Altınoluk Dergisi, 1989 – Ocak, Sayı: 035, Sayfa: 022
Adı Ahmed bin Yahya, künyesi Ebû Abdullah, nisbesi el-Bağdadî. Aslen Bağdatlıdır. Remle ve Şam’da yaşadı. Tasavvuf neşvesini babası Yahya el-Cella’dan aldı. Ebû Türab en-Nahşebî, Zünnün el-Mısri ve Ebû Ubeyd el-Busri ile görüştü. Cüneyd ve Nuri’nin sohbetlerinde bulundu. Cüneyd Bağdad’ın, Ebû Osman Hîrî Nisabur’un kutbu olduğu gibi o da Şam’ın kutbu idi. Muhammed bin Davud ed-Dukki onun yetiştirdiklerindendir. Vefatı 306/989 yılındadır.
Küçük yaşında anne-babasından kendisini Allah yoluna vermelerini istedi. Onlar da: “Peki, biz seni Allah’a hibe ettik” dediler. Bunun üzerine evden ayrıldı. Bazı ilim meclislerine vardı. Bir kaç zaman sonra sıla hasretiyle anne-babasının yanına geldi. Gece vakti kapıyı çaldı. Babası sordu:
-Kim o? O da:
-Oğlunuz, dedi. Babası:
-Evet, bizim bir oğlumuz vardı ama, biz onu Allah yoluna verdik. Biz verdiğimiz! geri almayız, dedi ve kapıyı açmadı.
-Bu olay üzerine İbnü’l-Cella, geri döndü ve arifler meclislerinde dolandı. Pek çok gönül eriyle görüştü. Hakk boyasına boyandı.
Sordular:
-Zahid, abid ve muvahhid kime derler?
Şu karşılığı verdi:
-Nazarında övülmekle yerilmek eşit olan kişi zahid, ilahî emirleri eksiksiz ve zamanında yerine getiren abid, bütün işleri Allah’tan bilen ise muvahhiddir.
Arifin himmeti ma’rifete teksif olunmuştur. Bu yüzden onun maksadı rü’yetten ve temaşa’dan ibarettir. Himmetin teksif edilmeden dağınık halde bulunması derd, ıztırap ve sıkıntı doğurur. Bir başka ifade ile;
himmet ve kaygısı yaratıklara yönelmekten müstağni olan Hakk’a vasıl olur. Himmetim nefsine ve Hakk’ın dışındaki varlıklara yönelten ise şirk’e düşer. Halbuki Allah Teala kendisine şirk koşulmasından münezzehdir. O, izzet sıfatına sahiptir. Bu yüzden asla sirke razı olmaz.
Söz ve davranış uygunluğuna önem verirdi. Davranış olarak yapamadığı bir şeyden bahsetmekten hoşlanmazdı. Bir gün kendisine tasavvuftaki “fakr”dan sordular. Cevap vermeden içeri girdi, tekrar dışarı çıktı. Sonra şöyle konuştu:
-Bu soruyu sorduğunuz zaman evimde dört gümüş param vardı. Bunlar bende varken “fakr” konusunda konuşmaktan korktum. Önce onları tasadduk ettim. Şimdi konuşabilirim: “İnsan geriye hiçbir şey bırakmadığı zaman ‘fakr’ sıfatına layık olur.” Bir başka rivayette de:
“Kalbinde zahirî ve batınî olarak isteme duygusu bulunmayan kimse ‘fakr’ sıfatına layık olur” dedi.
Açlık ve susuzluğa aldırmaz; uzun süre açlık ve susuzluğa dayanırdı. Nitekim üstadlarından Ebû Türab en-Nahşebî ve üçyüz kişi birlikte yolculuğa çıkmışlardı. Bu uzun yolculuğa dayanabilen iki kişiden biri de İbnü’l-Cella idi.
Sü-i zandan kaçınır, herkes hakkında hüsn-i zan beslemeye çalışırdı: “Gözümün önünde bir hata işleyip kaybolan kimse hakkında su i zan beslemem, onun tevbe etmiş olacağım düşünürüm,” derdi.
Ölümü sırasında tebessüm etmişti: Ruhu mele-i alaya yükseldiğinde yine gülüyordu. Doktor onun ölmediğini sandı, nabzına baktı, kalbi atmıyordu; ama cildinin altında “Allah” lafzı şeklinde bir damar oluşmuştu.
Sülemî, Tabakatu’s-süfiyye adlı eserinde onun güzel sözlerinden nakillerde bulunur:
-Takva marifetin, tevazu izzetin, sabır musibetin şükrüdür.
-Alçak gönüllü davranmanın şerefi olmasaydı yeryüzünde böbürlenmek fakirin hakkı olurdu.
-Batıla karışmış hakk, hakk’ın kısmetinden çıkıp batıl’ın kısmeti olur. Çünkü Hakk, gayurdur (batıla karışan hakktan hoşlanmaz).
-Sevgi ile dolup (aşmayan kalpler, aşk ateşiyle kavrulan ciğerin halinden anlamaz.
-rahmetullahi aleyh-
Kaynaklar : Tabakatu’s-Sûfiyye, s. 176-179; Hilyetü’l-evliya, X, 314-315; Sıfatu’s-Safve, II. 443-444; Nefehatu’l-üns (trc. Lamiî Çelebi), 162-163; Kuşeyrî, er-Risale, l, 125-126; Keşfu’l-Mahcub, l, 246-247. el-Kevakibu’d-dürriyye, II, 14-16; Şaranî, et-Tabakatu’l-kübra, l, 75; İbnu’l-Mulakkın, Tabakatu’l-evliya, s. 81-88; Tezkiretü’l-evliya (trc. S. Uludağ), s. 532-534.