Altınoluk Dergisi, 1999 – Agustos, Sayı: 162, Sayfa: 017
“Allah güzeldir ve güzeli sever” (Müslim, Îman, 147; İbn Mâce, duâ, 10; İbn Hanbel, IV, 123, 124, 151) buyuruyor Sevgili Peygamberimiz. Bu alemde insanın görevi hüsn-i mutlak tabir edilen ilahi güzellikleri görebilmektir. Gözler o ilahi güzelliklerle aydınlanır, gönüller o güzelliklerle nurlanır. Bu alemde cari ilahı sıfatlardan biri cemal, diğeri celal. İyilik, güzellik, iman, aydınlık, cennet ve gündüz cemalin eseri; kötülük, çirkinlik, karanlık, küfür, cehennem ve gece celalinin eseridir. Arif kişi celal içinde cemali arar.
O, Hakk’ın cemal sıfatına mazhar bir güzel insandı. Hem surette, hem sirette güzeldi. Hali, kaali ve ahlakı ile mükemmeldi. Yaradanına açık gönlünde, bütün yaratılmışlara yer vardı. Nebatattan hayvanata, oradan insanlara ulaşan bir sevgiydi bu. Her türlü güzelliğin çiçek açtığı gönlünde çiçeklerin ve güzellik timsali güllerin ayrı bir yeri vardı. Onları şefkatle seyreder, sevgi ile büyütürdü. Evinin bahçesindeki kediler ve köpekler bile ayrı bir şefkate mazhardı. Birbirlerinin hasmı olan bu iki cins, ondan gördükleri şefkatle husumeti unutmuşlar, adeta kardeş olmuşlardı. Kedi ile köpeğin onun bahçesinde birbirlerini yaladıklarını çok görmüşüzdür.
20 Aralık 1970’de tanıdım onu. Elli yaşını biraz geçmişti henüz. Ağarmaya yüz tutmuş sakalları, mütebessim çehresine adeta yüreğinin akını yansıtır gibiydi. Keskin ve canlı bakışlı gözlerinden saçılan ziya, yüzünün güzelliğiyle bütünleşince, insana: “İşte insana Allah’ı hatırlatan çehre!” (İbn Mâce, zühd, 4) dedirtirdi adeta. Kur’an ikliminde aydınlanmış bir gönül, Muhammedi muhabbetle nurlanmış bir yüz. Ben henüz on sekiz yaşında o günkü adıyla Yüksek İslam Enstitüsü, bugünkü adıyla M.Ü. İlahiyat Fakültesi birinci sınıf talebesiydim onu tanıdığımda. İlk görüşmemizde Kur’an sevdasının bir tezahürü olarak bana: “Hafız mısınız?”diye sormuş, “maalesef değilim” deyince “Ama olabilirsiniz” diye yüreklendirmişti. Ben hafız olamadım ama içimde onun eksiklik ve burukluğunu hep hissettim.
Mensubu bulunduğu Topbaş ailesinin Kur’an hizmetleri herkesin malumu. Kayınpederi H. Fahri Kiğılı da bir ticaret adamı olarak başladığı hayat mücadelesini Kur’an hadimi bir hoca efendi olarak sürdürüp noktalamış. Muhtereme hayat arkadaşı Feride Hanımefendi de ilk çocuğundan sonra büyük bir azimle hafız olmuştu. Bu yüzden onun gönlünde Kur’an sevdası daima diri kalmıştı. Gerek Sultantepe’deki evinde, gerekse Unkapanı’ndaki işyerinde sohbet, gelir Kur’an ve İslam hizmetinde yoğunlaşırdı. Kur’an’ı okuma ve ezberleme hizmetine gösterdiği bu titizliği, onu anlama ve hayatını onunla kuşanmada da göstermiştir.
