Altınoluk Dergisi, 2000 – Mart, Sayı: 169, Sayfa: 016
Adına ister bilgi ve terbiye diyelim, isterse eğitim ve öğretim; insan kişiliğinin teşekkülünde öğrenip bilgi sahibi olmak kadar terbiye ve tezkiye ile eğitmenin çok büyük önemi vardır. Kuran’da peygamberlerin vazifelerini anlatan ayetlerde “kitabı öğretmek” ibaresiyle öğretim ve bilgiye, “tezkiye” lafzıyla da terbiye ve eğitime işaret edilmiştir. Eski kültürümüzde ikisine birden talim ve terbiye denirdi. Bugün ise eğitim ve öğretim deniliyor.
İnsanın yetişmesinde etkili olan her alanda öğretim ile eğitimin beraber bulunması tabîdir. Ancak söz konusu olan dînî hayat ve İslami duyarlılık ise arada bilgi ve terbiyenin birlikteliği zaruridir.
Yavan ve kuru bilgi kişiliklerin teşekkülüne yetmiyor; insanlar bilgiyi özümsemek ve örnekle yüreklerine sindirip kendilerine mal etmek ihtiyacındalar. Dînî terbiye insanın içinde yaşadığı toplum tarafından doğuşta çevresinde hazır bulduğu manevi değerlerin kendisine sevdirilip benimsetilmesi; baskı ve zorlamaya mahal kalmadan özümsetilmesidir. Dînî ve mânevî terbiye, insanlara dinin yine insan eliyle bir kültür ve medeniyet mirası olarak intikalidir. Nesillerin bu mirasa gereği gibi sahip olabilmesi için dînî terbiyenin şartlarına uygun biçimde verilmesi gerekmektedir.
Terbiye denilen şey insanlara öğretim yoluyla kazandırılan bilgilerin “hal” diye anılan manevi olguya dönüştürülmesi çalışmasıdır. Bir başka ifade ile “kal”i “hal”e tebdil etmek; önce bilip ardından yaşamaktır.
Din bilgiden ziyade bir sevgi işidir. Sevginin temelinde ilgi ve yöneliş vardır. İnsanların fıtratlarında yüce yaratıcıya ve mutlak güce bir yöneliş, dînî hayata tabîî bir ilgi vardır. Ancak bu ilginin sevgiye dönüşmesi ve bilgi ile beslenmesi esastır. Dînî hayata bilgi boyutu ihmal edilmiş bir ilgiyle yönelmek, ham softalıkları; sevgi boyutu ihmal edilmiş kuru bir bilgiyle yönelmek, ruhsuz bir dindarlığı doğurur. İnsanın aradığı ikisi de değildir. Ne bilgiden mahrum cahilane bir ilgi, ne de sevgiden ve heyecandan yoksun kuru bir bilgi. Sevginin de bilginin de yerli yerine oturduğu güçlü bir İslami kişilik ve kimlik. Çünkü din tene ve bedene mutluluk ve bolluk getirme dâvâsı değil, aksine rûhu ve rûhun inceliklerini tene, bedene ve hayata hakim kılmaktır. Kâinât kitabını okuyarak, yaratıklarda yüce Yaratıcının eserini görmek ve yaratılanı Yaratanından ötürü sevmektir.
Tarih boyunca insanlığın gönlünü fethedenler, gönüllere seslenenlerdir. Nitekim Hz. Mevlânâ bu gerçeği: “Benim nefesim âlemde ne canlar yakmıştır. Benim fânî sözlerimden ne bakalar coşup zuhûr etmiştir. Kulaklar benim sözlerimin ancak dışını anlıyor, özümden kopup gelen feryatları kim anlayacak?”
“Benden asırlarca sonra bu sözler Yusuf kıssası gibi meşhur olacaktır. Çünkü gönül toprak altında çürümez. Ben bunu gönülden söyledim bir et parçası olan ciğerden değil.”
Dinin alanını pozitif ilim ile felsefeden ayırmak gerekiyor. Pozitif ilim eşyayı, duygu ve deneylerle tanıtırken, felsefe aklın verilerine doğru kanat açıyor. Aklın sınır kalıpları içinde metafizik meselelere ve bir takım problemlere çözüm arıyor. Dinin dünyası ise vahye dayalı bir aşk, coşku ve ilham pınarıdır. Din elbette duyularla aklı reddetmiyor, aklı dînî hayata düzen sağlayıcı dış unsur olarak görüyor. Duyular ve akıl insanı ne kendi özüne, ne de dînin özüne götürebilir. Din aşkın eseridir. Aşkın olmadığı yerde tahkik değil, ancak taklîd olabilir. Akıl bir fener, aşk ise güneştir. Aşk güneşi doğuncaya kadar akıl feneri lazımdır. Aşk güneşi doğunca ise fenere ihtiyaç kalmaz. Dînî ve mânevî güzelliklerin terbiye boyutuyla özümsenerek toplumu kuşatması, sevginin güneş misali zuhûruyla mümkündür.
