Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

CÂMİNİN İHYÂSI DİN GÖREVLİSİ ALGISININ YENİDEN İNŞÂSI

I- CÂMİNİN İHYÂSI
Yüce dînimiz, doğuşundan îtibâren mâbed ve mescidi hayâtın merkezine yerleştirerek câmi merkezli bir medeniyet oluşturmuştur. Peygamberimiz, Mekke’de putlarla dolu Kâbe’den mâbed olarak yararlanamayınca Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evini mâbed ittihâz etmişti. İlk Müslümanlarla orada buluşur, gelen vahyi paylaşır, vahyin aydınlığında onların gönüllerini îmâr eder, Mekke şirk toplumundan üzerlerine sinen şirk ve küfür tortularını arındırırdı.

I- CÂMİNİN İHYÂSI
Yüce dînimiz, doğuşundan îtibâren mâbed ve mescidi hayâtın merkezine yerleştirerek câmi merkezli bir medeniyet oluşturmuştur. Peygamberimiz, Mekke’de putlarla dolu Kâbe’den mâbed olarak yararlanamayınca Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evini mâbed ittihâz etmişti. İlk Müslümanlarla orada buluşur, gelen vahyi paylaşır, vahyin aydınlığında onların gönüllerini îmâr eder, Mekke şirk toplumundan üzerlerine sinen şirk ve küfür tortularını arındırırdı.
Hicret sırasında Kuba’da ilk mescidi, ardından Medîne’de Mescid-i Nebî’yi inşâ eden Allah Rasûlü önce dîni ve îmânı korumayı, sonra bu îmân ikliminde toplumu dönüştürmeyi ve yepyeni bir tevhîd ehli inşa etmeyi hedeflemişti. Aslında din ve îmânı korumanın başlıca üç yolu vardır:
1- Emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak,
2- Mâbed, mescid ve câmi gibi müesseseler kurup toplumu eğitip değiştirerek,
3- Din ve îmâna âid eğitim ve öğretimi yaygınlaştırarak.
Din ve îmânı müesseseler yoluyla korumanın en güzel örneği câmilerdir. Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerîm’de: “Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe îmân eden, namaz kılan ve zekât verenler îmâr eder”  buyurmakta ve müminleri mescid ve mâbed îmârına; müesseseler kurmaya teşvik etmektedir.
Mâbed ve mescidlerin îmârı biri maddî, diğeri mânevî olmak üzere iki türlü olur:
1- Maddî imâr,  mâbedlerin fizikî inşâsı, korunup bakılmasıdır. Âyetin ihtivâ ettiği mânânın içinde bu anlam da vardır. Allah Rasûlü (s.a): “Kim Allah için bir mescid binâ ederse, Allah onun için cennette bir köşk binâ eder”  buyurarak inananları mescid inşâ işine çağırmaktadır.
2- Mâbedlerin mânevî îmârı, câmi içinde dînî hizmetleri yürütecek görevliler ve câmileri dolduracak cemâat yetiştirmektir.
“Câmi mi cemâat mi?” tartışması her devirde gündeme gelmişse de genel kabûle göre aslolan, cemâattir. Cemâati olan bir din, mânen mâmûrdur. Maddî olarak mâbedini her an îmâr edebilir. Ama sâdece mâbedi kalmış, cemâati tükenmiş bir din vîrandır. Dolayısıyla âyet-i kerîmede Allah’ın mâbedlerini îmâr konusundaki teşvikin, öncelikle mânevî îmâr olduğu açıktır.
Mâbedler, Yüce Yaratıcı’nın adının îlâ edildiği ve ibâdetlerin kâmil mânâda yapıldığı mekânlardır. Bu yüzden Allah Teâlâ: “Allah’ın mescidlerinde Onun adının anılmasını yasaklayan ve onların harâb olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?”  buyurur.
Câmilerde ibâdeti engellemek ve mâbed fonksiyonunu icrâ etmesine mâni olmak ne kadar büyük bir zulümse, câmilerde görev yapacak din hadimleri yetiştirmemek ve cemâat teminine gayret göstermemek de aynı oranda bir zulümdür. Mâbedin veya herhangi bir binânın harâb olmasına çalışmak sâdece fizikî binâsını yıkmakla olmaz. Câminin içini boşaltmak, boşaltılmasına seyirci kalmak, mâbedi harâb olmaya terk etmek demektir. Nitekim içinde insanların yaşamadığı evler, içinde insan yaşayan evlerden çok daha çabuk yıpranır ve harâb olur. Mâbedler de böyledir. Cemâatin şenlendirmediği mâbed yıkılmaya terk edilmiş demektir. Bu yüzden âyette geçen “harâb olmasına çalışan” ifâdesinin içinde câmiye devamla cemâat olmayan ve cemâat bulmayan kimseler dâhildir.
