Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

AHMED YESEVÎ ve YÛNUS EMRE Karşılaştırma ve Değerlendirme

Türklerin Müslüman oluşu ve Anadolu’nun İslâmlaşması sürecinde etkili olmuş en önemli şahsiyetlerden birisi Ahmed Yesevî (ö.562/1162) ise diğeri Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (ö.672/1273)’dir. Anadolu’da tasavvufî düşüncenin halk kitleleri tarafından sevilip benimsenmesinde ve Türk tekke ve tasavvuf edebiyatının gelişmesinde en büyük pay sahibi ise Yûnus Emre (ö.720/1321)’dir.[1]

1993 yılının (doğumunun 900. yılı) UNESCO tarafından Ahmed Yesevî yılı ilan edilmesi Yesevî’nin başta Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri olmak üzere bütün dünyada yeniden incelenmesini ve tanınmasını sağladı. Bu münâsebetle ülkemizde, Türk Cumhuriyetlerinde ve dünyada onlarca sempozyum düzenlendi, yüzlerce tebliğ sunuldu ve bir o kadar makale yayınlandı.[2]

2007 yılının Mevlânâ yılı olması onun tanınması ve tanıtılması açısından büyük bir hizmet gördü. Ülkemizde, İran ve Afganistan’da uluslar arası bilimsel toplantılar yapıldı. Yüzlerce tebliğ sunuldu, pek çok kitap ve makale yayınlandı. Bir yandan Türkiye Mevlânâ’yı tanıyıp tanıtırken bir yandan da belki Mevlânâ, Türkiye’yi tanıttı. Özellikle Amerika ve Avrupa’da Mevlânâ’dan yapılan çeviriler, batı insanının ihtiyaç duyduğu duygusallığı ve empatiyi ona aşılayacak düzeydeydi.

2009 yılının Hacı Bektâş Velî (ö.1271) yılı olarak ilan edilmesi de ayrı bir önem arz etmektedir. Yûnus Emre’nin de evrensel düzeyde tanınması ve tanıtılması için çalışmalar yapılması ve belki UNESCO tarafından önümüzdeki yıllardan birinin Yûnus Emre yılı ilan edilmesi gerektiği inancını ve böyle bir kararın Yûnus’un hak ettiği evrensel kabule vesile olacağı düşüncesini taşıyorum.

Sözünü ettiğimiz bu büyük gönül sultanları, ülkemiz insanının mânevî ve târihî kimliğinin dokunmasında; kardeş ülke, akraba ulus ve topluluklarda ortak paydaların oluşmasında son derece müessirdirler.

Biz bu tebliğimizde Ahmed Yesevî ve Yûnus Emre’nin birbirine benzeyen ortak noktalarını ve farklı yönlerini karşılaştırarak bu iki önemli tasavvufî şahsiyetin ülkelerimiz ve halklarımız adına ne kadar önemli olduğuna işâret etmeye çalışacağız. Takdîr edileceği gibi bir tebliğ çerçevesinde bu iki büyük insanın bütün yönleriyle karşılaştırılıp mukâyese edilmesi mümkün değildir. Bizim yapacağımız iş belki deryâdan bir katre mesâbesinde olacaktır.

Türklerin Müslümanlık ve Müslümanlarla karşılaşmalarının târihi, ikinci halîfe Hz. Ömer devrine kadar uzanır. Ancak Türklerin yaşadığı Mâverâünnehir bölgesinin Müslüman olması, Sâmâniler zamanındadır. Buhârâ ve Semerkand bölgesi, hicri II. asırdan îtibâren ilim merkezi hâline gelmiş ve pek çok mutasavvıf bu bölgede yetişmiştir. Horasan olarak bilinen ve pek çok ilim ve tasavvuf ehline beşiklik eden bölge, Irak’tan Hindistan’a kadar, bütün İran, Türkistan ve Afganistan’ı içine alır. Bu yüzden Horasan diyârından gelen erenler ve orada yetişen âlimler, sadece Fars ırkından değil, belki Türk, Tacik ve Arap gibi orada yaşayan değişik ırklardandır.

Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Anadolu’ya gelen alperenlerin ekserisi Yesevî ya da Bâbâî dervîşiydi. Yesevî mensupları diğerleri gibi Anadolu ve Balkanlar’ın dîni dokusunu oluşturdular. Yesevîlik, XV. asırdan sonra aynı koldan ayrılan ve prensipleri birbirine yakın Nakşîbendîlik aracılığıyla tesirini ve dîni kimliğimizdeki izlerini sürdürdü. Yûsuf Hemedânî’nin halîfesi olan Yesevî Yesevîliği; Abdülhâlık Gücdüvâni de önceleri Hâcegâniyye denilen ve daha sonra Nakşibendîlik adını alacak olan yolu devam ettirmiştir. Nakşî tarîkatı kurucusu Muhammed Bahâeddin Buhârî’nin şeyhleri arasında bir Yesevî şeyhinin de bulunması bu iki tarîkat arasındaki târihi yakınlığın devamı sayılabilir.

Yesevîliğin bir kolunun da Bektâşîlik şeklinde devam ettiği, Hacı Bektâş Velî’nin bizzat Yesevî halîfesi olmasa bile, Lokman Perende vasıtasıyla ona bağlı bulunduğu Bektâşî velâyetnâmelerinde belirtilmektedir. Tarihi açıdan irtibatları pek kesin bilinmeyen Bektâşî ve Yesevî ilişkisi bazı delillerle kanıtlansa bile Bektâşîliğin daha sonra bozularak Yesevîlik izlerinden çıktığı görülmektedir.

YESEVÎ ile YÛNUS’UN DÜŞÜNCELERİNDEKİ BENZERLİKLER

İyi bir dînî ve mânevî eğitim görmüş olan Yesevî, Arapça, Farsça ve Türkçe biliyordu. Halkla Türkçe konuşuyor ve Türkçe şiirler söylüyordu. Bu yüzden de etrafında daha çok Türk halkı toplanıyordu. Ahmed Yesevî’nin “Hikmet”[3] adını verdiği şiirlerinde sanat endişesinden uzak “didaktik” mahiyette bir yoğunluk vardı. O, yazdığı hikmetleri, yaptığı vaaz, sohbet ve zikirleri sâyesinde halk üzerinde önemli tesirler icra etmişti.

Yûnus, Ahmed Yesevî gibi “meşâhir-i mechûle”den bilinmeyen meşhurlardandır. Yûnus, tahminen 638/1240 – 720/1320 yıları arasında yaşadı. Hayatı ile ilgili bilgiler ve belgeler pek sınırlıdır. Şiirlerinden iyi bir tahsil gördüğü, anadili Türkçeden başka Arapça ve Farsça bildiği; dîni ilimlerde belli bir derinlik kazandığı anlaşılmaktadır.

Gerek Ahmed Yesevî’nin gerekse Yûnus Emre’nin halk üzerinde tesir meydana getiren, değişik alanlardaki görüş ve düşüncelerini kendi eserlerinden alıntılarla karşılaştırmalı olarak şöyle tesbit edebiliriz:


1. Kur’an ve Sünnete Bağlılık Konusundaki Görüşleri

Yesevî halka Kur’an ve sünnete dayalı sağlam bir şerîat bilgisini vermeye çalışmış, sünnet çizgisinde bir dîni anlayış talîm etmiştir. Nitekim o der ki:

Mini hikmetlerim fermân-ı sübhân

Okup uksang heme ma’ni-i Kur’an

Mini hikmetlerim kân-ı hadîstir

Kişi bûy iltmese bilgil habîstur[4]

Sünnetleri muhkem tutup ümmet boldum

Yir astığa yalğuz kirip nûrğa toldum[5]

Yûnus da herkesi Kur’an ve sünnete uymaya, şer’i esaslara bağlanmaya çağırır. O söylediği sözlerin kitap ve hadîs kaynaklı olduğunu bizzat şöyle ifâde eder:

Yûnus’un sözü şiirden / Amma aslıdır kitaptan

Hadîs ile dinini k’ey / Bilgil sâdık olmak gerek[6]

2. Şerîat – Tarîkat İrtibatı Konusundaki Görüşleri

Yesevî daha önce bazı tarîk çevrelerinde görülen garip ve sapık fikirleri özellikle eski İran ve Hind düşünce sisteminden gelmiş ya da gelmesi muhtemel düşünceleri İslâm şerîatıyla tartmayı ve şerîata uymayanları reddetmeyi prensip edinmiştir. Nitekim şöyle derdi:

