Altınoluk Dergisi, 2009 – Ekim, Sayı: 284, Sayfa: 013
Bugün adı, sömürge ve kölelikle anılan, derisi siyah ama yüzü ak insanların yaşadığı Afrika, XXI. asrın kıtası olmaya aday görünmektedir. Hindli büyük âlim Muhammed Hamidullah Bey’in belirttiği gibi yeryüzünde medeniyetin ilk beşiği Asya’dır. En eski medeniyetlerin Asya topraklarında kurulduğu ve oradan dünyâya yayıldığı kabûl edilir. Özellikle Orta Doğu olarak bilinen coğrafyadaki ülkeler en eski medeniyet merkezidir.
Asya’dan sonra medeniyetin, kültür ve gelişmelerin merkezi Avrupa olmuştur. Rönesans ile başlayan Avrupa’daki bu süreç aydınlanma ve sanayi devrimiyle zirveye ulaşmıştır. Amerika’nın keşfini gerçekleştiren Avrupa insanı medeniyet ve gelişimi bu kıtaya taşımış, Amerika teknoloji, ekonomi ve yetişmiş insan gücü ile dünyâ liderliğine soyunmuştur.
Amerika’nın hızla sâhip olduğu imkânları ve değerleri tüketmesi ve insan neslinin çağdaş âfetlerle dejenerasyonu insanlığı yeni arayışlara sevk etmiştir. Gelinen süreçte görünen o ki geçen en az iki asrın mağdur ve mazlumu Afrika, gerek bâkir yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, gerekse güçlü insan potansiyeli ile buna aday görünmektedir. Her türlü spor dalında beden gücü ve irâdesini ispatlayan, zekâ ve duygu zenginliğini ortaya koyan Afrika’nın siyah derili yüzü ak insanları XXI. yüzyılın dünyâsında kıtalarını dünyâ lideri hâline getirecek gibi görünüyor. Böyle bir potansiyel dünyâ üzerinde yaşayan Müslümanlar için yeni sorumluluklar, yeni ufuklar demektir.
Afrika, Müslümanların gündemine asr-ı saâdette Bilal-i Habeşî ve Habeş kralı Necâşî ile düşmüştür. Müslümanların iki defa hicret tecrübesi yaşadıkları Habeşistân Hristiyanlığın da ilk merkezlerinden sayılan bir Afrika ülkesidir. O gün bu gündür Müslümanların gündeminde yerini ve tazeliğini koruyan Afrika, hep ilgi odağı olmuştur. Mısır ve Kuzey Afrika’nın fethiyle Müslüman ülkeler arasında önemli bir yer edinen Afrika kıtası adı geçen topraklarda gerçekleştirilen hizmetlerle İslâm’ın yüz akı olmuştur.
Orta ve Güney Afrika ise daha çok sûfî guruplarca sürekli potansiyel İslâm toprağı gibi görülerek tebliğ ve dâvete muhâtab olmuştur.1 Osmanlı döneminde başta Mısır olmak üzere Sudan, Tunus, Fas, Cezayir ve Libya gibi Kuzey Afrika ülkelerinde İslâm’ın gücü daha bir farklı temsîl edilmiştir. Özellikle Sudanlıların, Osmanlı ve İslâm’a bağlılıkları dâsitânî bir mahiyet arz eder.
İnsanlar gibi ülkelerin ve kıtaların da kaderi vardır. Siyah Afrika’nın en büyük talihsizliklerinden birisi gerek insanı, gerekse yeraltı zenginlikleri îtibâriyle sömürülmeye müsâid görülerek Vahşi Batı’nın iştahını kabartmasıdır. Amerika’nın keşfinden sonra Vahşi Batı’nın derisi beyaz, gözü ve gönlü kara insanları, Amerika’da oluşturdukları çiftliklerde çalıştırmak üzere Afrika’dan taşıdıkları insanların bir milyondan fazlasını Büyük Okyanus’un azgın dalgalarında telef etmişler, ancak kalanlarını Amerika’ya taşımaya muvaffak olmuşlardı. Amerika’ya götürülen Afrikalı zenciler orada yüzyıllar boyu hayvandan aşağı bir muâmeleye tâbi tutularak köleleştirilmişlerdi. XX. yüzyılın ikinci yarısının başında bile hâlâ bâzı yerlerin kapılarına: “Buraya köpek ve zenci giremez” levhaları asmak sûretiyle horlamışlardı. Ama ilâhî adâlet o topraklardan gelmiş bu insanlar içerisinden bugün Amerika’ya hükmeden başkan çıkardı.
