Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

BARIŞ İÇİNDE BİRLİKTE YAŞAMA

Fehâmetli Oturum Başkanı Sayın Bakan!
Hörmetli Şeyhulislâm hazretleri!
Kafkas Müselmanları Rûhânî İdâresinin Sadrı saygıdeğer Şeyhulislâm Allah Şükür Paşazâde’nin anadan olmasının 60’ıncı, Şeyhulislâmlığının 30’uncu yılı münâsebetiyle Kardeş Azerbaycan’da gerçekleştirilen “Beynelhalk Dinlerarası Diyalog” konulu programa dâvet olunmaktan ve bu güzellikleri sizlerle yaşamaktan çok mutluyum. Bu iki vesîlenin hem Şeyhulislâm jübileyinin, hem de diyalog toplantısının bir araya getirilmiş olması çok anlamlıdır. Çünkü toplumda din ve din adamlarının ayrı bir yeri vardır…

Fehâmetli Oturum Başkanı Sayın Bakan!
Hörmetli Şeyhulislâm hazretleri!
Kafkas Müselmanları Rûhânî İdâresinin Sadrı saygıdeğer Şeyhulislâm Allah Şükür Paşazâde’nin anadan olmasının 60’ıncı, Şeyhulislâmlığının 30’uncu yılı münâsebetiyle Kardeş Azerbaycan’da gerçekleştirilen “Beynelhalk Dinlerarası Diyalog” konulu programa dâvet olunmaktan ve bu güzellikleri sizlerle yaşamaktan çok mutluyum. Bu iki vesîlenin hem Şeyhulislâm jübileyinin, hem de diyalog toplantısının bir araya getirilmiş olması çok anlamlıdır. Çünkü toplumda din ve din adamlarının ayrı bir yeri vardır.
Toplumda din ve din adamlarının yeri sütün içindeki laktoz gibidir. Nasıl sütün içinden laktozu alırsanız geriye su kalırsa toplumdan da dînî değerleri ve din hâdimlerini alırsanız aynı şey olur.
Din toplumların harcıdır. Bu yüzden dindârların farklı din mensûblarına karşılıklı hoşgörü, musâmaha duyguları içinde olmaları gerekir. İnsanların başka din mensûblarıyla birlikte yaşaması, aslında fıtrî bir vâkıadır. İnsanlar bu konuda seçim yapma hakkına sâhip değildir. Birlikte yaşama hoşgörüyü zorunlu kılmaktadır.
Dinlerarası diyalog ve işbirliği toplantılarının yaygın bir biçimde yapıldığı günümüzde en büyük haksızlığın terörle aynîleştirilerek İslâm’a yapıldığını düşünüyorum. Haksızlığın temelinde İslâm ile Müslümanları aynı görme yanılgısı yatıyor. Oysa ki Müslümanlar ayrı Müslümanlık ayrı şeylerdir. Yanlış yapan Müslümanın hatâsı Müslümanlara izâfe edilemez. Nitekim yanlış yapan Hıristiyan ve Yahûdîlerin hatâları da dinlerine izâfe edilemez.
M. İkbâl’in: “Kaçıp Müslümanlardan sığındım Müslümanlığa” sözü Müslümanlıkla Müslümanların ayrı şeyler olduğunu ifâde etmektedir. Müslümanların hatâları olabilir, ama Müslümanlık tertemiz semâvî bir dindir. Temelinde kardeşlik ve sevgi vardır. Aslında yeryüzünde başka din ve kültür mensûblarıyla bir arada yaşamanın en güzel örneğini Müslümanlar vermiştir.
Mekke’de başlayan İslâm dâveti, insanları sevgi ve kardeşlik duyguları ile kaynaştırmış, düşmanlıklarını sona erdirmişti. İslâm Medîne’ye ulaştığında kurduğu “Kardeşlik” köprüsü sâyesinde Mekkeli muhâcirlerle Medîneli ensârı kaynaştırdığı gibi Medîne’de yıllar yılı birbirleriyle boğuşan Evs ve Hazrec kabîleleri arasındaki düşmanlığı da sona erdirmişti.
Başlangıçtan beri İslâm toplumunda diğer din mensûplarının ayrı bir yeri ve statüsü vardır. Nitekim Medîne’deki Yahûdîler ile Müslümanların müşterek yaşantısını düzenleyen “Medîne Vesîkası” diye bilinen ilk yazılı metin, ortak hak ve sorumlulukları belirlemekteydi. Metinde Yahûdî ve Müslüman toplumların sâhip oldukları din ve vicdan hürriyeti açıkça belirtilmişti. Yahûdîlere kendi hukuk sistemlerine göre problemlerini çözme hakkı verilmişti.
Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle ehl-i kitâbı ortak bir kelimede buluşmaya çağıran, Müslümanlıkla ilâhî kökenli ehl-i kitâbın yakınlığını gösteren âyet bulunmaktadır.: “De ki: Ey ehl-i kitâb! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şâhid olun ki biz Müslümanlarız! deyin.”
