Altınoluk Dergisi, 1997 – Mayis, Sayı: 135, Sayfa: 034
Cem’ herşeyi Allah’tan bilerek halkı yok, Hâlık’ı var görme hali. Cem’ toplamak, dikkat ve iradeyi bir noktaya teksif etmek demektir. Cem’ fark (veya tefrika) ile birlikte kullanılır. Ruh, ilâhi güzelliği (cemâl-i ilâhhi) seyre dalınca, zât-ı ilâhi nurunun galebesi karşısında eşyayı birbirinden ayıran aklın nûru söner, böylece hakkın ortaya çıkması ve bâtılın kaybolması sebebiyle kadim olan Allah ile hâdis olan eşya arasındaki fark ortadan kalkar. Daha doğrusu kudret-i ilâhiyye karşısında eşyânın acz ve hiçliği ortaya çıkar; eşyâ ve varlıkların O’nunla var olduğu duygu ve idrâk ile anlaşılmış olur. Buna cem’ adı verilir. Ardından Hakk’ın zâtının yüzüne izzet perdesi çekilip rûhun zâttan uzaklaşması sonucu kadim ile hâdis arasındaki ayırım yeniden belirir. Buna da “fark” adı verilir.
Hucvirî, “cem’ ve fark” anlayışının temsilcisinin Ebu’l-Abbâs Kasım Seyyarı (ö. 342/953) olduğunu ve bu görüşün taraftarlarına bu yüzden “Seyyariyye” adını verildiğini belirtir.
Ebû Sâid Harrâz’a göre cem’, Allah’ın kullarında kendisini îcâd etmesidir. Kendisi onlar için var olduğundan, onların varlıklarını yok etmesidir. Yakîn hali insanı Hakk’la cem’eder. İlim ise varlığını Hakk’tan ayırıp ona kulluğunu gösterir (fark). Bu yüzden bazı sûfîler Kur’an’daki “Allah kendisinden başka ilâh bulunmadığına şahidlik etti.”1 âyetini cem’e, devamındaki “Melekler ve ilim sahipleri” kısmını da fark’a delil sayarlar.
Mutasavvıflardan bazılarına göre, insanın yaratılışı ile cem’ arasında ilgi vardır. Cem’ yaratılış sırasında Hakk’ın konuşmasıdır. İnsanlar o zaman kendilerinde değillerdi (gaybet). Bu yüzden konuşan da cevap veren de kendisiydi. Hakk insanlara peygamberler aracılığıyla hitap edince fark hali ortaya çıktı. Bu farklılıktan sonra Allah’ın kulu kendisiyle birleştirmesi cem’ adını aldı. Bu açıdan kulun kendine bakması fark, Rabbına bakması cem’dir. Nitekim Ebû Alî Dekkâk “Fark sana nisbet edilen, cem’ ise sana nisbet edilmesi mümkün olmayan şeydir.” der.
Cem’ dağınık bir halde bulunan ilgi ve dikkati tek noktada toplamaktır. Buna göre, dikkat ve ilgisini Allah’ta cem’ eden, zikrinde yalnız Allah der, başka bir şey görmez. İlgi ve dikkatini Hakk’ın dışındaki varlıklara çeviren ise, yaratıklardan başka bir şey görmez.
Bir başka tarife göre cem’ olağanüstü fiiller, fark da olağan fiillerdir. Bu tarife göre mucize ve kerametler cem’, yaratıkların fiilleri farktır. Yaratıkların fiillerini Yaratan’a izafe etmekle, Yaratan’ın fiillerini yaratıklarına nisbet etmek arasında fark vardır. Biri Hakk’ı ta’zîm, halkı ve kendini küçültmedir. Diğeri ise varlık ve büyüklük iddiasıdır. Bir kimseden insanların fiillerine benzemeyen olağanüstü bir fiil ve hal zuhur edince, onun faili mutlaka Allah’tır. Ateşe atılan İbrahim’in yanmaması, kuyuya atılan Yusuf’un kurtulması gibi. Cenâb-ı Hakk, Hz. Peygamber’in gaybet halindeki fiillerini kendisine izafe etmekte ve “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı.”2 buyurmaktadır. Hadis-i kudsî’de ibadet ve kulluğun tadına vararak vecd ve istiğrak halini yaşayan kimselerin fiillerinin Cenâb-ı Hakk’a izafe edilmesine bakılırsa3, Hakk’tan gelen sevginin akıl ve tabiat üzerinde hakimiyet kurarak kulun bu fiilleri kesbetmekten çıktığı ve bunların Hakk’ın fiilleri haline gelmesiyle cem’in gerçekleştiği anlaşılır.
Abdullah Ensarî Herevî, Menâzilü’s-sâirin adını verdiği ve tasavvufi hâl ve makamları yüz menzil olarak açıkladığı eserinde doksandokuzuncu menzilde cem’i, ardından yüzüncü olarak da tevhidi anlatmakta ve cem’ in üç derece olduğunu belirtip şunları söylemektedir :
1- Cem’u’l-ilm: Sâlikin bütün dikkat ve bilgilerini tek noktada toplayarak ledünnî bilgi içinde yok olmasıdır. Bu mertebede sâlik Hakk’ın varlığına delil aramaz hâle gelir; çünkü bütün kaygılarını tek’e indirmiştir. “Kaygılarını tek’e indirenin diğer kaygılarına Allah kefil olur.”4 mealindeki hadis mutasavvıflara göre cem’u’l-ilme işarettir.