Post-i îmân şerîattır, mağz-ı tarîk

Tarîk kirgen Hak’tan ülüş aldı dostlar[7]

Şerîatge rast muvâfık tarîkatnı

Meşâyıhlar tarîka-i bih-bûd dirler[8]

Şeriat-tarîkat ilgisini ve tarîkate şerîatsız girenlerle mürşidsiz bu yolda iddia sahibi olanların şaşırıp yolda kalacaklarını da şöyle ifade ederdi:

Tarîkatke şerîatsız kirgenlerni

Şeytan kilip îmânını alır irmiş

Uşbu yolnı pîrsiz dâvâ kılganlarını

Sersân bolup ara yolda kalur irmiş[9]

Yûnus’a göre ise şerîat gemisine binmeden hakîkat denizinde yüzülmez: “Hakîkat bir denizdir, şerîat ânın gemisi”[10] diyen Yûnus, hakîkatin tarîkatsız, tarîkatın şerîatsız, şerîatın da ibâdetsiz olmayacağına inanır. Genellikle birbirinden ayrı gibi değerlendirilen muhabbet ve ibâdet kavramlarının birbirine bağlı olduğunu söyler. Çünkü ibâdetsiz muhabbet, oldurucu; muhabbetsiz ibâdet de erdirici olamaz. Yûnus der ki:

Müslümanım diyen kişi / Şartı nedir bilse gerek

Tanrının buyruğun tutup / Beş vakit namaz kılsa gerek.

Tanla durup başın kaldır / Ellerini suya daldır

Nefs düşmandurur öldür / Nefs hemîşe ölse gerek.[11]

Her kim bu sözden almadı / Beş vakit namaz kılmadı

Bil ki Müslüman olmadı / Ol tamuya girse gerek.[12]

Evinde helâline / Beş vakit namaz öğretgil

Öğüdün tutmaz ise / Yazığı yoktur boşa.[13]

Namaz kılmayana sen / Müslümandır deme gil

Hergiz müslüman olmaz / Bağrı dönmüştür taşa.[14]

3. Tasavvuf ve Tarikat Anlayışları

Yesevî, kulu ahlâk ve tasavvufî kemâle erdirmek için gerekli olan riyâzat yolunu tuttuğunu söyler. Çünkü riyâzat ve mücâhede, ahlâkî kemâle ermede ibâdet ve tâat gibi son derece etkilidir. O tasavvufta riyâzatın önemini şu ifâdelerle anlatmaktadır:

Bismillah dip beyân eyley hikmet aytıp

Taliplerge dürr ü güher saçtım muna

Riyâzetni katığ tartıp kanlar yutup

Min defter-i sânî açtım muna[15]

Tasavvuf yolunun temel esâsı bir pîrin eteğini tutup onun rehberliğinde yürümektir. Mürşidsiz bu vadiden geçilmez. Nitekim Yesevî şöyle der:

Pîr eteğin tutup âşık yolğa girse

Haknı izlep iki közi giryân bolur.[16]

Yûnus’a göre de ahlâkî yükseliş mâneviyât yolundan geçer. Mânevî bir yola girmeden terakkî imkansız denecek kadar zordur. Bu yüzden o mâneviyat yolunun şartlarını şöyle anlatır:

Yol oldur ki doğru vara / Göz oldur ki Hakk’ı göre

Er oldur alçakta dura  / Yüceden bakan göz değil.

Doğru yolda gittin ise / Er eteğin tuttun ise

Bir hayır da ettin ise / Birine bindir az değil.

Yûnus bu sözleri çatar / Sanki balı yağa katar

Halka metâların satar / Yükü gevherdir tuz değil.[17]

Mâneviyât, mürşidsiz geçilmeyen bir vadidir. Yûnus bu yolun bir mürşidin irşâdı olmadan gerçekleşmeyeceğini: “Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz”[18] nakaratlı ilâhisi ile anlatmaktadır.

