Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

AZİZ MAHMUD HÜDAYİ HAZRETLERİ VE VAKFI HAKKINDA /SÜLEYMAN TEMURHAN

Azîz Mahmûd Hüdâyî Vakfı Başkanı Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ

1952 İzmit/Karaabdülbaki doğumlu olan H. Kâmil YILMAZ, 1963’te Akmeşe Bölge İlkokulu’nu,  1970’te Adapazarı İmam Hatip Lisesi’ni, 1974’te İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirdi. İlk olarak Bakırköy Şenlikköy Ortaokulunda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği, ardından Gaziosmanpaşa İmam-Hatip Lisesi’nde meslek dersleri öğretmenliği ve müdür yardımcılığı yaptı. 01 Şubat 1977’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü Tasavvuf ve Tarihi alanında asistan oldu. Vatani görevini Mart-Temmuz 1981’de Burdur’da kısa dönem olarak tamamladı. Mayıs 1983’te “Doktor” unvanını aldı. Aynı yıl “Yardımcı Doçent” oldu.
1986-1987 yılları arasında bir yıl süreyle sahasında araştırmalar yapmak ve incelemelerde bulunmak üzere Mısır’a gitti. 1989’da “Doçent”, 1996’da “Profesör” oldu.
Neşredilmiş yirmiyi aşkın eseri, muhtelif dergilerde yayınlanmış makaleleri, ansiklopedi maddeleri, ulusal ve uluslararası düzeyde çeşitli bilimsel toplantılarda sunulmuş pek çok tebliğleri bulunmaktadır. Eserlerinden ve makalelerinden bir kısmı İngilizce, Rusça, İtalyanca, Macarca, Arnavutça’ya tercüme edilmiş, Kazak ve Azeri dillerine uyarlanmıştır.
Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanıdır. Evli ve beş çocuk babasıdır.

Hocam başkanı olduğunuz Azîz Mahmûd Hüdâyî Vakfının kuruluşu ve bugünkü işleyişi hakkında neler söylemek istersiniz.

Azîz Mahmûd Hüdâyî Vakfı 1985 yılında kuruldu. Tabiî ondan önce bu adla kurulmuş Hüdâyî Mahmûd Efendi Vakfı diye bizzat Hüdâyî hazretlerinin kurduğu bir vakıf var. Târihî kadim bir vakıf bu. Ancak 1985 yılında kurulan vakıf, 903 sayılı kanuna göre kurulmuş yeni bir vakıftır. Bu vakıfta kurucuların amacı Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin tesis ettiği vakfiyedeki şartları yeniden ihyâ etmektir. Çünkü Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri sağlığında iktisab ettiği mallarını vakfederek kendisinden sonra onların ilim, irfan ve insanlık hizmetinde kullanılmasını arzu etmiştir. Özellikle gayrimenkul ve bazı menkul malları için 11 adet vakıf tesis etmiştir. Ondan sonra pek çok ona munzam olan vakıflar kurularak bunlara ilhak edilmiştir.
1925 yılında tekâya ve zevâyânın seddine dair kanun çıktıktan sonraki dönemde mütevellisi bulunmadığı için Azîz Mahmûd Hüdâyî tekkesi câmi olmuş, vakfı da devlet himâyesine girmiştir. Benim doktora çalışmam Hüdâyî hazretlerinin hayatı, eserleri ve tarikatı şeklindeydi. 1983 yılında tamamlanmış bir çalışmadır. Ondan sonraki dönemde 1985 yılında çoğu Üsküdar’da oturan bir takım hizmet ehli iş adamı, doktor, akademisyen, avukat gibi 20 kişi bir araya geldi ve Azîz Mahmûd Hüdâyî vakfını kurdu.
Bu vakfın kuruluş gayesi Hüdâyî hazretlerinin vakfiyesindeki şartları yerine getirmekti. Kuruluşunda kuruluş sermayesini merhum Mûsâ TOPBAŞ vermiştir. Bu bakımdan vakfın maddi mânâda ilk kurucusu Mûsâ Efendidir. Kurucular arasında onun oğlu Osman Nûrî Topbaş Hoca Efendi de bulunuyordu. Zaten bu işin mânevî rehberliği de onun üzerindeydi. Zaten Osman Bey daha önce iş yerinde vakıf hizmetlerini fiilen aile adına götürüyordu. Ama 1985 yılında böyle bir vakfın kurulmasıyla daha sistemli, daha kurumsal bir hizmet çatısı oluşmuş oldu.
Vakfın temel gayesi öncelikle Azîz Mahmûd Hüdâyî külliyesi içerisindeki imâretin ihyâ edilmesiydi. Orada vakfiyenin de öngördüğü gibi “âyende ve revende”ye /gelip geçene sıcak yemek ve çorba ikram edilmesi şart vardı. Hamdolsun 1985’ten bugüne sürekli artan sayılarda ortalama günde 1000 kişiye sıcak yemek dağıtılmaktadır. Buradan yemek alanlar dul, yetim ve fakir âilelerdir. Orada yiyenler daha çok üniversite talebeleri ve civarın sakinleridir.
Bundan başka İstanbul’un muhtelif semtlerinde oturan fakirlere erzak dağıtımına yönelik bir faaliyete başlanıldı. Bu erzak dağıtım ünitesinin hedefi “İnsanların evlerine bir ay süre ile yetecek kuru erzakı servis araçlarımızla götürmekti”. Şu anda emsalleri çoğalmış bulunan erzak dağıtım ünitesinin ilk nüvesi 1985 yılında Azîz Mahmûd Hüdâyî’de kurulmuş oldu. O günden bugüne bu hayır hizmeti elhamdülillah çoğalarak farklı isimler altında devam ediyor. Bu konuda ilk olmanın hazzını da Cenab-ı Hakk’a hamd ederek yaşıyoruz. Bugün İstanbul’un muhtelif yerlerinde oturan 2000 aileye üç minibüsle bu erzak dağıtım hizmeti devam etmektedir. Bir bakıma erzak dağıtım ünitesi insanların boğazından geçecek maddi gıdalarının sağlanması demektir.
Yetim, dul ve fakir ailelerin evlerine karınlarını doyuracak bir şey götürdükten sonra, kafalarını ve gönüllerini doyuracak bir şey götürmezseniz eksik olur. Çünkü insanda doyurulması gereken üç “K” vardır: Kafa, kalb ve karın. Siz insanların karnını doyurur ama kafasını ve kalbini doyurmazsanız eksik olur.
Karınlarını doyurmaya mesai harcadığımız insanların acaba kafalarına ve kalplerine ne yapılabilir, ne hizmet sunulabilir? Bu maksatla Kur’an Kursları, ortaöğretim ve yükseköğretim seviyesinde yurtlar tesis etmek suretiyle evlerine erzak götürdüğümüz insanların çocuklarını eğitmek, onların kafalarına ve gönüllerine hizmet etmek amacıyla müesseseler açtık. Bu hizmet, hem zihinlere hem de kalplere yönelik bir hizmet olarak genişlemeye başladı. İstanbul’un muhtelif semtlerinde ve Anadolu’da bir takım hizmetler oluştu. İstanbul ve Anadolu’da belli bir seviyede kurumlar açıldı.