2- Cem’u’l-vücud: Sâlikin maddî ve fânî varlığından sıyrılarak Hakk’ın varlığına ermesidir.
3- Cem’u’l-ayn (aynü’l-cem): Kulun Hakk’ın zâtında fâni olarak iki ayrı vücûd görmekten kurtulmasıdır. Bu anlamda cem’ sâlikin fenâsidir. Çünkü Sâlikin büsbütün vücûd kaydından kurtulması mümkün değildir. Fena yoluyla vücûd ortadan kalkmadan vuslat gerçekleşir. Buradaki cem’ ve vuslat aynı şeydir. Sûfiler, Hz. Musa’nın dağa tecelli eden Hakk’ın nurunu görmesini5 Cem’ in bu çeşidine örnek sayarlar.
İbn Arabî, cem’ halkı görmeksizin Hakk’a işarettir, demekte ve Ahadiyyet’in cem’ ile beraber bulunduğunu ifade etmektedir. O’na göre Ahad, ancak cem’ ile, cem’ de Ahad ile olur. Nitekim “Nerede bulunursanız Allah sizinle beraberdir.”6 âyetindeki beraberlik cem’dir. Âlemin varlığına rağmen Hakk ile beraberlik devam ettiği sürece cem’in hükmü de devam eder.
Cem’ ile fark, ışık ile karanlığın birbirini takip etmesi gibi, daima birbirini izler, cem’ hali ortaya çıkınca fark kaybolur. Fark zâhir olunca cem’ zail olur. Birinin varlığı diğerinin yokluğudur. Sâlik için her ikisi de zaruridir. Çünkü fark olmayınca kulluk, cem’ bulunmayınca da Hakk’ı tanıma (marifet) gerçekleşmez. Bu yüzden Fatiha süresindeki “Ancak sana kulluk ederiz.” ifadesi farka, “ancak senden yardım dileriz.” lâfzı da cem’e işaret eder. Farkı olmayan cem’ zındıklık, cem’i olmayan fark da atâlet olarak kabul edilmiş, cem’ ve farkın birlikte bulunması hali gerçek tevhid şeklinde yorumlanmıştır.
Cem’in en yukarı derecesi, cem’ul-cem’dir. Cem’ul cem’ bütün varlık ve yaratıkları Hakk’la görerek, birinin varlığı diğerine engel olmadan, kesrette vahdeti, vahdette kesreti müşahede etmektir. Kulun “bakâ billah” ile muttasıf olması, mahıvdan sonraki sahv, cem’den sonraki fark (fark-ı sânî) halidir. Sâlik cem’ul-cem’ halinde herşeyi hakikati üzere Hakk ile kaim görerek her hak sahibine hakkını verir. Cem’ul-cem’ cem’, ile farkın aynı anda bulunması, birbirini izlemesidir. Bu hale sahip olan kişi, eşyaya cem’ nazarıyla baktığında, gözünden fark hali büsbütün zail olmaz. Fark nazarıyla baktığında, eşyayı Hakk ile kaim görerek cem’ hali yok olmaz. Bu suretle ubûdiyyet ile rubûbiyyet arasındaki farkları görerek tevhidin gerçeğine erer. Cem’ halinde ise sâlik mâsivâdan külliyen fâni olarak Ahadiyyet mertebesine ermekte, Hakk’ın dışındaki eşya ile ilgili hislerini tamamen kaybetmekte (sekr), kendini Hakk’ın tasarrufunda kabul etmektedir. Kulluk görevlerini ifâ için de sahv haline dönmesi gerekmektedir. Bu yüzden cem’den sonraki bir hal olan ve cem’le farkı birleştiren cem’ul-cem’e “sahv-ı sânî” denir.
Fark, kulluk sıfatıyla Hakk’ı ve halkı ayrı ayrı varlıklar olarak görmektir. Tefrika ile eş anlamlı olan fark, cem’ ile birlikte kullanılır. Düşünce ve arzuların dağınık bir halde bulunması (tefrika-i hatır) demek olan fark, kulun irade ve gayretiyle ilgili olan ibadet ve çalışma gibi konuları kapsar.
Nasrâbâdî, sâlikin fark makamında Hakk’ın sıfatlarına, cem’ makamında zâtına nazar ettiğini söyler. Cem’ marifette, fark ise makam ve hal ile ilgili konularda olur. Sâlikin kulluk makamında olması fark, rubûbiyyet makamında bulunması cem’dir.
Hakk Teâlâ’nın yaratıkları kendi ilim ve iradesinde toplaması cem’ nevilere ayırarak onlara vücud vermesi farktır. Varoluş sırasında Hakk’ın zâtının varlıklarda zahir olarak vahdette kesretin meydana gelmesi “farku’l-cem” adını alır. Bu da halk âlemine inen ruhun Hakk’ın zatından uzak düşmesi ve Hakk’ın zâtının izzet perdesiyle perdelenmesi sebebiyle, Kadîm ile hadisin ayrı ayrı varlıklar olarak görülmesi şeklinde olur.
Dipnotlar: 1) Âlü İmrân, 3/18.; 2) el-Enfâl, 8/17; 3) Buhâri, Rikâk 3; 4) ibn Mâce, Mukaddime 23; 5) el-A’raf, 7/143;6)el-Bakara, 2/115