Âyet ve hadislerin teşvik ettiği câmi îmâr ve inşâ emri, on beş asır boyunca coğrafyamızda, İslam’ın şeâiri/sembolleri olan câmilerin inşâsının temel sebebi olmuştur. Doğudan batıya, kuzeyden güneye her devirde yapılan ve günümüze kadar ayakta kalan câmiler, İslâm mimârisinin şâhikalarıdır.
Allah Rasûlü döneminde Mescid-i Nebî mânevî îmâr açısından bugün pek çoğu kaybolmuş fonksiyonlar icrâ etmekteydi. Mescid-i Nebî’nin ilk fonksiyonu, ibâdet mahalli oluşuydu. Yeryüzünün her tarafı namaz kılmaya elverişli kılındığı hâlde cemâatin bereketi sebebiyle mescid ve câmilerde birlikte namaz teşvik edilmiştir.
Mescid-i Nebî’nin mâbed dışındaki en önemli fonksiyonu medrese ve mekteb gibi eğitim ve öğretim merkezi olmasıydı. Allah Rasûlü, ashâbını mescidinde eğitirdi. İnen âyetlerin ışığında dînin temel değerlerini öncelikle bilgi olarak ashâbına tâlim eder, ardından bu dînin ibâdet ve ahlâk esaslarını benimseme noktasında sohbetleriyle onları yönlendirirdi. Sahâbîler, meyvelerin güneşten aldığı ısı ve enerjiyle olgunlaşması gibi Allah Rasûlü’nün sohbetinde yetişirlerdi.
Hz. Peygamber Medîne’de nübüvvet göreviyle birlikte devlet başkanlığını da yürütmekteydi. Bu yüzden bütün siyâsî, idârî ve diplomatik hizmetleri mescidde görürdü. Vâlîleri, kumandanları, vergi tahsildarlarını burada tâyin eder, kendileriyle burada görüşürdü. Dış devletlerin temsilci ve elçilerini burada kabul ederdi. Her türlü siyâsî ve idârî toplantı bu mekânda yapılırdı.
Medîne’de yaşayan Müslüman ve Yahûdi toplumları, kendi hukuk sistemlerine göre yaşıyorlarsa da her türlü adlî problemleri mescidde görüşülüp karara bağlanır, cezâî müeyyideler burada uygulanırdı. Her türlü talep ve şikâyet mescidde çözülürdü. Mescid bu yönüyle adliye gibiydi.
Ashab dünyâ ve âhirete müteallık her türlü müşkilini mescidde ya kendi aralarında ya da Allah Rasûlü ile görüşerek meşveret ederdi. Sahâbîler şahsî, âilevî ve ictimâî problemlerini burada çözerdi. Mescid bu yönüyle meşveret meclisi gibiydi.
Asr-ı saâdette evi ve yuvası olmayan sahâbîlerin barınma yeri Mescid-i Nebî’nin sofasıydı. Gerek misafir olarak gelen taşralılar, gerekse Medine’de yaşayan evsiz Müslümanlar burada barınırlardı. Özellikle ashâb-ı suffa, bu mekânın leylî/yatılı talebeleri gibiydi.
Asr-ı saâdette başka mekân olmadığı için her türlü askerî eğitim ve araştırma da orada yapılırdı. Ayrıca her tür spor faaliyetleri ile yabancı heyetlerin gösterileri Mescid-i Nebî’de izlenirdi.
Asr-ı saâdette bu şekilde dînî ve içtimâî hayâtın merkezi haline gelen câmi, İslam medeniyet tarihi boyunca bu fonksiyonunu sürdüre gelmiştir. Nitekim asr-ı saâdetten sonra kurulan ve gelişen eğitim öğretim kurumları medreseler, askeri eğitim alanları olan kışlalar, sosyal dini hayâtın parçası haline gelen tekke ve zaviyeler ile ticari hayâtın merkezi mesabesindeki bedesten, çarşı ve pazarlar, câmi merkezli olarak gelişmiştir. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı döneminde medreseler, câmilerin etrafında topluma ışık saçan kurumlar olarak örgülenmiştir. Köy, kasaba, mahalle ve şehirler câmi, mescid ve musalla merkezli kurulmuştur.