1990 yılında Sovyetlerin dağılmasından sonraki süreçte Türk Cumhuriyetlerinden gelen talepler, vakıf üyeleri ve Hüdâyî gönüllülerinin duygularını tetikledi. Hizmetler oralara da taşındı. 1990’lı yılların başında başlayan bu süreç 2009’lara geldiğimizde Hüdâyî gönüllülerinin açtığı müesseselerle; İlahiyat Fakültesinden, İmam-Hatip okuluna, Kur’an Kursları, sivil toplum kuruluşları ve erzak dağıtım ünitesine varıncaya kadar yaklaşık 20 ülkeye ulaşmış bulunmaktadır. Özellikle Türkiye’de okuyup, Türkiye’deki modelleri oraya taşıyan gençlerimizin bu ülkelerdeki yapmış oldukları hizmetler takdîre şayandır.

Azerbaycan, Kırım, Moskova, Kazakistan ve Kırgızistan’dan Balkanlara geçtiğimizde, Bulgaristan, Makedonya, Kosova ve Arnavutluk gibi ülkelerde bu tür bir hizmet alanının gelişmiş olması sevindiricidir. Bunların hepsi, buradan oraya giden ve oradan ülkemize gelip eğitim alan Hüdâyî gönüllüsü arkadaşlarımızın emekleri mahsûlüdür. Bu sayede bu ülkeler ile Türkiye arasında ciddi bir kültür köprüsü, mâneviyat köprüsü oluşmaktadır. Buradan oraya giden insanlar, oranın insanları tarafından sevgi ve saygı ile kucaklanmakta, oradan buraya gelenler buradan aldıkları eğitim ve dünya görüşünü, hayat tarzını oralara taşıyarak, bu ülkeler arasında kültür elçileri vazifesi görmektedirler. Bunu yapan başka kurumlar da elbette. Bunun ülkemiz, dostluk ve kardeşlik, kültürel paylaşım ve ülkemizin gücü adına çok önemli bir getiri olduğunu düşünüyorum.
Bu toprakların büyük bir kısmı vaktiyle Osmanlı coğrafyası içerisindeydi; yâni bizim târihî birlikteliğimiz, ortak paydalarımız vardı bu insanlarla. Bu ortak paydalar oradaki insanları da mutlu ediyor, bizi de mutlu ediyor. Böylece biz birbirimizden hız, enerji ve güç alıyoruz. Komünizm zamanında uzun zamanlar koptuğumuz, ulaşamadığımız bu insanlara bu vesîleyle yeniden ulaşmış oluyoruz. Devletin de bunlara kolaylık göstermiş olması; YÖK nezdinde bu ülkelerden gelen öğrencilere özel kontenjan ayrılmış olması, Diyanet İşleri Başkanlığının bu mânâda kontenjanlara sahip çıkarak bunların Türkiye’de yerleştirilmesi, okutulması, yurtlara konulması, burs verilmesi gibi konularda yardımcı olması, bizim de işlerimizi kolaylaştırmaktadır. Biz bu hizmetleri YÖK, MEB ve DİB’le yürütmeğe çalışıyoruz.

