Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Altınla Toprağı Bir Görmek

Altınoluk Dergisi, 1989 – Mayis, Sayı: 039, Sayfa: 030

Şah Şuca Kirmânî -Kuddise Sirruh- :

“Allah’ın dostlarını sevmek, Allah sevgisine delildir. Rabbını tanıyan afvını umar, fazlını diler.”

Adı Şah bin Şuca. Künyesi Ebu’1-fevaris, nisbesi el-Kirmâni. İbrahim Edhem gibi bir melik oğlu Ebû Türâb en-Nahşebi’nin talebesi, Ebû Osman Hiri”nin üstadı. Ebû Ubeyd Busri, Ebû Hafs Haddâd Ebû Abdullah b. Ez-Zerrâ, el-Basri ve Yahya bin Muaz er-Razi’ye yetişti. Ve onlarla görüştü. Fütüvvet ehli bir zat. 300/903 yılından önce öldü. Mir’atu’l-hukemâ adlı bir eser kaleme aldığı, bu risalede zenginliği fakirlikten üstün gören Yahya bin Muaz’ın görüşlerine karşı çıktığı ve fakrın zenginlik üzerine olan faziletlerini anlattığı rivayet edilir. Fakat bu risale günümüze kadar ulaşmamıştır.

Tevbesi ve hak yoluna inabesi şöyle gerçekleşmişti:

İbn Şuca, şehzade olmanın verdiği şımarıklıkla gençliğinin ilk yıllarını nefsanî arzularına mağlub olarak geçirdi. Rebab çalar, şarkı söylerdi. Bir yandan çalıp bir yandan söylerken gözlerinden sûzişli yaşlar akıtırdı. Mehtaplı bir gecede yine rebab çalıp şarkılar söyleyerek evinden dışarı çıktı. Bir mahalle kenarına vardı. Hem çalıp söylüyor, hem de mehtabı seyrediyordu. Yeni evli bir gelin, bu rebab ve şarkı seslerini duyunca kocasının yanından kalkıp sesin geldiği tarafa doğru gitti. Şah’ın sesini dinlemeye koyuldu. Kocası da rebab sesiyle uyanıp karısını yanında göremeyince dışarı çıktı ve onu aramaya başladı. Baktı ki hanımı, Şah Şuca’ın çaldığı çalgıyı ve söylediği şarkıyı dinliyor. Hemen Şah’ın yanına koştu ve onu kolundan tutup sarstı:

– Sen hala tevbe etmeyecek misin? Bu ne isyan, bu ne tuğyan? dedi. Şah Şuca,

– Evet, artık tevbe zamanı geldi, dedi. Sırtındaki gömleği yırttı, rebabı kırdı ve gusül abdesti alıp tevbe yoluna koştu.

Şah Şuca, dervişliği taç ile hırkadan ibaret görenlerden değildi. Ona göre kisveden çok, kalbi ameller ve ihlas önemliydi. Bu yüzden aba (hırka) yerine kaba; yani kaftan giyer, halk arasında öyle dolaşırdı. Şah Şuca, Nişabur’a geldiğinde Ebû Hafs onu kaftan içinde görünce, “Sen Şah mısın?” diye sordu.

Şuca: “Evet ben şahım, Abada (yün hırkada) aradığımı kabada, değerli kumaştan yapılmış elbisede buldum.” dedi.

KULLUK VE HİZMET

Hakk’a kulluğun halka hizmetten geçtiğine inananlardandı. Bir gün bulunduğu mescidde bir derviş ayağa kalktı ve halktan iki dilim ekmek istedi. Kimseden ses çıkmayınca Şah Şuca, cemaate şöyle seslendi:

– Kim benden elli hacc sevabını alıp iki dilim ekmeği bu dervişe vermeye razı olur?

Cemaattan hoca kıllıklı biri kalktı ve:

– Sen şeriatın bir emrini nasıl bu kadar hafife alabilirsin? diye ona çıkıştı. Şah Şuca şu karşılığı verdi:

– Bu benim ve amelimin değersizliğini gösterir. Şeriatın emrinin değil. Kaldı ki Hâlik’ın rızası, mahluku memnun etmekten geçer.

Dostluğun bedeli dosta gönülden meyildir. Güzel huyluluğun alameti insanlardan gelen eziyete katlanmak ve insanlara eziyet etmemektir.

MÜ’MİNİN FİRASETİ

Şah Şuca’a göre Hz. Peygamber (s.a.)’in “Mü’minin firasetinden sakının. Çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar.” hadisindeki mü’mine aid firaset, gözünü harama bakmaktan koruyan, nefsini şehvetlerden muhafaza eden, içini murakabe, dışını sünnete uymak suretiyle ma’mur eden kimsenin ferasetiydi. Böylesinin firaseti yanılmazdı.

Sohbetinde bulunanlara yalan, hıyanet ve gıybetten sakınmayı tavsiye eder, takva ile vera arasındaki ilişkiyi şöyle açıklardı; “Takvanın alameti vera, veranın alameti helal oluşu şüpheli olan şeylerden uzak durmaktır.”

Mümkün olduğu kadar nezih amel yapmayı öğütler, fakat yapılan amelleri eksik ve kusurlu görmeyi tavsiye ederdi. Amellerini yeterli görenlerin amellerinin değerini kaybedeceklerini şöyle açıklardı: “Fazilet sahipleri faziletlerini görmedikçe fazilet ehlidir. Velayet sahipleri de velî olduklarını görmedikleri sürece velayet sahibidir. Velî olduklarını görüp bir duygu geliştirince artık velayetleri ve faziletleri zail olur.”

Şah Şuca’a göre arifin üç türlü meşguliyeti vardı:

1- Dostluğunu umarak Ma’bud’a nazar etmek,

2- Şükr için Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünmek,

3- Tevbe için günahlarını hatırlayıp itirafta bulunmak.