Târihî süreçte büyük câmilerin etrafında mutlaka medrese hücreleri tesisi ile erbâb-ı ilmin câmi merkezli yetiştirilmesine özen gösterilmiştir. Külliye tarzındaki câmiler, yanlarına medrese dışında açılan imâret/aşevi, kütüphane ve şifâhâneler ile hayâtın merkezinde yer almışlardır.
Mahalle ve köy câmileri de bulundukları mahalle ve köylerde hayâtın merkezi konumundadırlar. Bu yüzden bu câmilerde hizmet yürüten imam-hatipler genellikle mahalle ya da köy imamı diye anılır olmuştur.
Osmanlı döneminin sonlarına kadar devam eden bu süreç, cumhuriyet döneminde vakit vakit sistemin sıkışıp daralmasıyla doğru orantılı olarak köy ve mahalle imamlığından câmi imamlığına doğru evrilmiştir. Câmiler sadece mâbed; yâni namaz kılma mekânı, imamlar da namaz kıldırma memuru pozisyonuna düşmüştür.
1965 yılında 633 sayılı teşkilat yasasından sonra din görevlisinin devlet memurluğu özelliği pekişmiş ve câmiler sadece mâbed, imamlar da câmi imamı sayılmıştır.
1980’li yıllardan sonra câmilerde câmi dersleri adıyla Kur’an ve din bilgisi verilmeye başlanmasıyla câmilerin mâbed özelliğinin yanında dini bilgi edinme imkânı da ortaya çıkmıştır.
Geçen dönemlerde özellikle merkezi vaaz, merkezî hutbe ile din görevlilerimizin kendi cemaatleri ile diyalog kurmasına imkân kalmamıştı. Namazın dışında câmi içinde ve dışında din görevlisi ile cemâatin irtibat noktaları azalmıştı. Din görevlileri âdetâ câmiye hapsolmuş, câmi dışında faaliyet göstermelerinin yolu kapanmıştı.
Din görevlilerinin bilgi, beceri ve sosyal gelişimleri ancak cemâatle kuracakları iyi diyaloglarla mümkün olabilecek bir husustur. Haftanın belli günlerinde ve günün belli saatlerinde, cemâatiyle yüz yüze gelen ve onlara vaaz eden, ders veren bir hoca efendi, kendini yenilemek zorundadır. Böyle bir imkânı ya da zorunluluğu olmayan hoca efendiler kendilerini terk edilmiş hissederler.
13 Temmuz 2010 târihinde çıkan 6002 sayılı kanun, diyânet ve din görevlisi algısını yeniden inşâ zarûretini ortaya koymuştur. Yeni kanun câmileri ve câmi dışındaki ortamları artırmaya da imkân vermektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığınca din hizmetlerinin etkinliğini ve verimliliğini artırmak, sosyal-ahlak eksenli dindarlık anlayışını geliştirmek ve yaygınlaştırmak için hazırlanan “Din Hizmetleri Gelişim Projesi” bugün altı ilde pilot bölge olarak uygulanmaktadır.
Bu proje kapsamında câmi imamlığı yerine mahalle ve köy imamlığının yaygınlaşması hedeflenmektedir. Din görevlileri görev yaptıkları mahalle veya köyde yaşayan vatandaşlarımızın doğum, sünnet, nişan, düğün, nikâh, asker ve hacı uğurlama ya da karşılama gibi sevinçli günlerinde; hasta ziyareti, taziye, cenaze, doğal afet gibi üzüntülü anlarında ziyaretle onların sevinçlerini ve acılarını paylaşacaklardır. Sâdece câmiye gelenlerle değil, gelmeyenlerle de ilgilenmenin yolunu bulup, görev yaptığı bölgede yaşayan insanları evlerinde ve işyerlerinde ziyâret ederek onlara İslâm’ın güler yüzünü sunmaya çalışacaklardır. Ayrıca eğitim, sağlık, çevre, ekolojik denge,  doğal kaynakların korunması, zararlı alışkanlıklardan uzak durma ve kurtulma gibi konularda halkımızı dini yönden bilgilendireceklerdir.