Kurban bayramı çerçevesinde yurtiçi ve yurt dışında vakfınızca düzenlediğiniz hizmetlerden kısaca bahseder misiniz?  

Kurban hizmetlerini yıllardan beri yapıyoruz. Vakıf merkezimizde kuruluşundan bugüne kadar kurban kesiliyor. Özellikle bu sene vakıf olarak, Türk Cumhuriyetlerinde ve arkadaşlarımızın hizmet ettiği ülkelerde kurban kesilmesinin anlamlı olduğunu düşünerek böyle bir organizasyona girdik. Bu sene hem Afrika’da, hem Balkanlar ve Kafkaslar’da kurbanlar kesildi.
Özellikle Afrika’da ilk defa arkadaşlarımızın büyük bir organizasyonla faaliyet göstermeleri bizi mutlu etti. Zaten Afrika Türkiye ve İslâm Dünyası için çok önem arz ediyor. Muhammed Hamidullah Bey: “XXI. asrın kültür ülkesi Afrika olacaktır.” diyordu. Medeniyet merkezi olarak ilk önce Asya, daha sonra Avrupa, daha sonra Amerika bu özelliğe hâiz oldu. XXI. Yüzyılın medeniyet kıtası Afrika olacak, diyor. Oranın insanı ve toprağı bakir olduğu için oradan çok şey bekliyoruz. Ekonomik durumu zayıf olan bu insanlara sahip çıkılması hâlinde o insanlarda çok büyük potansiyel olduğunu düşünüyoruz.
Bundan iki sene önce Diyanet İşleri Başkanlığı bir toplantı düzenledi. Toplantıya özellikle Kuzey Afrika bölgesinde bulunan Müslüman ülkelerinin dini liderleri çağrılmıştı. Toplantı Dolmabahçe Sarayında düzenledi. Bu toplantıya katılan insanlar “80 yıldan beri siz nerdesiniz? diye âdetâ serzenişlerde bulundular Türkiye’ye. Yâni biz sizinle bir târih yazdık Kuzey Afrika’dan Sudan’a, Etiyopya’dan Mısır’a ve diğer ülkelere varıncaya kadar. Ancak bu beraberliğimiz 80 yıldır kayboldu. Osmanlının çöküşünden sonra niye İstanbul’a ilk defa şimdi geliyor olalım, daha önce gelmiş olmayı arzu ederdik. Çünkü İstanbul İslâm ülkelerinin pây-i tahtı konumundaydı bir zamanlar.
Afrika, ülkemiz adına olsun, İslâm âlemi adına olsun önemli bir açılım. Ben bu yüzden kurban faaliyetlerimizi önemsiyorum. Çünkü bu faaliyetler sâyesinde oralara ulaşma imkânı buluyoruz. Bu faaliyetler sâyesinde dostluklar kuruldu, kurbanlar kesildi, müesseseler açıldı, ciddi manada hizmet seferberliği oluştu. Bu da önemli bir adım diye düşünüyorum.

Azîz Mahmûd Hudayi Hazretlerinin hayat ve yaşayış tarzı hakkında bilgi verir misiniz?