4. Nefsi Bilmek ve Engelini Aşmak Konusundaki Görüşleri

Yesevî genel kabule uyarak Hakk’ı tanımanın yolunun kendini tanımaktan geçtiğini; nefs engelini aşarak Hakk’a ulaşmanın mümkün olduğunu söyler:

Özini bildi irse Hak’nı bildi

Hudâ’dın korktı vü insafğa kildi[19]

Hayfa Adem öz kadrını özi bilmes

Menlik kılıp yahşılarnı közge ilmes[20]

Kul Hâce Ahmed nefs tağıdın çıkıp aştı

Yürek bağrı cûş uruban kaynap taştı[21]

Yûnus’a göre de nefsi bilmek ve kendini tanımak, Hakk’a varmanın ön şartıdır. Nitekim: “Kendini tanıyan Rabbını da tanır”[22] buyrulmuştur. İlimden, irfandan, tasavvuftan maksad hep kendini tanımak, Hakk’a yol bulmaktır:

İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin / Ya nice okumaktır.

Okumaktan mânâ ne / Kişi Hakk’ı bilmektir

Çün okudun bilmezsin / Ha bir kuru emektir.

Okudum bildim deme / Çok tâat kıldım deme

Eri, Hakk bilmezsen / Abes yere yelmektir.

Dört kitabın mânâsı / Bellidir bir elifde

Sen elifi bilmezsin / Bu nice okumaktır.

Yigirmi dokuz hece / Okusan uçtan uca

Sen elif dersin hoca / Mânâsı ne demektir?

Yûnus Emre der hoca / Gerekse var bin hacca

Hepsinden iyice / Bir gönüle girmektir.[23]

Bir başka şiirinde de şöyle der:

İlim okumak bilmektir / Hem kendüyü bilmektir

Çünkü kendin bilmezsin / Bir hayvandan betersin.[24]

Tasavvufta nefs, Allah yolunda en büyük engeldir. Onu aşmadan Hakk’a ulaşmak mümkün değildir. Nefsin insana kurduğu en büyük tuzak da tûl-i emeldir. Yûnus der ki:

Dost sevgisin gönülde / Can ile berkitmeyen

Tûl-i emel defterin / Dürmeyen âşık mıdır?

Nefs dirliğinden geçip / Aşk kadehinden içip

Dost yoluna er gibi / Durmayan âşık mıdır?

Dün ü gün riyâzet çekip / Halvetlerde diz çöküp

Sohbetlerde baş çatıp / Yanmayan âşık mıdır? [25]

5. Nefse Hâkim Olmanın İlacı Aşk Konusundaki Görüşleri

Ahmed Yesevî tasavvufî edebiyatın şuttâr; aşk ve cezbe mektebinin mensubudur. Onun anlayışında zühd ve riyâzatın belli bir yeri olmakla beraber aşkın yeri çok daha öndedir. Nitekim o şöyle söyler:

zâhid bolma âbid bolma âşık bolgıl

mihnet tartıp ışk yolıda sâdık bolgıl[26]

Leylî Mecnûn Ferhâd Şîrîn Vâmık bolgıl

Âşık bolmay hak dîdârın körse bolmas[27]

O aşkın sâdık, sûfînin samîmî olanını sever ve der ki:

Yalgan âşık yalgan sûfî kördüm sögdüm

Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge[28]

Ahmed Yesevî’nin yaptığı en önemli hizmetlerden biri de Orta Asya’nın hareketli, ele avuca sığmayan sert ve hırçın tabîatlı insanına İslâm’ın sevgi, tasavvufun aşk anlayışını başarıyla anlatabilmesidir.

Işksızların hem cânı yok hem îmânı,

Resûlullah sözin aydın ma’na kânı

Işksız kişi, Âdem irmes anglasangız.

Bî-muhabbet şeytan kavmi tınlasangız.[29]

Yesevî’ye göre aşk ilâhî bir lütuf olmakla birlikte kişinin içini aydınlatan ve arındıran bir özelliğe sahiptir. Nitekim o der ki:

Subhân izim bendesiğe lutf eylese

İçi yarup taşı köyüp biryân bolur[30]

Yûnus’a göre aşk, nefse hâkim olmanın ilacıdır. Âdem’in karanlığını giderecek, bizi hüsn-i mutlaka götürecek ancak odur. Aşk-ı mecâzî, hakîkî aşka eriştirilebildiği takdirde işe yarar. Bu yol çok uzun ve tehlikelidir. Fakat o makama eren, hiçlikten, şerden, çirkinlikten kurtulur. Mutasavvıflara göre Kur’an’da aşk kelimesi geçmese de: “İnananlar Allah’ı eşedd-i hubb/aşırı sevgi ile severler”[31] âyetini buna delil sayarlar. Ayrıca Hz. Peygamber’in dilinden: “Kulum bana nâfilelerle yaklaşmaya devam eder. Hatta ben onu severim onu sevince de gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum…”[32] hadîs-i kudsîsi de bunu teyid eder. Bu âyet ve hadîse isnadla tasavvuf literatürüne giren aşk, zamanla çok önemli bir boyut kazandı. Kurtuluş vesilesi sayıldı, nitekim Yûnus da öyle düşünmektedir:

