önlemeyi başarmıştır.

Osmanlı’yı Osmanlı yapan müesseselerin başında saltanat, ordu, medrese ve tekke gelir. Ancak bu üç ilk müessesede tekkenin derin etki ve izleri, tasavvufun Osmanlı devlet ve sosyal yapısındaki yerini ortaya koymaktadır. Osmanlı’da sultanlardan sonra devletin varlığını borçlu bulunduğu ordu, gerek kuruluşu ve gerekse işleyişi itibariyle tasavvufi bir kurum niteliğindedir.

Yeniçeri ocağının kuruluşunda o günün şartlarında devrin muteber erenlerinden sayılan büyük mürşid Hacı Bektaş Veli‘nin duası, bu müesseseye bir gaza kurumu olmanın yanısıra bir dua kurumu olma özelliği ve mistik bir hususiyet kazandırmıştır. Bektaşilik tasavvufi bir müessese ve tarikat olarak ordunun manevi eğitiminde ocağın kaldırılışına kadar çok önemli hizmetler ifa etmiştir. Yeniçeri ocağı kaldırıldığında Bektaşi tekkelerinin de kapatılması bu tarihi beraberlik ve etkileşimin en güzel göstergesidir.

Yeniçeri ocağında Hacı Bektaş Zaviyesi‘ni temsil eden bir babanın bulunması, ocakla Bektaşilik arasındaki bağı hep canlı tutmuştur. Osmanlı devlet yapısı içinde faaliyetine izin verilen sünni olmayan yegane tarikat Bektaşilik‘tir. Onun da etkili olduğu alan daha çok Yeniçeri ocağı çevresidir. Ancak bu ilginin Safevi akın ve propagandalarını önlemede akıllı bir tercih olduğu tarihçilerin kabul ettiği bir husustur.

Osmanlı ilmiye sınıfının kaynağı medrese idi. Büyük şehirlerden kasabalara doğru yayılma eğilimi gösteren medreseler, dini eğitimin formel; yani örgün kurumları idi. Ancak Osmanlı’nın kuruluş döneminde ilk tesis edilen medresenin kurucusu sayılan Davud Kayseri’nin İbn Arabi ekolüne bağlı ve onun Fususu’l-hikem adlı eserine Arapça şerh yazacak kadar tasavvufun içinde idi. Osmanlı dini kurumlarının en yükseği sayılan şeyhülislamlığın ilk temsilcisi Molla Fenari‘nin hem Rifai, hem de İbn Arabi ekolüne bağlı bulunması, medrese ve dini eğitim hayatının tasavvufa ne kadar yakın bir zeminde işe başladıklarını gösterir.

Kuruluş ve yükselme dönemlerinde medrese ile tekkenin kapılarını birbirlerine açık tutarak ve ciddi çatışmalara düşmeden hizmetlerini yürüttüğünü söyleyebiliriz. Hatta tekke mensuplarının da belli bir medrese eğitimi aldıktan sonra tekkeye intisab ettikleri görülmektedir. Tekke ve medresenin birbirleriyle uğraşmaya başladıkları dönem XVII. Yüzyıldan sonradır. Kadızadeliler olarak bilinen medrese mensupları ile Sivasizadeler olarak anılan tekke mensupları arasındaki kavgayı büsbütün bir tasavvuf ve ilmiye kavgası olarak görmek mümkün değildir.

Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında, o gün itibariyle sınırları dışında yaşamış bulunan İbn Teymiye’nin fikirleri, Osmanlı topraklarında ilmi muhitlerde XIX. Yüzyıla kadar pek revaç bulmamıştır. Öte yandan İbn Arabi ise Osmanlı şeyhulislamı İbn Kemal tarafından ibra edilerek fikirleri ilk devirlerden itibaren hüsn-i kabul görmüştür. Bu sebeple Osmanlı ilim muhitleri de tasavvufi yaşayış ve düşüncenin yabancısı değillerdi.

Tasavvufun ilmiye ve askeriye dışında kalan halk için hem eğitip meslek sahibi yaparak hayata hazırlayıcı, hem de bir sivil kitle örgütü olarak hizmet veren ekenomik ve sosyal nitelikte bir kurumu vardı. Ahilik ve ahi zaviyeleri olarak anılan bu kurum Abbasiler döneminde halife en-Nasır li-dinillah tarafından Şihabuddin Sühreverdi‘ye temel ilkelerini Kitabu’l-fütüvve adıyla tesbit ettirilerek sistemleştirilen bir gençlik hareketiydi. Bu hareket Anadolu’ya Uhuvvet teşkilatı ve Ahilik adıyla girdi. Her meslek sınıfından insanları hem meslek, hem de ahlaki eğitim açısından yetiştiren kurumlar haline geldi. Sarraflar tekkesi, Bezzazlar tekkesi, Debbağlar tekkesi gibi meslek adlarıyla anılan bu dergahlar, Osmanlı iktisadi hayatının temel eğitim kurumları sayılabilir. Çırak, kalfa ve usta hiyerarşisi içinde gençleri meslek sahibi yapıyor, piyasa ve üretimi kontrol mekanizması olarak hizmet görüyordu. Üretime dayalı bir ekonomik anlayışı benimseyen ahi zaviyeleri, mesleğinde hile yapanları da cezalandırma yetkisine sahip bir organizasyondu. Daha sonraları loncalar olarak hizmet gören ahi zaviyeleri, esnaf ve san’atkarların bir kitle örgütü konumundaydı.