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, Kânûnî Sultan Süleyman döneminde dünyaya gelmiş ve IV. Murad zamanında vefât etmiştir. Bir asra yakın ömrünü ilme ve irfâna tahsis etmiş, sekiz padişah dönemini görmüş ve bunlardan üçü ile yakın ilişkiler kurmuştur. Sofralarına oturmuş, onlara nasîhatler etmiş, mektuplar yazmış, yol göstermiş bir mürşiddir. Kendisi Ankara sınırları içerisinde bulunan Şereflikoçhisar da doğmuş, çocukluğu Sivrihisar’da geçmiş ve daha sonra tahsil için İstanbul’da Küçük Ayasofya medresesine gelmiştir. Buradan da Edirne-Selimiye, Mısır ve Şam’a hocası Nâzırzâde ile gitmişti. Otuzlu yaşlarda hocası ile Bursa’ya gelmiştir. Hocası Nâzırzade Bursa’ya mevla/başkadı olmuş, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri de ona nâib ve mülâzimdir. Bursa’da bu görevle birkaç yıl kaldıktan sonra hocası Ramazan Efendi’nin ölümüyle tasavvuf yoluna intisabp etmiş ve ondan sonra Üftâde Hazretlerinin mürîdi olarak yetişmiştir.
Şeyhinin vefâtından sonra Balkanlar’a doğru seyahate çıkmış, onun akabinde İstanbul’a dönerek, önce Küçük Ayasofya civârına yerleşmiş, oradan da Üsküdar’daki Câmii’nin bulunduğu yeri satın alarak Anadolu yakasına gelmiş ve câmi, dergâh ve külliyesini  burada tesis etmiştir.
30 kadar eseri bulunmaktadır. Bunlardan Divanı, hem besteleriyle hem güfteleriyle gerçekten halk tarafından çok sevilmiş ve insanların ilgisini çekmiştir. Yûnus Emre gibi didaktik mahiyetindeki şiirleriyle halkın sevdiği bir mutasavvıf, bir Allah dostu olarak meşhur olmuştur. Sultanların sofralarına davet edilmiş, onlara duâ etmiş, rüyâlarını yorumlamıştır. Eserleri ve tesirleri ile günümüze kadar ulaşmış bir güzel insandır.

Vakfın kurduğu “İLAM” İlmi Araştırmalar Merkezi hakkında bilgi verir misiniz?

İLAM Azîz Mahmûd Hüdâyî Vakfı’nın bir kuruluşudur. Burada Yüksek Lisans ve Doktora seviyesindeki gençlerin çalışmalarına, hem fizîkî mekân tahsis edilmekte, hem de onlara maddî destekler sağlanmaktadır. Bu sebeple gençlerin, ülkemizin ilmî gelişmesine katkı sağlamalarını gerçekleşmektedir. Özellikle de Türk Cumhuriyetlerinden gelen gençleri, eğitip onları tekrar ülkelerine göndermek gibi bir amaç taşımaktadır. Bugüne kadar Lisans, Yüksek Lisans ve Doktora düzeyinde binlerce insan buradan eğitim almış ve ülkelerine dönmüş, Türkiye’de bugün muhtelif ilim müesseselerinde, akademik kariyer yapmış ve hizmete devam etmmektedir. Mütevazı, iddiasız ve kararlı adımlarla ülkemize hizmet etmeye çalışan ilmi bir kuruluştur. Yâni bir üniversite değil ama üniversitenin alt yapısına katkı sağlayan, öğrencisine maddî destek sağlayan bir kuruluştur.

 Ana Bilim Dalı Başkanı olduğunuz “Tasavvuf” hakkında kısa bir bilgi verir misiniz? 

Tasavvuf İslâm’ın ruh hayatıdır. Dini hayatta insandaki ruhi duyguların yüze çıktığı alan daha çok tasavvuftur. Dinin bir zahir tarafı vardır, bir de batın; yâni öz ve kalb tarafı vardır. Namazda on iki farz vardır, bu on iki farzın içerisinde huşû, ihlâs ve takvâ gibi şartlar yoktur. Oysaki namazın kemâli bunlarla mümkündür. Müminûn sûresinin ilk ayetinde Allah Teâlâ: “Müminler felâha ermiştir, onlar namazlarını huşuyla kılanlardır” buyurmaktadır. Tasavvuf işte İslâm’ın bu tarafını; yâni kalbî tarafını, mânevî tarafını anlayan ve anlatan bilim dalıdır.
Tasavvufun iki veçhesi vardır: Biri eğitim tarafı; yâni insana ahlâkî ve mânevî özellikler kazandıran yanı, diğeri de bu mânevî özelliklerden sonra ulaşılan bilgi tarafıdır. Bu da dünyaya ve kâinata bakış ve Allah ile ilgili işlerde felsefe ve kelâmda olduğu gibi ulaştığı bilgi düzeyidir. Tasavvuf, hem tahalluk dediğimiz eğitim boyutuyla, hem tahakkuk dediğimiz bilgi boyutuyla, Kur’an ve sünnet menşelidir. Tasavvuf bugün artık bir kültür olarak hayatımızın bir parçası haline gelmiştir.