İslâm’ın yüce peygamberi bütün insanlara karşı yüksek bir hoşgörü ve güzel bir iletişim içinde bulunmayı tercih etmiştir. Herkese öncelikle Allah’ın yarattığı en değerli varlık; yâni insan olmanın gereği saygı duymuş ve onlarla eşit seviyede ilişki içinde bulunmayı tercih etmiştir. Onun bu tavrı ferdî planda olduğu gibi ictimâî planda da aynı olmuştur. Nitekim Müslümanlara açıkça düşmanlık yapan, maddî ve mânevî zarar veren ve harp hukûkunun gereği savaş hâlinde bulunanlar müstesnâ, diğerleriyle iyi geçinilmesi yolunu izlemiştir. Önce Peygamberimiz, ardından halîfe Hz. Ebû Bekir Üsâme ordusunu gönderirken askerlere savaş sırasında yaşlı, çocuk, kadın ve din adamlarına dokunulmaması talimatını vermişti.
Habeşistan’a hicret eden heyetin başında bulunan Ca’fer b. Ebî Tâlib, ülkenin Hrıstiyan meliki Necâşî’nin kendilerini kabûlü sırasında ona Kâfirûn sûresindeki: “Sizin dîniniz size, benim dînim banadır”  âyetini değil de Meryem sûresini okumuştu. Çünkü Meryem sûresinde Hrıstiyanların da hoşuna gidecek ve kendilerini yabancı hissetmeyecekleri mesajlar vardı.
Yemen-Necran’da yaşayan Hristiyanlara bir muhtariyet verilmiş, onlar da Hz. Peygamber’e mürâcaatla: “Bizim para ve nakitle ilgili ihtilaflarımızı çözmek üzere bize sahâben arasından birini gönder” demişlerdi. Hz. Peygamber de onlara Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı göndermişti.  Hatta Hz. Peygamber (s.a.)’in Medîne’ye bir anlaşma için gelen Necran heyetine kendi huzurunda Mescid-i Nebî’de ibâdet izni vermiş olması, diğer din mensûplarına gösterilen din ve ibâdet hürriyetinin; insânî şefkatin ve birlikte yaşama tecrübesinin çok önemli göstergesidir.
Hz. Peygamber’den sonraki hulefâ-i râşidîn döneminde diğer din mensûplarının hukûkunun, savaşlarda ve diğer zamanlarda çok ciddi biçimde korunduğu gözlenmektedir. Nitekim ilk halife Ebû Bekir’in orduya yaptığı şu tenbihât dikkat çekicidir: “Adil olun, felah bulursunuz. Cesur olun, teslim olmaktansa ölmeyi tercih edin. Merhametli olun. Yaşlı erkekleri, çocukları ve kadınları öldürmeyin.”
Müslümanların diğer din mensûplarına tanıdığı insânî hakların, dîni özgürlük ve hoşgörünün pek çok örnekleri vardır. Nitekim bunlardan biri ikinci halîfe Hz. Ömer’in şu uygulamasında görülmektedir. Hz. Ömer bizzat Mescid-i Haram’da cuma namazı sırasında hutbe okurken gelen bir Hristiyan’ı kabul ile şikâyetini dinledi. Hudûddaki Müslüman gümrükçülerin muâmelelerinden şikâyet eden bu zâtın mürâcaatı üzerine Hz. Ömer derhal olaya müdâhale ile adâleti sağladı.
M. Hamîdullah Bey’in tesbitlerine göre Sûriye’nin fethinden beş yıl sonra bir Nastûrî papazı bir arkadaşına şu mektubu yazmıştı: “Araplar bizim efendilerimiz oldular; fakat onlar Hristiyan dîni ile hiç savaşmadıkları gibi, bizim dînimizi müdâfaa etmekte, din adamlarımıza ve ulularımıza hürmet etmekte, bizim kilise ve mânâstırlarımıza bağışta bulunmaktadırlar.”
Dînî ve târihî eserlerimizde Câfer-i Sâdık ve Ebû Hanîfe gibi mezhep imâmlarının Mecûsî ve diğer din mensûplarına gösterdiği hoşgörüye dâir örneklere yer verilmektedir.
Târih boyunca Müslümanlar, hâkim oldukları yer ve zamanlarda Hristiyanlara dinlerine göre hareket etmek serbestisi verdikleri gibi;  her dînî cemâate gerek dünyevî, gerekse hukûkî konularda birçok imtiyaz tanımış ve rûhânî liderlere özerk bir teşkilat kurma imkânı sağlamışlardır.
Diğer din mensûplarıyla ilişkilerde hoşgörü nitelikli en önemli sözler İbn Arabî (ö.638/1240), Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ö.672/1273) ve Yûnus Emre (ö.720/1321)’ye âiddir.
İbn Arabî, insân sevgisini ve diğer din mensûplarına bakışını daha çok şiirlerinde dile getirmektedir. O der ki:
“Zaman zaman Mûsâ’nın şerîatına inanırım da, Mûsevîlik yolunu kabûl ederim. Gâh kendimi Îsâ’nın şerîatına inanmış ve kilisede ibâdet eder bulurum. Gâh Muhammed’e inanmış bulurum da bu Nebî’ye sapasağlam sarılırım. Bazen de kendimi öyle bir şerîat içinde görürüm ki ashâba benzerim.”