Yaz tatillerinde Unkapanı’ndaki yazıhanelerinde mahdumu Osman Topbaş Bey’in maiyyetinde çalıştığım yıllarda salı ve perşembe günleri mağazaya gelirdi. Onun geldiği günler ayrı güzellikler yaşanırdı orada. Çünkü onun gelişini vesile bilen pek çok seveni ile orası şenlenirdi. O yıllarda bu beraberlikler sırasında kendilerinden İslami ve insani güzellikler adına çok şey gördüm, ama öğrenemedim. Nezaket, nezahet, ciddiyet, vakar ve tevazu onun ilk nazarda görülüveren özellikleriydi. Daha yakın sohbetlerinde ise onun merhametine, şefkatine ve bunlara bağlı olarak engin sehavetine şahit olurdunuz. İslam’ın ciddiyet ve disiplin boyutu onun hayatında son noktasına kadar mevcuttu. Çok zarif ve şık giyinirdi. Bu şıklık ve zarafet içerisinde İslami ve insani güzellikler insanı daha bir derinden kuşatırdı. Onun bu halinde Hz. Peygamber’in “Hayr’ı yüzü güzel olanların nezdinde arayın.” (bk. Keşfu’l-hafâ, I, 136) hadisini tedâî ettiriyordu.Güzel yüzünden ve güzel halinden hep güzellikler nümâyan olduğu için rahat ve kolay başvurulan, bir müracaat insanıydı.
Vakte riayet ve zamanın kıymetini takdir noktasındaki titizliği dostlarının yakından bildiği önemli bir özelliğiydi. Randevusuna geç geldiği veya erken gittiği görülmemiştir.
İnsanın başarıya ulaşması için sadece işine yoğunlaşıp başka şeylere dağılmamasının gereğini ondan öğrenmiştim. O yıllarda Yüksek İslam Enstitüsü talebelerinin lise diploması ile bir başka fakülteye devam etmeleri yaygın bir adetti. Aynı yolu izleyerek bir başka fakülteye daha kayıt yaptırmayı düşündüğümü söylediğimde “hizmet için bulunduğunuz mektebe teksif olun” demişti. Dolayısıyla akademik çalışmaya yönelişimde onun bu tavsiyesinin payı büyüktür. Yüksek tahsilimi tamamladıktan sonra evliliğim onun delalet ve himmetiyle olmuştu. Bize evini, bahçesini ve en önemlisi gönlünü açmıştı.
Her türlü insanı durumlarına göre şefkat ikliminden nasibdar ederdi. Onun meclisinde bulunanlar kendilerine gösterilen iltifat ve şefkat sebebiyle en çok kendini sevdiği duygusu kapılırlardı.
Gençlik yıllarında bir süre hat sanatıyla meşgul olmuştu. Hattat Hamid Aytaç’tan meşketti. Bu ilgi onun güzellik arayışının bir tezahürüydü. Ancak daha sonra tasavvufi bir yaklaşımla güzeller güzeline açılan yolu bulunca, gönlünü meşgul eder düşüncesiyle o güne kadar biriktirdiği hat kolleksiyonunu sevdiklerine hediye ederek dağıtmıştı.
Kendisi başlı başına bir müessese ve vakıf gibiydi. Hayır hizmetlerinin her türü için ayrılmış fonu vardı. Kitap, yetimler, hastalar, cami ve okul yapımı için ayrılmış tahsisatı bulunurdu. Bu fonlardan her birini bir seveni vasıtasıyla yürütür ve kendisi de kontrol ederdi. Kitap fonunu kitap almaya mali gücü olmayan, okumaya meraklı kişilerle pek çok insanın istifade edebileceği kütüphaneler için kullandırırdı. Yetimler fonunu ebeveyninden birini kaybetmiş okumaya istidatlı, bilhassa hafız gençler için tahsis ederdi. Nitekim Bosna Hersek zulmünün devam ettiği günlerde bu savaşta ebeveynlerini kaybeden Boşnak çocukları için bir yetimler yurdu tesisine öncülük etmiş, ancak bürokratik engeller sebebiyle bu yetimler Türkiye’ye getirilememişti.
Hasta ve ilaç fonunu ise hastanelerde parası olmayan hastalara ilaç, ameliyat ve tedavi masraflarına katkıda bulunmak üzere sarfettirirdi. Cami ve okul inşaatı için de özel bir fonu bulunur, bunu da camii ve imam hatip okulu bulunmayan yer ve yöreler için ayırırdı.