Kur’an hakyola hikmet ve güzel nasihatla çağırmayı emrediyor. Hz. Peygamber müjdelemeyi emrediyor. Hatta Kuran Firavun’a bile “kavl-i leyyin” ile yumuşak ve tatlı dille hitap etmeyi istiyor.
Cihâd kavramından yola çıkıp İslamın terbiye ve teblîğ anlayışını saldırganlık gibi göstermeye kimsenin hakkı yok. Çünkü cihad: “İslamla insan arasındaki engelleri kaldırmaktır;” yani İslam’ın güzel ve şefkatli dünyasını insanlara ulaştırmaktır. Kan ve nefret değil, gönülden gayretle bir güzellik taşımaktır. Çünkü cihâd kelimesi, cehd ve cühd kökünden gelmektedir. Cehd ve cühd ise bir dava ve ideal için bedenî, zihnî ve kalbî gayret ve çabalardır. Bunları görmeden işe kanla başlamak veya bu işe kan bulaştırmak elbette kimsenin hakkı ve haddi olamaz.
Aslında tasavvuf da bu anlamda bir cihâddır. Orada da aslolan, “insanla ihsan arasındaki engelleri kaldırmaktır.” Çünkü ihsan Allah’ı görüyormuşcasına kulluktur. Temeli bu olan bir hüsn ve cemal arayışı nasıl kan kokabilir?
Mânevî ve dînî terbiye insanları cehâletten kurtarıp bilginin aydınlığına ulaştırmaktır. İyiye, güzele doğru hedeflere yöneltmek için gerekli kaideleri göstermek ve bu hedefleri engelleyen sebepleri ortadan kaldırıp âhiret saâdetini kazandıracak davranışlar kazandırmaktır.
Terbiyeden gaye, insanlarda fıtrî olan behîmî duyguları dizginleyip disiplin altına almak ve çeşitli ihtirasların insanları ahlaksızlığa sevk etmesini önlemektir. İnsanın kemal sıfatlarını geliştirip nâkıs özelliklerini azaltmaktır.
İnsan kendisine ihsan edilen kabiliyetleri dış tesirlerin etkisi olmadan geliştiremediği gibi, yüce yaratıcı ile ilgili bilgileri de dış amiller olmadan geliştiremez. Terbiye insanda fıtrî olarak mevcûd bulunan kabiliyetleri ortaya çıkarıp geliştirmeye yardımcı olur.
Din aşkı, din uğrunda fedakarlık gibi güzel hasletler, dînî hisse sâhip olanlarda bulunur. Nitekim şairin: “Usanmaz kendini insan bilen Hakk’a hizmetten” sözü bu mânâyadır. Dînî terbiye insana ilâhî aşkı hazırlayan yolu gösterir ve insana bunu elde etmenin şekil ve yollarını öğreterek eğitir.
İnsan, fıtratına dindarlık meyli konulmuş bir varlıktır. İnsanın bu özelliği bütün ilim ve fen adamları tarafından da kabûl ve itirâf edilmektedir. Nitekim Paskal der ki: “İnsan rûhu biliyor ki, Allah olmazsa herşey tereddî eder ve bozulur. O olmazsa cismânî meselelerde şehvet, mânevî meselelerde tecessüs, hikmette de gurûr hâkim olur. İnsan rûhu biliyor ki hikmet -ki ancak Allah’tan gelebilir- hâdiselere O’nun irâdesini ızhâr ettiği yönde intibâk etmektedir. Çünkü Allah’ın istediği her şey iyidir. İnsan rûhu biliyor ki hayrımız ve saadetimiz ne dışımızda ne de içimizde; ancak Allah’a imandadır. İnsan ruhu bu varlıktan O’nu tanımayı ve O’na hizmet etmeyi, O’ndan başka bir şeyi sevmemeyi kendisine öğretmesini istiyor.” (Jacques Chevalier, Paskal, Çev. M. Toprak, s.74)
Tolstoy da şunları söyler: “Eğer Allah ve ebedî hayat olmasa dünyanın sonsuz elem ve ıstıraplarına karşı insanlar kâinâtı ve doğdukları günleri lânetle yâd etmeye mecbûr kalırlardı.” (Akseki, A. Hamdi, İslam, s.81)
İnsanı hayata bağlayan veya hayatı anlamlı kılan Allah inancı ile ebedî hayat tutkusudur. Bu da inanç, bilgi ve terbiye işidir. Bu konuda sadece bilginin aksiyoner bir değeri ve kişilik donanımında önemli bir etkisi yoktur. Mânevî terbiye insana rûhî ve içtimâî pek çok yararlar sağlar. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Dînî terbiye insana önce kendini, ardından Rabbını tanıtır. Kuran’ın ilk ayetindeki: “Yaratan Rabbının adıyla oku!” emri bilgi yolunu ve Rabbi bilme yöntemini açık ifadelerle ortaya koyuyor. Bu ayetin kapsamında bilgi var, yaratıcı var ve yaratılan insan var. Onlar arasında kulluk ilişkisi var. Bu tip ilişki ve buna âid bir terbiye insana evrendeki yerini gösteriyor.