O’nun anlayışına göre tevbe için dünyadan, murada ermek için de nefs ve hevadan geçmek gerekliydi. O’na göre dostluk ve arkadaşlığın bedeli menfaat değildi. Dosta gönülden ve kalpten meyildi. Bu yüzden “Hoşlandığı şeylerde sana uyup dostluk gösteren, hoşlanmadığı konularda muhalefet edip karşı çıkan kimse senin değil, kendi arzularının dostudur.” derdi. Güzel huyluluğun alameti insanlardan gelen eziyete katlanmak, insanlara eziyet etmemekti. Fütüvvet, ve civanmerdlik nefs esaretinden kurtulmuş ahrarının sıfatıydı. Cimrilik, alçak tabiatlıların huyuydu. Allah’ın dostlarını sevmek, Allah sevgisine delil sayılırdı. Haktan yüzçevirmek, ilahî gadabı gerektirir, faydasız boş şeylere güvenmek insanı batıl ehline yaklaştırırdı. Rabbını tanıyan afvını umar, fazlını dilerdi.

Şah Şuca, insanlara değer vermeyi hikmet sayar, hikmetin alâmeti insanların değerini bilmektir, derdi. Havf’ın alâmetini hüzün, recânın işaretini itaat, zühdün sıfatını emelleri kısmak olarak nitelerdi. Nefse varlık vermeyi gaflet sayar, Rabbından gafil olan kuldan başkasının, nefsini görmeyeceğini öne sürerdi. Nefsini tanıyan O’ndan başka herşeyi unutur, Rabbını tanımayan ise masivaya gönül bağlardı. İlimle izzet bulan kurtulur, cehalette izzet arayan ziyan ve hüsrana uğrardı. Cahil cehaletinin karanlığındaydı. Alim de ilmine rağmen Hakk’ı bulamamış ve karanlıkta ise, durumu nice olurdu? Çünkü ilmin karanlığı bazen cehaletin karanlığından daha beterdi.

FAKR ÜZERİNE

Fakr’ı kulun nezdinde Hakk’ın bir sırrı sayardı, ona göre bunun da üç alameti vardı:

1- Nazarında dünyanın hiçbir değeri olmamalı, altınla toprağı bir görmelisin. Eline geçen altını avucuna bulaşan toprak gibi silkelemelisin.

2- Gönlünden halkı çıkar, nazarında halkın övmesiyle yermesi bir olsun.

3- Nefsinin isteklerini tatmin düşüncesini içinden at. Nefsin arzularını tatminden zevk alanlar, yemekten, içmekten nasıl hoşlanıyorlarsa, sen de açlıktan öyle hoşlanmalısın.

KIZINI EVLENDİRİRKEN

Şah Şuca’ın kendisi gibi faziletli bir kızı vardı. Devrin meliklerinden biri oğlu için ona talib oldu. Şah üç gün mühlet istedi. Bu süre içinde Kirman mescid ve zaviyelerini dolaşıp salih bir derviş aradı. Nihayet bir delikanlı buldu. Huşu ile mescidde namaz kılıyordu. Gencin yanına sokuldu ve sordu:

– Sen evli misin? Delikanlı mahcub bir eda ile:

– Değilim efendim, diye cevap verdi.

– Kur’an ehli bir hanımla evlenmek ister misin? diye sordu. Delikanlı derviş:

– Nasıl evlenebilirim ki, benim üç akçeden başka param yok. Bana kim kızını verir, diye karşılık verdi. Bu sefer Şah Kirmanî:

– Ben veririm. Sen şimdi git, o üç akçenden biriyle ekmek, biriyle helva, biriyle de güzel koku al gel de kızımı sana nikahlayayım, dedi.

Derviş hemen çarşıya vardı. Elindeki para ile söylenenleri aldı. Şah o gece kızını ona nikahlayıp evine götürdü. Dervişin evine gelen kız, su teslisinin üzerinde kuru ekmek parçalarını görünce.

– Bunlar da ne? diye sordu. Derviş:

– Bu gece için ayırmıştım, deyince kız hemen oradan ayrılmaya; dervişi terkedip, gitmeye kalkıştı. Derviş:

– Ben zaten Şah’ın kızının benimle evlenmeyeceğini, evlense bile benim hayatıma tahammül edemiyeceğini bilmiştim, diyecek oldu. Şah’ın kızı şöyle konuştu:

– Delikanlı, yanılıyorsun. Ben seni fakirliğin için bırakıyor değilim. Aksine seni iman, yakın ve tevekkül konusundaki zaafından dolayı terketmek istiyorum. Babam beni sana getirirken: “Seni iffetli ve muttaki birine veriyorum” demişti. Oysa ki sen Allah’a güvenmeyen biri imişsin.

– Derviş sordu:

– Bu işin bir çıkış yolu yok mu? Kız şu cevabı verdi:

– Elbette var, bu evde ya ben bulunurum, ya da ertesi gün için saklanan ekmekler.

rahmetullahi aleyhima

Kaynaklar: Sülemî. Tabakatu’s-süfiyye. s 192-194; Hilyetü’l-evliya, X. 237-238; Kuşeyri, er-Risale, l. 136; Hücviri, Keşfu’l-mahcûb, l. 350: Sıfatu’s-safve, IV 67-68: Tezkiretu’l-evliya (trc. S Uludağ), s 412-416: ibnu’l-Mulakkın. Tabakatu’l-evliya, s 360-361; Nefehatu’l-uns !irc. Lamiî Çelebi), s. 137-138: Saran;, et-Tabakatu l-kübra. l. 77: el-Kevakibu’d-dürriyye, II. 36-37.