“Zulümle pâyidâr olunmaz” sözü ne kadar anlamlıymış meğer. İnsanları köleliğe, ülkelerinin imkânlarını sömürgeye layık görerek tepeden bakanlar, bugün geldikleri noktanın aslında kendi elleriyle hazırlandığının bilmem farkındalar mı?
Bir başka açıdan baktığımızda Afrika daha farklı görünmektedir. Renk, dil ve ırk ayrımına karşı büyük mücâdele veren İslâmiyetin Afrika insanı üzerinde çekici bir tesiri olduğu muhakkaktır. Bu yüzden kendisine İslâmî dâvet ulaşan Afrika insanları ona tâbi olmakla şereflenmişti. XX. yüzyılın başında üç yüz milyon Afrika nüfusunun %55’ten fazlası Müslüman, ancak on milyon kadarı Hristiyan, kalanı ise mahallî dinlere mensûptu.
Bugün bu oranlar maalesef ciddî misyonerlik faaliyetleri sebebiyle tamamen tersyüz olmuş durumdadır. Bilindiği gibi Hristiyan misyonerlik teşkilatları güçlü bir organizasyon yapısına sâhipti. Batılı yayın organlarında açlıktan kemikleri çıkmış siyah Afrika insanına “Îsâ aşkına yardım” îlanlarına sıkça rastlamak mümkündü. Kiliselerin vakıflarında toplanan bu yardımlar çok sistemli bir biçimde Hristiyanlaştırma faaliyetlerinde kullanılmıştı. İnsanların aç midelerine ulaştırılan her lokmanın din değiştirme aracı olarak değerlendirilmesi Batı’nın insana verdiği değerin bir göstergesidir.
XIX. yüzyılda sanayi devrimini tamamlayan Batı ülkeleri, özellikle Fransa ve İngiltere Afrika’nın yeraltı zenginliklerine iştah duyarak bu topraklarda yaşayan insanları sömürmeye başladı. Oluşan sömürge yönetimleri biryandan idâreyi ellerinde tutmak, diğer yandan sömürge düzenini sürdürmek üzere yeni arayışlara girdi.
İngiltere, Fransa ve diğer bâzı Batı ülkelerinde kurulan bir takım araştırma enstitüleri Afrika insanının nasıl refâha ereceğini değil, nasıl sömürüleceğini araştırmıştı. Açlık ve sefalet sebebiyle din değiştiren insanların daha sonra tekrar İslâm’a dönmüş olması Batılıları telaşlandırdı ve yeni planlara sevk etti. Bunun üzerine etkin âilelerin zeki çocuklarını eğitmek üzere okullar açtılar ve bunların en kâbiliyetlilerini kendi ülkelerine götürerek kimliklerini değiştirdiler. Ülkelerine Hristiyan ya da en azından Hristiyan sempatizanı olarak dönen bu gençlerle Batı ülkeleri, Afrika topraklarındaki sömürge düzenini korumaya muvaffak oldular.
Afrika bugün açlığın egemen bulunduğu, susuzluktan insanların telef olduğu, buna rağmen yeraltı zenginlikleri yüksek, insan potansiyeli bâkir bir kıtadır. Ülkemizi ve ülkemiz insanını târihî özellikleri sebebiyle bir başka seven bu insanların feryâdına kulak vermek gerekiyor. 2007 yılında Türkiye’nin, Diyânet İşleri Başkanlığı’nca gerçekleştirdiği Afrika dînî liderler toplantısı İstanbul’da yapılmıştı. Açılışına katıldığım bu toplantıda, Afrika din temsîlcilerinin Dolmabahçe Sarayı’nda yaptıkları konuşmalar yürek yakan cinstendi. Hele delegasyona başkanlık eden şahsın şu sözleri hâlâ yüreğimde sızlamakta ve kulağımda çınlamaktadır: “Siz seksen yıldan beri nerdesiniz? Bizi Vahşi Batı’nın eline bırakıp nerelere gittiniz? Benim İstanbul’a bu ilk gelişim. Ben İstanbul’a ilk defa mı gelmeliydim? Daha önce gelmeli değil miydim?”
