Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Belaya Bedenle Değil Gönülle Sabredilir

Altınoluk Dergisi, 1988 – Ekim, Sayı: 032, Sayfa: 034

Son derece güzel yüzlüydü. Hatta Nûrî lakabını alması bu yüzdendi. Anlatıldığına göre Şünüziyye camiine geldiği zaman, onun geldiği fark edilir, herkes yüzündeki secde parlaklığına hayran kalırdı. Bu sebeple ona, nurlu ve güzel anlamına “Nûri” adı verildi.

MÜCAHEDE VE İSAR

Nûrî’nin yolu mücahede esasına dayalı, nefse müsamahayı terk usulüne bağlıydı. Tasavvuf’u şöyle tanımlardı: “Tasavvuf ne bir takım törenlerdir, ne de bilgiler manzumesidir. Tasavvuf ahlaktır.” Bir başka zamanda tasavvufu: “Nefsin her türlü hazzını terk etmek” diye tarif etmişti.

“İsâr” anlayışını benimseyen ve bu sıfatla meşhur olanlardandı. O’na göre gerçek îsâr, arkadaşın hakkına riayet, arkadaşın rahatı için güçlüğü tercih etmekti. Tasavvufun ince ruh dünyasını kavrayamayan devrin veziri Gulam Halil, süfîlere karşı düşmanlığını açığa vurarak Nûrî, Rakkam, Ebü Hamza, Cüneyd ve Şibiî’yi idam talebiyle Halifeye şikayet etti. Halife, ağır ithamlarla kendisine şikayet edilen bu süfîlerin derhal huzuruna celb edilmelerini emretti.

Cüneyd, fıkıh bilgisi ve ikna gücüyle kendini savundu ve kurtuldu. Ebü Hamza, Rakkam ve Nûrî’nin ise idamına ferman çıktı. Cellad boyunlarını vurmak üzere onları sıraya dizdi. İlk sıra Rakkam’ındı. Nürî yerinden fırlayarak sevinç ve heyecanla cellada boynunu uzatıp:

Önce benim boynumu vur, dedi. Cellad:

Sıranı bekle, hem kılıç o kadar merak edilecek bir şey değildir, deyince:

Benim yolum îsâr ve fedakarlık tarîkidir. İnsan için en aziz şey, candır. Ben kardeşlerimin canının benden bir kaç dakika sonra çıkmasını ve onların soluklanacak bir zamana sahip olmalarını istiyorum. Çünkü dünya hizmet yeri, ahiret kurbet mahallidir, dedi. Bu sözleri duyan celladın eli, onun boynunu vurmaya varmadı. Durum Halîfe’ye haber verildi. Halîfe, Nürî’nin bu sözlerini düyunca ölüm fermanım durdurdu. Durumu tetkik için de devrin baş kadısı Abbas bin Ali’yi görevlendirdi. Baş kadı yaptığı soruşturma sonucu Halîfe’ye şu mesajı gönderdi: “Eğer bunlar mülhid iseler, yeryüzünde hiç tevhid ehli kalmamıştır.”

Nurî, herşeyi Allah ile kaim görmek demek olan “cem” halini yaşayan ve bu konuda söz söyleyen süfîlerdendi: “Hakk ile cem” halinde bulunmak masivadan ayrı olmaktır (fark). Masivadan fark halinde olmak, “Hakk ile cem” halinde olmaktır. Himmetini Allah Teâlâya teksif eden masiva şaibesinden kurtulur.”Hakk’ın cemali, onun gözünü ve gönlünü doldurmuştu. Bu yüzden ma’rifet-i ilahiyye’ye ereli beri hiçbir şeye arzu duymadığım gibi içinde bulunduğum halin güzelliği yanında ikinci bir güzellik görmedim” derdi.

O’nun anlayışına göre ma’rifet sahibi kimselerin işlediği günahtan sonra çarptırılacağı ilahî ceza, Allah’ı zikirden mahrum bırakılmaktı.

EMR Bİ’L-MARUF

Emr bi’l-ma’ruf konusunda son derece duyarlıydı. Bir gün yolda şarap kadehleri taşıyan biriyle karşılaştı. Derhal kadehleri parçaladı. Adam davacı oldu. Halîfe Mu’tezıd Nuri’yi huzuruna çağırıp sordu:

Sen necisin de bunları kırıyorsun? Nürî:

Ben muhtesibim (zabıta memuruyum), dedi. Halîfe:

Seni kim tayin etti bu göreve, dedi ve ağır laflar söyledi. Nürî bu olay üzerine Bağdat’ı terk etti. Basra’ya gitti. Halîfe Mu’tezid ölünceye kadar orada yaşadı.