İbn Arabî, Mûsevî, Îsevî ve Muhammedî dinleri yeryüzündeki ilâhî menşeli dinler olarak gördüğünden birlikte anmıştır. Aslında İbn Arabî, Seyyid Hüseyin Nasr’ın da dediği gibi ilâhî menşeli bu dinleri meşreb îtibariyle değerlendirirken şuna işâret etmiş olmaktadır: Bu üç dinden Mûsevîlik şerîat/dînî kurallar ağırlıklı, Îsevîlik bâtınî yönü ağır basan tarîkat/rûhâniyet özelliklidir. Muhammedîlik ise hem şerîata/kurallara hem tarîkata/rûhâniyete eşit düzeyde ağırlık verir.
Mevlânâ hoşgörü ve diğer din mensûplarına müsâmaha noktasında İbn Arabî ile benzer şeyler söylemektedir: “Bütün insanlarda aynı ruh vardır. Fakat bedenler, tenler yüz binlercedir. Dünyada sayısız bâdem vardır ama hepsinde aynı yağ bulunmaktadır. Dünyada çeşitli diller, çeşitli lügatlar vardır. Fakat hepsinin de anlamı birdir. Çeşitli kaplara konan sular kapları kırılınca birleşir. Bir su halinde akarlar. Tevhîdin ne demek olduğunu anlar da birliğe erersen, gönülden sözü ve mânâsız düşünceleri söküp atarsan; can, mânâ gözü açık olanlara haberler gönderir, onlara gerçekleri söyler.”
Mevlânâ insanı, mânevî emâneti taşıyan üstün bir varlık olarak gördüğü için, hangi din ve mezhepten olursa olsun sevmiş ve bütün dinlere saygı göstermiştir. Bu yüzdendir ki o büyük velînin tabutu arkasından yalnız Müslümanlar değil, o sırada Konya’da yaşayan Hristiyanlar, Mûsevîler de gözyaşı dökmüşlerdir.
Mevlânâ’ya izâfe edilen ancak Efdaluddîn Kâşânî ve Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’a âid olduğu da söylenen meşhur rubâî bu konuda çok anlamlıdır:
Gel, her ne olursan ol yine gel!
Kâfir, Mecûsî, putperest olsan da gel!
Bizim dergâhımız ümidsizlik dergâhı değildir,
Yüz kere tevbeni bozsan da yine gel!
Benzer ifâdeleri Yûnus Emre’nin şiirlerinde de bulmak mümkündür. Nitekim o, yetmiş iki millete bir gözle bakmayanı, şerîat ölçülerine göre evliyâ olsa bile isyankâr sayar.
Yetmiş iki millete birlig ile bakmayan
Şer‘ile evliyâsa hakîkatte âsîdür
***
Din ü milletten geçer aşk eserini duyan
Mezheb ü dîn mi seçer kendüyü yoğa sayan
***
Sen seni ne sanursan ayruğa da ânı san
Dört kitabın mânâsı budur eğer vârısa
***
Tasavvufî bir ortamda yetişen Osmanlı sultânları dînî anlayışta fanatizme düşmemişlerdir. Nitekim Fâtih Sultân Mehmed kendisini hem Selçuklu’nun hem de Bizans’ın vârisi görmektedir. Hatta Fâtih’ten sonraki Osmanlı sultanları dört unvan kullandılar: 1-Halîfe, 2-Pâdişah, 3-Hâkan ve 4-Kayzer-i Rûm. Halife Sâmî ve İslâmî geleneği; Pâdişah İran ve Fars geleneğini; Hâkan Türk ve Moğol geleneğini; Kayzer-i Rûm ise Roma ve Yunan geleneğini temsil eder. Osmanlı sultanları bu unvanlarla bütün medeniyetleri şahsında cem’ettiklerini ilan etmiş oluyordu. Böylece de diğer mensûblarıyla beraber yaşamanın ve onlara hoşgörü ile bakmanın örneğini vermiş oluyorlardı.
İslâmî ve insânî hoşgörünün en güzel örneklerini ve bu toprakların insanları arasından yetişen Nizâmî, Fuzûlî, Nesîmî gibi gönül sultanları ve onların vârisleri bugünün çağdaş Azerbaycanlılar, aslında şu tablo ile dünyâya İslâmî hoşgörünün en güzel mesajını vermektedir. Şeyhulislâm hazretleri de bu tabloyla Hz. Mevlânâ’nın cenâze töreninde gerçekleştirmeye muvaffak olduğu başarıya sağlığında muvaffak olmuş ve muhtelif din ve mezhep mensûblarını sevgi ve hoşgörüyle etrafında toplayarak çağdaş bir Mevlânâ tablosu çizmiştir.
Ben bu vesîleyle değerli insan ve büyük din hâdimi Şeyhulislâm Allahşükür Paşazâde’yi tebrik ediyor, ona nice uzun hizmet yılları dileyerek uğurlar arzuluyorum.
Bütün hâzırunu ve Azerbaycan dostlarımı saygı ile selâmlıyorum.