Bu sözlerde hem bize sitem, hem kendi adına bir hayıflanma olduğu açıktır. Ama insanlar problemlerinin çözülmesini beklemektedir. Bu ifâdeler bir yandan Osmanlı döneminde kendilerine sâhiplenilmiş olmasından duydukları memnûniyeti ifâde ederken, diğer yandan bugüne kadar kendilerine el uzatılmamış olmasından duydukları hüznü anlatmaktadır.
Afrika dünü, bugünü ve yarınıyla yeniden gündemimizde olmak zorundadır. Türkiye’nin bölgesel bir güç olma yolundaki çabaları Afrika’yla bütünleştikçe daha bir seviye ve anlam kazanacaktır. Nitekim Türkiye, B.M. Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği’ne Afrika ülkelerinin desteği sâyesinde seçilmiştir. Afrika bu anlamda bizim için ve İslâm dünyâsı için ciddî bir potansiyeldir.
Hz. Bilal’in sembolize ettiği siyâhî Afrika Müslümanlığı bizler için Kâbe duvarında ezan okuyan ve güzel sesiyle tevhîdi cihâna haykıran bilâlî bir sadâdır. Selâtin câmilerimizin müezzin mahfellerinin üzerindeki: “Yâ Hazret-i Bilal-i Habeşî!” levhaları mâbedlerimizdeki Afrika duyarlılığının bir yansımasıdır.
İslâmî telâkkîde derinin rengi değil, gönlün rengi önemlidir. Gerçek renk ve boya Allah’ın boyasıdır. Çünkü inanan insan için Allah’ın boyasına boyanmış ve tevhîd rengi taşıyan siyah derili bir Müslümanın boyası, Allah’ın boyasıdır. O’nun boyasından daha güzel boya da yoktur.2
XXI. asrın potansiyel lider kıtası gibi görülen ve çoğunluğunu mağdur ve mazlum Müslüman kardeşlerimizin teşkil ettiği Afrika, bizim için yeniden üzerinde durulmaya değer bir hizmet alanıdır. Bu yeni intibah/uyanış döneminde geç kalmamak lâzım. Orada bizi bekleyen, sömürülmekten bunalmış insanlar var. Açılacak bir mekteb onların gönüllerine aydınlık, açılacak bir kuyu yaşantılarına âb-ı hayât olacaktır. Bizim çok sıradan gördüğümüz şeyler, Afrikalı kardeşlerimiz için lükstür, hattâ hayaldir. Dolayısıyla orada küçük imkânlarla büyük işler yapılabilir.
Haydi öyleyse Afrika’ya. Orada bizi bekleyen gönüllerle el ele tutuşmaya ve hayâtı paylaşmaya. Allah yâr ve yardımcımız olsun.
Dipnotlar: 1) Özelde Kuzey Afrika, genelde Afrika’daki sûfî hareketler ve hizmetleriyle ilgili Doç. Dr. Kadir Özköse’nin bir dizi çalışmaları bulunmaktadır. Onlardan bâzıları şunlardır: Libya’da Tasavvufî Hayat Senûsiyye Tarîkati, Konya 2008 (Doktora Tezi); Sûfî ve İktidar Fülânî Islahat Hareketi, Konya 2008; Mağrib Sûfîleri ve Tasavvuf, Sivas 2009 (basılmamış bilimsel araştırma). Ayrıca aynı yazarın terceme ettiği: Abdullah Abdürrezzâk İbrâhim’in Afrika’da Tasavvuf ve Tarîkatlar, Konya 2008; H. A. S. Johnston’un Nijerya’da Etnik ve Dînî Çatışma, Konya 2008; E. E. Evans Pritchbard’ın Ömer Muhtar Destanı, Konya 2008 adlı kitapları; aynı yazarın Tasavvuf Dergisi’nde yayınlanmış muhtelif makaleleri bulunmaktadır. 2) Bkz. el-Bakara, 2/138.