AZ BULUNAN İKİ ŞEY

Asrının insanlarına bakar ve şöyle derdi: “Zamanımızda çok değerli, fakat çok az bulunan iki zümre var:

İlmiyle amel eden alimler ve hakikati söyleyen arifler.”

Şiblî anlatıyor:

Bir gün Nuri’nin yanında bulunuyordum; o murakabeye vardı. Öylesine dalmıştı ki vücudunun bir tek kılı bile kımıldamıyordu. Murakabesinden sonra sordum:

Bu murakabeyi kimden öğrendin?

Fare deliğinde vaziyet alıp hiç kıpırdamadan dört gözle avını gözleyen kediden, dedi.

DÜNYAYI VERİP AHİRETİ İSTEDİK

Bağdat çarşısında bir yangın çıktı. Her taraf cayır cayır yanıyordu. Bu arada, köle olan iki Rum çocuğunun bulunduğu yeri de ateş sarmıştı. Çocukların ateşten kaçıp kurtulabilecek halleri yoktu. Bu çocukların efendileri şöyle bağrışıyordu:

” Bu çocukları kurtarana bin tane Mağrip altını vereceğim!” Hiç kimse onlara yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Nûrî çıkageldi ve Rum çocuklarının feryadını duyunca besmele çekip ateşin içine daldı. Ve bu iki yavruyu sağ salim çıkardı. Çocukların sahibi bin adet altını getirip Nuri’nin önüne döktü. Nûrî şöyle konuştu:

Bunları al götür ve Allah’a şükret! Bize verilen bu mertebe kimseden bir şey almadığımız içindir. Biz dünyayı verip ahirete talip olanlardanız.

CÜNEYD HASTALANINCA

Rivayete göre Nûrî, hastalanınca Cüneyd onu ziyarete geldi. Hediyye olarak da çiçek ve meyve getirdi. Bir müddet sonra da Cüneyd hastalandı. Nuri bütün ihvanını toplayıp onu ziyarete vardı. Ziyaret sırasında ihvanına:

Şimdi herkes Cüneyd’in hastalığından birazını üzerine alacak ve o da böylece sıhhat bulacak, dedi. Oradakiler:

Tamam baş üstüne, dediler. Cüneyd derhal ayağa kalktı. Nûrî ona dönüp:

Bizim hastalığımızda da siz böyle yaparsınız. Çiçek ve meyve ile ziyaret ederek değil, dedi.

SORULAR-CEVAPLAR

Sordular:

Ubûdiyyet nedir?

Rubûbiyeti müşahede etmektir. Hakk’ın azamet ve kudretini görmektir.

Vecd nedir? diye soranlara:

Vecd, sırda meydana gelen bir kıvılcımdır. Şevkten zuhur eder. Bu yüzden vecd anında uzuvlar ya zevkten, ya hüzünden sallanır.

Bir defasında Tasavvufu: “Hürriyet, civanmertlik, külfeti terk ve cömertlik” olarak tarif etmiş, “Tasavvuf dünyaya düşman, Allah’a dost olmaktır”, demişti.

BELAYA GÖNÜLLE DİRENİLİR

Şöyle anlatıyor:

Bir gün kırbaçla dövülen bir ihtiyar gördüm. Hiç sızlanmadan, sabırsızlık göstermeden soğukkanlı bir tavırla mukabele ediyordu. Nihayet adamcağızı hapse atmışlar. Ziyaretine varıp sordum:

Bu yaşlı, bitkin haline rağmen o kırbaçlara nasıl dayandın?

Oğlum, belalara bedenle değil, gönüldeki himmet ve tahammülle sabredilir, dedi.

Sabır nedir sana göre? dedim

Belaya girdiğin zamanki halinle, çıktığın andaki halin eşit olmasıdır, dedi.

Vefatına yakın kendisine kelime-i tevhid zikri telkin edenlere:

Zaten ona gitmiyor muyuz? karşılığını verdi ve ruhunu teslim etti. -rahmetullahi aleyh-

Kaynaklar : Sülemî, Tabakatu’s-süfiyye, s 164-169; Hılyetu’l-evliya, X, 239-255; Sıfatu’s Safve II, 439-440; Kuşeyr, er-Risâle I, 123-124; Keşfu’l-mahcüb, I. 342-344; Tezkiretül’-evliya, s 464-474 Nefehatu’l-üns (trc. Lamiî Çelebi), s. 130-131: ibnu’l-Mulakkın. Tabakatu’l-evliya , s 62-70; el-Kevâkibu’d-dürriyye, l, 194-196; Saranı. el-Tabakatu l Kübra, I. 74-75.