Asr-ı saâdette çok farklı fonksiyonları icrâ eden câmilerimizin bugün bu fonksiyonların bir kısmını yeniden kazanabilmeleri üzerinde düşünmek gerekir. Özellikle hızla gelişen şehirleşme olgusu içerisinde insanların sosyal ihtiyaçlarına cevap verecek yeterli alanların ve fizîkî imkânların tesis edilememiş olması câmi mîmârisi üzerinde yeniden düşünmeyi gerekli kılmaktadır.
Kadınlarımızın sosyal hayâtın içinde yer almasıyla birlikte câmilere gitme arzu ve istekleri de yüksek seviyede hissedilir olmuştur. Kadınların erkeklere göre dînî hayâta yatkınlık ve düşkünlükleri nazara alındığında onların câmiye gelmedeki engellerin kaldırılması, fiziki şartların ve câmi mekanlarının buna göre düzenlenmesini gerekli kılmaktadır. Asr-ı ssâdette kadınların cemaatin içinde önemli bir yer tuttuğu bilinen bir husustur.
Şehir hayâtında çocuklara yönelik eğitim, oyun ve eğlence mekanları son derece sınırlıdır. Bu açıdan bakıldığında câmi içerisinde mâbedden bağımsız çocuk ve gençlerin gelebileceği, gerektiğinde sportif faaliyetlere katılabileceği (pinpon-voleybol vs.) mekanlar üretilmesi düşünülmelidir. Nitekim asr-ı saadette Mescid-i Nebî’nin birtakım folklorik ve sportif faaliyetlere sunum imkanı verdiği bilinmektedir.
Avrupa’da kreş ve çocuk yuvalarının genellikle kilise civarlarında ve onların himayesinde olduğu düşünülürse câmi çevresinde kreş ve çocuk yuvası gibi alanlar üretilmesi de sosyal hayâtın talepleri arasında yer almaktadır. Mısır ve Kuzey Afrika gibi bazı ülkelerde câmilerin yanındaki sağlık ocağı ve çocuk yuvaları ülkemizde bu düşüncenin hayâta geçirilebilmesi için bir fikir verebilir.

II- DİN GÖREVLİSİ ALGISININ YENİDEN İNŞÂSI
13 Temmuz 2010’da yürürlüğü giren yeni kanun din hizmetleri için câmilerin dışında okuma salonları açılması gibi birtakım sorumluluklar yüklemektedir. Bu sorumluluk hem câminin fonksiyonlarını arttırmayı, hem de câmi dışındaki dini ortamları geliştirmeyi hedeflemektedir. Bunu gerçekleştirecek olan ise yetişmiş insan unsurudur. Hal böyle olunca Türkiye’de yetişmiş ve topluma yararlı bir din görevlisi algısının yeniden inşâ edilmesi câminin de, câmi hizmetinin de ihyâsına zemin hazırlayacaktır. Şimdi öyleyse din görevlisi algısının yeniden inşası konusunda neler söylenebilir? Biraz da onun üzerinde duralım.
Din görevlisi, dînî hayâtı Kur’an ve sünnet çizgisinde yaşamada topluma rehberlik ile dîni temsîl hizmeti veren müftü, vâiz, imâm-hatib ve müezzin gibi sıfatlarla anılan diyânet teşkilatı mensûblarının ortak adıdır.
Bugün din hizmeti veren ve din görevliliği statüsünü ihrâz etmiş bulunanların değişen şartlardaki konumlarının farkına varmış olması ve hizmetlerini buna göre sürdürmesi esâstır. Bu açıdan konuyu iki ana başlık altında incelemenin uygun olacağını düşünüyorum.
A- Din Görevlisinin Gönül Dünyâsı
Din görevlisi nebevî bir mîrasa sâhip ve insanları Hakk’a çağırma konumundadır. Bu statü yüksek ideallere hâiz olmak demektir. Peygamberini müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderen Allah, ondan bu hizmet karşılığı hiçbir ücret beklememesini emretmektedir. Bu dünyâda karşılığı beklenmeyen, ecri ise sâdece insanların “Rabbına doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler olmaları”  olan din hizmeti, yüce bir hizmettir. Nebevî özellikleri hâiz din görevlisi iç dünyâsında şu ideal husûsiyetlere sâhip olmalıdır:
1- Sağlam bir inanç ve düzgün bir ibâdet hayâtı,
2- Mesleğin gerektirdiği bir ilmî formasyon ve kendini yenileyip geliştirme bilinci,
3- Allah ile birliktelik şuûru,
4- Adanmışlık duygusu,
5- Gönüller sultânına gönülden bağlılık,
6- Çalışmalarında hedefler belirlemek,
7- Derd sâhibi olmak ve yaptıklarını hesâba çekmek,
8- Yaptığını güzel yapmak,
9- Benlikten geçmek ve “ene”yi aşmak,
10- Zamanı iyi yönetmek,
11- Dünyâ malını gâye değil vâsıta görerek hasbî olmak.