2- Dînî terbiye ferdî hayatı düzene koyarak kafaların ve gönüllerin itmînâna ermesini ve dünyanın anlamlı hale gelmesini sağlar. Dînî terbiye sâyesinde insan zamanı düzenli kullanmasını; Allah ile, insanlarla ve tüm yaratıklarla ilişkilerinin hangi seviyede olacağını, bilgiden de öte eylem ve hal olarak öğrenir. Ferdleri düzenli bir hayatı benimseyen toplumların düzenleri de sağlıklı olur.
3- Din ferde de, topluma da iyiyi, doğruyu ve güzeli telkin eder; ona ulaşmanın yollarını kolaylaştırır. Ferdî hayat toplum hayatının önüne, toplumsal değerler ve kurallar da ferdin varlık ve değerlerinin önüne geçmemelidir. Değilse birinin mutluluğu diğerini gölgede bırakabilir. Ne ferd topluma, ne de toplum ferde fedâ edilmemelidir. Bu anlayışı en iyi sağlayan dînî şuurla verilen mânevî terbiyedir.
4- Dînî terbiye toplumun bütün kurumlarıyla belli ölçüde bütünleştirerek verildiği takdirde cemiyette sosyal adâletin gerçekleşmesi, içtimâî değerlerin yerleşmesi gibi konularda etkili olacak ve toplum değerlerinin reddettiği şeylerin yapılmasına fırsat vermeyecektir.
5- Toplumda yaşayan herkes, günün her saatinde çeşitli problemlerle karşı karşıyadır. Geçimsiz bir eş, itaatsiz çocuklar, geçim sıkıntıları, sağlık problemleri insanların iç dünyasını devamlı surette elem ve acılara boğmaktadır. İnsan fıtratında ise elem ve acılardan kaçıp sevinç ve hazlara koşma tutkusu vardır. Elemlerin hazza dönüşmesi veya tesirini azaltması, iç dünyamızın mânevî telkîn ve terbiye ile güçlendirilmesine bağlıdır. İman insana bu tür sıkıntılara karşı tahammül gücü vererek elemleri azaltır. Hatta zamanla elemlerin verdiği acılar, karşılığında alınacak ecir düşünülerek, hazza dönüşebilir. Olayların sonsuz kudret sahibinin irâdesiyle meydana geldiğine inanan insan, ruhunda sonsuz bir dayanma gücü hisseder ve çevresindeki menfi şartlara rağmen kurtuluş çareleri bulabilir.
6- Dînî terbiye sırasında din ile ilmin birbirleriyle çatışmadıkları söylenerek ilmin dînî esaslara ters düşmediği noktasından hareket edilirse ruh sağlığı açısından daha iyi seviyede insanlar yetiştirilmiş olur.
İlim ve din birbirleriyle çatışan değil, birbirlerini destekleyen değerler mecmûasıdır. Ancak bir takım insanların yanlış ve yersiz değerlendirmeleri, zaman zaman bu iki kurumu karşı karşıya getirmiştir. İlim ve din aynı kulvarda koşan iki süvari değildir. Zaman zaman yolları kesişse de alanları ve yöntemleri farklı iki ayrı vakıadır. 19. Yüzyılın pozitivizmi dîni mahkûm etmeye ve toplum hayatından tard etmeye çalışmışsa da muvaffak olamamıştır. Öyleyse ilim ve din bu çatışmayı bırakmalı ve her ikisi de insanlık için kendi yolunda hizmetini ifa etmeye devam etmelidir.
İlmin olduğu gibi devletin de din ile ilişkilerini özellikle günümüz şartları itibarı ile gözden geçirmenin uygun olduğu kanaatindeyiz. Din bir vâkıa, dînî terbiye de bir ihtiyaçsa bunun asıl kaynaklarından doğru biçimde öğrenilmesine; ona uygun eğitim alınmasına imkân sağlanması da devletin görevi olmalıdır. Devlet, “daha az din eğitimi” anlayışı yerine “daha sağlıklı bir din eğitimi ve öğretimi” zemini oluşturmalıdır. Laikliğin anlamı da bu olsa gerek. İnanan ve isteyen insanların dînî açlıklarını meşru ve yasal ortamlarda ve devletin kontrolündeki eğitim kurumlarında karşılamasından daha tabiî ne olabilir ki?