Okçular ve Pehlivanlar tekkesi gibi dergahlar bugünkü anlamıyla spor kulüpleri gibiydi. Miskinler tekkeleri ise cüzzamlı hastaların toplumdan tecrid edilerek karantina görevi gören yerlerdi. Ayrıca da cüzzam sebebiyle yüz hatları deformasyona uğrayan ve psikolojik sıkıntıya düşen insanlara cüzzamlı şeyhlerin yönetimindeki bu tür dergahlarda yaşama sevinci ve acıları biraz olsun hafifletme ortamı sunuluyordu.

Ayrıca tasavvuftaki “Bir lokma ve bir hırka” anlayışı toplumda ürettiği kadar tüketme, ihtiyaç fazlasını infak etme alışkanlığı ile sosyal adaletin gerçekleşmesini ve kitlenin birbiriyle kenetlenmesini de sağlamaktaydı.

Tasavvuf bu alemde hüsn-i mutlakı arama işi, cemal ve celal tecellilerini temaşa gayretidir. Bu dünyada Hakk’ın bir cemal, bir de celal tecellileri vardır. Sufi celal içre cemali arar. Daima güzeli bulmak ve O’ndan güzeller güzeline varmak ister. San’at bu güzellik arayışının tezahüründen ibarettir.

Osmanlı döneminde sanayi-i nefise olarak bilinen güzel san’atların yeri tekke ve zaviyelerdi. Hat sanatı, musiki, tezhib tekkelerde öğretilip öğrenilen güzelliklerdi. En büyük hattatlar, musikişinaslar ve müzehhibler daha çok tekke ortamında yetişmiş insanlardır. Klasik Türk Musikisi tekkenin ürünüdür. Hat ve tezhib eğitimi ile tasavvuftaki çile eğitimi arasında bir benzerlik vardır. Her ikisi de daha önce bu yoldan geçmiş ve bu eğitimi almış üstadın nezaretinde sabırla meşk edilir, tecrübi olarak öğrenilir.

Türk edebiyatının özellikle nazım eserlerinin en velüd müellifleri ve kurucu şahsiyetleri tekke ve tasavvuf camiasının mensuplarıdır. Halk edebiyatının özellikle tekke edebiyatı bölümü, tekke mensuplarının Ahmed Yesevi ve Yunus Emre‘nin açtıkları çığırda geliştirdikleri alandır. Sayıları yüzlerle ifade edilen tekke şairi tekellüfsüz bir anlatımla, san’at kaygısı taşımadan didaktik (talimi-öğretici) bir üslupta divanlar ve diğer eserleri yazmışlardır. Yunus ile başlayan Eşrefoğlu , Hacı Bayram Veli ve Aziz Mahmud Hüdayi gibi büyük erenlerle devam eden bu gelenek türk dilinin gelişmesine de büyük katkıda bulunmuştur. Tekke mensuplarının nesir tarzında türk diliyle yazdıkları eserlerin sayısı da kütüphaneler dolusudur.

Hece vezniyle gelişen tekke-halk edebiyatına paralel, ama ondan daha güçlü biçimde gelişen divan edebiyatı ise nazım türleri ve mazmunları açısından tasavvufi açıdan önemli bir alandır. Divan sahibi şairlerin büyük bir kısmı tasavvufun içinde olduğu gibi, doğrudan tasavvufa bağlı olmayanlar da kendilerini tasavvufi mazmun ve sembolleri kullanmaktan alamamışlardır. Dolayısıyla türk edebiyatının içinden tasavvuf ve mazmunları çıkarılacak olursa geriye edebiyat diye bir şey kalmaz. Çünkü türk edebiyatı varlığını tasavvufa borçludur.

Özetle tasavvuf Osmanlı kurumlarını saltanatı, ordusu, ilmiyesi, sosyal ve iktisadi hayatı, san’at ve edebiyatı ile şekillendiren ve Osmanlı’ya kendine has bir renk ve damga vuran müessesedir. Bu yüzden evet, Osmanlı derviş bir devlettir.