B- Din Görevlisinin Zâhirî İmajı ya da Beşerî İlişkileri
Din görevlisi dışardan algılanışı îtibâriyle Rasûlüllah’ın üsve-i hasene  özelliğine vâris model insan konumundadır. Bu yüzden beşerî ilişkilerinde zâhirî imajı açısından karakter sâhibi olması ve şu “model” husûsiyetleri hâiz bulunması gerekir:
1- Karakter sâhibi model insan olmak,
2- Sevgi âbidesi olmak,
3- Günahkâra değil günaha kızmak,
4- Fedâkâr, cefâkâr ve özverili davranmak,
5- İnsanlarla gönülden anlaşmak ve herkesle anladığı dille konuşmak,
6- İşini emânet görerek incinmemek ve incitmemek.

III- SONUÇ
Din görevliliği bir irşâd ve ıslâh faaliyetidir. Ancak irşâd ve ıslâh için bu işi yapacak olanın “reşâd’a ermiş, salâh bulmuş” olması gerekir. Eskilerin ifâdesiyle “salâh olmadan ıslâh, reşâd olmadan irşâd olmaz.” Bu yönüyle din görevlisinin iç âleminde ve gönül dünyâsında itmînâna ermiş, takvâ ve azîmet kaygısı taşıyan bir konumda bulunması gerekir. Sâdece bilgi yoğun bir yetişme tarzının ıslâh ve irşâd için yetmediği açıktır.
İlmin/bilginin amelle; yâni değiştiren, dönüştüren sâlih amelle buluşması önem arz eder. Arapçada bir kural vardır: “Lâfızları birbirine yakın olan kelimelerin mânâları da birbirine yakındır.” İlim ile amel kelimeleri aynı harflerden oluşmaktadır. Dolayısıyla aralarında sıkı bir münâsebet vardır. İlmin i’lâma/tanıtım ve dâvete dönüşmesi amelle buluşmasına bağlıdır.
Câmi ve mescidler sâdece mâbed, din adamı da namaz kıldırma, ezân okuma ya da vaaz etme memuru değildir. Din görevliliği insanlarla birebir ilişkiyi gerekli kılan bir hizmettir. Dolayısıyla kitleye namaz kıldırmak, müezzinlik yapmak ve vaaz etmek insanları inşâ için yeterli değildir. Din görevlisi cemâatin derd, problem ve her türlü sıkıntılarıyla ilgilenmek durumundadır. Çünkü din görevliliği, sosyal ve mânevî bir liderlik demektir. Liderliğin temel şartlarından biri paylaşmak, diğeri risk almaktır.
Din görevlisinin, cemâatin problemlerini çözecek bir ilgi ve duyarlılığa sâhip olması önemli bir husustur. Bu yüzden din görevlileri yerine göre Sosyal Hizmetler Vakfı gibi vakıf ve STK yönetimlerinde görev ve sorumluluk üstlenebilirler. Böylece cemâatlerinin problemlerini çözmeye katkı sağlayabilirler.
Din görevlisi mahalle ve köyünün sosyal yapısını yakından tanımalıdır. Câmiye ibâdet için ya da ders okumaya gelenlerle irtibâtını sürdürmelidir. Özellikle çocukların ve gençlerin kendisiyle irtibâtını sürdürebileceği ortamları kollamalı, öğrencilere burslar bulmalı, küçüklere de birtakım ikrâmlarla gönüllerinde iz bırakabilmenin yollarını aramalıdır. İnsanlar üzerinde iz bırakanlar ve toplumda müessir olanlar genellikle tevâzû ve cömerdlik sâhipleridir.
Din görevlileri mütevâzı olmalı, toplumun her sınıfından, her yaştaki insanla sıcak ve alçakgönüllü bir üslûb ile diyalog kurabilmeli, yerine göre elindeki mahdud imkânı insanlarla paylaşabilmelidir. Sırasında bir çay ikrâmı bile önemli bir vesîledir. Özellikle din görevlilerinin “alan el” olmak şeklindeki yaygın ve yanlış imajının düzeltilmesi bu küçük ama yürekten ikrâmlarla ve cömerd tavırlarla mümkün olabilecektir.