Hastalar ve yaşlılar onun merhametini en çok celbeden kesimdi. On yıl kadar önce evlerinden ve yuvalarından olmuş yaşlı ihtiyarlar için: “Bunlar haklarında Allah’ın üff bile demeyin buyurduğu kimselerdir.” aslında bunları evlerimizde barındırmalıyız. Madem bunu yapamıyoruz öyleyse onlara yuva sıcaklığında hizmet verecek huzur yurtları kurmalıyız, demiş ve Hüdayi Vakfına bağlı olarak tesis olunan huzur yurdunun kuruluş masraflarını bizzat kendisi ve yeğenleri karşılamıştı. Uzun zamandan beri yoksul hastalar için bir poliklinik ve bir hastane açarak ve onların acılarını paylaşmak arzusundaydı. Bir kaç yıl önce polikliğin açılışında onun yüzündeki mutluluk ve heyecan herkesi sevindirmişti. Polikliniğin hizmetlerini takib için zaman zaman ziyârete gelmesi ve hizmetleri görmesi ona hazz veriyordu.
İnsanların gençlik çağlarından itibaren güzel alışkanlıklar kazanmasına özen gösterirdi. On yıl kadar önce Topbaş âilesinin çocukları için bir özel eğitim başlatmış ve onlara harçlıklarından infâk ve hediye için mutlaka pay ayırmalarını söylemişti. Hattâ onların böyle bir defter tutmalarını ve harçlıklarının ne kadarını infâka ayırdıklarını yazıp kendilerine göstermelerine çocuk rûhunun anlayıp algılayacağı bir üslûpla öğretmeye çalışırdı.
Onun şefkat ve merhameti sessiz ve derinden her türlü ehl-i derde ulaşırdı. Şairin dediği gibi: “Dert çok, hemdert yok, düşmen kavi, tali’ zebun.” düşmanın zalim, derdin çok ve talihin yaver gitmediği zor zamanlarda onun şefkat eli Hızır gibi yetişirdi. Hem de adını vermeyen isimsiz bir kahraman olarak. Daha yakın dönemlerde Bosna sancısını, Çeçenistan sıkıntısını, Kosova sızısını, Afganistan ıstırabını ve Filistin acısını yüreğinde hissedip himmetini dirığ etmeyen oydu.
Endonezya’da ekonomik sıkıntıyı istismar eden batılı bazı devletlerin misyonerler aracılığıyla oralara girmesi ve kiliseler inşa ederek hristiyanlığı yaymaya çalışması sözkonusu olduğunda “Şimdi dil bilen insanlar olsa da oralara gönderilebilse..” diyerek teessürünü ifade etmişti.
Yaptığı hizmetlerin faili imiş gibi görünmesinden rahatsız olur, maslahat gereği kendisi ile alakalı bir şey anlatacağı zaman daha çok meçhul sigası kullanırdı. “..şöyle şöyle yapıldı, filan yere gidildi” gibi.
Her yerin ve her yörenin insanlarının dertleriyle ilgilenirdi. 1986 yılında Mısır’a gitmek üzere umreye gitmiş ve kendisini o yıllarda ikamet ettiği Medine’de ziyaret etmiştim. Tam o günlerde Mısır emniyet teşkilatında meydana gelen ufak çaplı bir kargaşa, dış basına da yansımıştı. Bu haber üzerine ortalık düzelinceye kadar bizi Kahire’ye gitmeme konusunda uyardı. Biz de bu nasihata uyarak Mekke ve Medine’de yaklaşık bir ay kadar kaldık. Ortam sakinleşip durum normale avdet edince Mısır’a gitmek üzere yola çıkarken kendisini ziyaret ettiğimizde büyükçe bir meblağı vererek bunu Mısır’da okuyan çalışkan ve imkanı kıt gençlere dağıtmamızı istemişti.
Son yıllarda Ruhu’l-beyan tefsirinin Türkçe’ye tercemesi konusundaki teşvikleri hayli yoğundu. Fakat hiç olmazsa bir cildinin neşrinin kendisine yetişmemiş olması bizi cidden üzmüştür. Niyazımız odur ki onun vasiyeti saydığımız ve vicdanen kendisine borçlu hissettiğimiz bu hizmeti tamamlamayı Cenab-ı Hakk bize nasib etsin.
Rûhu şâd olsun!…