Aşktır bu derdin dermânı / Aşk yolunda verem cânı

Yûnus Emre eydir bunu / Bir dem aşksız olmayayım.[33]

Ben yürürüm yana yana / Aşk boyadı beni kana

Ne âkılem ne dîvâne / Gel gör beni aşk neyledi.

Gâh eserim yeller gibi / Gâh tozarım yollar gibi

Gâh akarım seller gibi / Gel gör beni aşk neyledi.

Miskin Yûnus bîçareyim / Baştan ayağa yâreyim

Dost ilinde âvâreyim / Gel gör beni aşk neyledi.[34]

Yûnus’a göre aşk, bütün vücûdu sarıp gönül sevgiyle dolunca insan âdetâ bir sevgi çağlayanı olmaktadır:

Aşkın aldı benden beni / Bana Seni gerek Seni

Ben yanarım dün ü günü / Bana Seni gerek Seni

Ne varlığa sevinirem / Ne yokluğa yerinirem

Aşkın ile avunurem / Bana Seni gerek Seni

Aşkın âşıklar öldürür / Aşk denizine daldırır

Tecelli ile doldurur / Bana Seni gerek Seni

Aşkın şarabından içem / Mecnûn olup dağa düşem

Sensin dün ü gün endişem / Bana Seni gerek Seni

Eğer beni öldüreler / Külüm göğe savuralar

Toprağım anda çağıra / Bana Seni gerek Seni

Sûfîlere sohbet gerek / Ahîlere ahret gerek

Mecnûnlara Leyli gerek / Bana Seni gerek Seni

Yûnusdurur benim adım / Gün geldikçe artar odum

İki cihanda maksûdum / Bana Seni gerek Seni [35]

Yûnus aşk ile vuslata erip Hakk’ı bulunca gözünde dünya ve mâsivâ küçülmüş ve ağzından şu beyitler dökülmüştür:

Canlar cânını buldum / Bu cânım yağma olsun

Assı ziyandan geçtim / Dükkanım yağma olsun.

Ben benliğimden geçtim / Gözüm hicâbın açtım

Dost vaslına eriştim / Gümânım yağma olsun.

İkilikten usandım / Birlik hânına kandım

Derd-i şarâbın içtim / Dermânım yağma olsun.

Varlık çün sefer kıldı / Dost andan bize geldi

Viran gönül nur doldu / Cihanım yağma olsun.

Yûnus ne hoş demişsin / Bal u şeker yemişsin

Ballar balını buldum / Kovanım yağma olsun.[36]

6. Halk Sevgisi ve Halka Hizmet Konusundaki Görüşleri

İslâmî telakkîde Hakk sevgisinden sonra halka merhamet ve sevginin herkese ve her şeye şâmil olması gerekmektedir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in şefkat ve merhameti bütün varlıklar için olduğu gibi insanlık âlemi için de cihânşümûl bir vasfa sahipti. O, bir gün şöyle buyurdu: “Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” Sahâbîler dedi ki: “Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” Allâh Rasûlü şöyle buyurdu: “Benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhametiniz değil, bilakis bütün yaratılanlara şâmil olan merhamettir.”[37]

Yesevî bu temel esasa dayalı olarak halk sevgisini bütün yaratıklara teşmil ediyor ve insanlara şefkat nazarıyla bakmayı şöyle öğütlüyordu:

Sünnet irmiş, kâfir bolsa birme âzâr

Köngli katığ dil-âzârdın Hudâ bî-zâr.