Herkese maddî destek sağlayarak işini görmek ve yardımcı olmak, din görevlisinin sınırlı bütçesi içinde elbette mümkün değildir. Ama insanların problemlerini çözmek için zaman ayırarak yardımcı olmak, gönüllerinde iz bırakacak sıcak bir ilişki ve sâhiplenme duygusu çok önemlidir. Çünkü problemini çözdüğünüz insan sizindir, çözmediğiniz ya da çözemediğiniz başkalarının. Velhâsıl din görevlileri derd dinleyen, problem çözen ve insanlara zaman ayıran olmak zorundadır.
İnsanların konumlarından sürekli şikâyetçi olmasını ve bunu mutsuzluk vesîlesi görmesini psikiyatristler bir rûh sağlığı problemi olarak değerlendirir; tedâvi için “hayır terapileri” ile insanları kendilerinden çok daha zor ve dar durumda bulunan fakîr, yoksul, hasta ve bîçârelerle karşı karşıya getirmeyi önerir.  Çünkü insanoğlu sürekli daha fazlasını isteyen bir konumdadır. Din görevlisi de olsa sonuç değişmez. Ama insanların sahaya inip kendinden bin beterini görünce etkilenip hâline şükretmesi ve ona yardımcı olma duygusuna kapılması melhûzdur.
Toplumda çeşitli gurupların kendi aralarındaki ilişkilerde birtakım iletişim kazalarının yaşandığı görüle gelmektedir. Din görevlilerinin de kendi içlerindeki ast-üst ilişkilerinde benzer sıkıntılar yaşadığı gizli değildir. Ancak kendi aralarında karşılıklı samîmiyet, sevgi ve güveni yakalayamamış kimselerin başkalarına sevgi ve güven aşılamasının zor olacağı îzâhtan vârestedir.
Câmiamız içerisindeki birtakım olumsuzlukları gidermek üzere: “Tevhîd-i efâl tevhîd-i kulûbe vâbestedir.” Yâni aynı işleri yapanların yürekleri bütünleşir, kuralından yararlanarak mensûblarımızın birlikteliklerini ve paylaşım noktalarını arttırmak gerekir. Müftülüklerimizdeki aylık toplantılar yeterli olmamaktadır. Bunlara ilaveten çeşitli sosyal etkinlikler, âilelerin de katılacağı gezi ve piknik programları, personelin daha iyi kaynaşmasına vesîle olabilir.
Bugün din görevlisinin hem kendi kendisini, hem de toplumun kendisini algısı ayrı ayrı önem arz etmektedir. Yaygın bir algı olan: “Sen hocanın yaptığını değil, söylediğini yap!” imajı son derece yaralayıcıdır. Bu deyim ilk ortaya çıktığında din görevlisinin insanlara ruhsat yolunu gösterip kendisi azîmeti tercih eden kimse olduğu anlamınaydı. İnsanlar azîmete güç yetiremeyeceğinden bu sözde hocanın yaptığını değil söylediğini tutmak önerilmişti. Bugün “hocalar söylerler ama davranışlarıyla bunu uygulamazlar” anlamında kullanılan bu algının düzeltilmesi için yapılması gereken şeyler vardır:
1- Din görevlileri liderlik vasfı olan insanlar arasından seçilip idealize edilerek iç dünyâlarında ideal, dış dünyâlarında model konuma hazırlanmalıdır.
2- Din görevliliğinin sosyal ve ekonomik statüsü özendirici konuma çıkarılmalıdır.
3- Din görevlilerinden din hizmetlerinde; cemâati çoğaltmak, cemâatin kalitesini artırmak gibi konularda önlerine hedefler koyarak bu hedeflere ulaşanlar ödüllendirilmelidir.
4- Din görevliliğinin müeyyidesinin bulunmadığı; tek müeyyidenin gönüllere girmekten ibâret olduğu gerçeğinden hareketle din görevlilerine, gönüllere hulûl etmenin yolu öğretilmelidir.
5- Din görevlilerinin gönül adamlığı vasfını kazanması konusunda tasavvufî eserlerden ve bu kültüre âid birikimden istifâde yolları aranmalıdır.