Allah hakkı andağ kulğa siccîn tayyâr

Dânâlardın iştip bu söz aydım muna[38]

Yesevî yıkık gönüllü insanlara merhem, derdli insanlara dermân ve hemdem olmayı halk sevgisinin gereği olarak görmekte ve şunları söylemektedir:

Kayda körseng köngli sınuk merhem bolğıl

Andağ mazlum yolda kalsa hemdem bolğıl

Rûz-i mahşer dergâhığa mahrem bolğıl

Mâ ve menlik halâyıktan kitçim muna[39]

Garip, düşkün, yetim herkesi arayıp sormayı ve onlara hizmet etmeyi hak rızâsına uygun bir iş olarak gören Yesevî şöyle der:

Garip fakîr yetimlerni her kim sorar

Râzi bolur ol bendedin Perverdigâr

Ey bî-haber sin bir sebeb özi asrar

Hak Mustafâ pendin iştip aydım muna[40]

Hakk ile vuslata eren Yûnus ise her yaratıkta Hakk’ın eserini gördüğünden bütün varlıklara sevgi nazarıyla bakmaya başlar ve der ki:

Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü

Yaradılanı severiz / Yaradanından ötürü.[41]

Yaratıklar içinde hiç şüphesiz en çok sevgiye layık “eşref-i mahlûkat” olan insandır. Çünkü o Hakk’ın halîfesi, mükerrem ve ahsen-i takvîm sûrette yaratılan bir varlıktır. Tasavvuf kitapları insanlığa hizmet menkıbeleriyle doludur. Ubeydullah Ahrar: “Biz bu yolda ne buldu isek hizmette bulduk, tasavvuf kitapları okuyarak değil” der. İnsan, insanlık hizmetinde bulunmalı çevresine daima hâmi ve hizmetkâr olmalıdır. Yûnus der ki:

Yaprağı derdli için derman ola / Gölgesinde çok hayırlar işlene

Nefesinden misk ü anber tüte / Budağından il ü şâr yemişlene[42]

Tasavvufta hastalara hizmetin sülûkte ayrı bir yeri vardır. Nitekim Şâh-ı Nakşbend, Hâce Muhammed Pârsâ gibi mürşidler yatalak hastalara hattâ uyuzlu köpeklere hizmet etmişlerdir. Yûnus da der ki:

Bir hastaya vardın ise / Bir içim su verdin ise

Yarın anda karşı gele / Hakk şarabın içmiş gibi[43]

7. Gönül ve Kalb Konusundaki Görüşleri

İnsanda ruh, gönül ya da kalb adı verilen Hakk’ın nefhası olan latif bir değer vardır ki o, Hakk’ın tecelligâhı sayılır. Yesevî sünnet üzere yaşayarak katı gönüllü olmaktan uzak durmak konusunda şunları söyler:

Sünnet irmiş, kâfir bolsa birme âzâr

Köngli katığ dil-âzârdın Hudâ bî-zâr.[44]

Yûnus gönlün değerini bilmemizi ister ve der ki:

Gönül Çalab’ın tahtı / Çalab gönüle baktı

İki cihan bedbahttı / Kim gönül yıkar ise.[45]

Ak sakallı pir koca / Bilinmez hâli nice

Emek vermesin hacca / Bir gönül yıkar ise.[46]

Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi / Elin yüzün yumaz değil.[47]

Yûnus’un gözünde ve hakîkatte gönül Kâbe’den üstündür. Çünkü gönül Hakk’ın tecelligâhıdır.

Gönül mü yeğ Kâbe mi yeğ / Eyit bana ey aklı eren

Gönül yeğ durur zîrâ kim / Gönüldedir dost durağı[48]

Çünkü insan bu durağa gönüller yapmağa gelmiştir:

Ben gelmedim dâvî için / Benim işim sevi için

Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmağa geldim.[49]


8. Türkçe’yi Tasavvuf Dili Haline Getirmeleri

Yesevî Türkçe şiirler söyleyen ve muhataplarına Türkçe konuşan bir mürşiddir. Onun türk alemindeki etkisi genellikle bu özelliğiyle yakından alakalıdır. Kendisinden önce türk asıllı âlim ve sûfîlerin hilâfına o kendi dilini kullanmayı tercih etmiş ve bu dilin tasavvuf ve din dili olmasına ilk harcı koymuştur. Onun başlattığı bu hizmet gerek doğu Türkleri sayılan Orta Asya Türkleri arasında gerekse Batı Türkleri kabul edilen Azerbaycan ve Anadolu Türkleri arasında yeni bir cereyan gibi yerleşmiş, tutunmuş ve gelişmiştir. Yesevî’den sonra onun açtığı muhitte pek çok tasavvufî halk ve tekke edebiyatı şâiri yetişti. Hatta Yûnus’un yetişmesi bile onun hazırladığı ortamda gerçekleşti. Yûnus Batı Türkleri arasında Türkçe’yi en güzel biçimde kullanarak halkı din ve tasavvufa ısındıran söz ustalarından birisi hatta birincisidir. Yûnus Yesevî’nin açtığı yolda ilerlemiş olduğundan onun şiirlerinde Yesevî izleri açıkça görülmektedir. Nitekim aşağıda Yesevî ve Yûnus’a aid şiir âdeta mahallî lafızlarla birbirinin aynı gibidir:

Yesevî                                                 Yûnus

Aşkın kıldı şeydâ mini                                    Aşkın aldı benden beni

Cümle âlem bildi mini                                   Bana Seni gerek Seni

Kaygum sinsin tüni küni                     Ben yanarım dün ü günü

Minge sin ok kireksin[50]                       Bana Seni gerek Seni[51]

Hâca Ahmeddür minim atım             Yûnusdurur benim adım

tüni küni yanar otım                                    Gün geldikçe artar odum

İki cihânda ümîdim                            İki cihanda maksûdum

Minge sin ok kirek sin[52]                             Bana Seni gerek Seni [53]

SONUÇ

Ahmed Yesevî Türk tasavvuf ve edebiyatının ilk mihver şahsiyetidir. Türk dünyası tasavvufu ve tasavvufî edebiyatı onun şiirlerinde tanımış ve sevmiş, onun mürîd ve halîfeleri sayesinde bu âlemle tanışmıştır.

Fikir ve duyguda Mevlânâ ve İbn Arabî izleri taşıyan Yûnus ise, ifâde ve üslûpta Ahmed Yesevî yolundadır. Yûnus’un ilâhileri, Yesevî’nin hikmetleri gibi hece vezninde, sade bir söyleyiş ve sehl-i mümteni tarzındadır. Ancak lirizm ve coşkunluk açısından Yesevî’nin şiirlerinden daha zengindir. Bu iki sûfî şâir yer yer aynı düşünceleri kendi şiirleriyle terennüm ettikleri intibaı uyandırmaktadırlar.

Yesevî de Yûnus da, sanat ve sanatkarlık endişesiyle hiç ilgilenmemişlerdir. Her ikisi de sırf, rûh dünyalarını ve rûhî heyecânlarını, ihtilaçlarını ve ilhâmlarını terennüm etmişlerdir. Onları buna teşvik eden âmil, bütün mutasavvıflarda olduğu gibi gönüllerindeki vahdet coşkusu ve kalblerindeki irşâd arzusudur. Özellikle Yûnus’un sanatkârlığından habersiz olması, onu büyük sanatkâr saymamıza mâni değildir. Çünkü şiirlerinde Yesevî’den farklı olarak yüksek edebî bir heyecan ve sanat vardır. Yesevî ve Yûnus arasındaki yakınlığı şu maddelerle sıralamak mümkündür:

1. Yûnus ve takipçileri Yesevî yolunda gitmişlerdir.

2. Yesevî ile Yûnus’un sanat unsurları birbirinin aynıdır. Ancak Yûnus’ta çok yüksek tasavvufî duygular vardır. Yesevî’deki ta’lîmî (öğretici-didaktik) kuru hava, Yûnus’ta yerini lirizme, coşku ve canlılığa bırakır.

3. Yesevî, tarîkat kurucusudur. Yûnus tarîkat kuracak tesir ve nüfuz gösterememekle birlikte Yesevî’den çok daha sanatkardır. Türk edebiyatında ondan güçlü bir mutasavvıf şâir yetiştiğini söylemek mümkün değildir.

4. Yesevî’nin “vahdet-i vücûd” kavram ve sembollerini kullanmada Yûnus kadar başarılı olduğunu söylemek zordur.

5. Yesevî de Yûnus da şiirlerini Türkçe ve hece vezniyle yazmışlardır.

6. Yesevî mensuplarının açtıkları tekke ve dergâhlar, Anadolu, Kafkasya ve Balkanlar’da Ahmed Yesevî’nin yolunu ve adını yaşatırken, Yûnus’un şiirleri ise bu dergâhlarda ses, söz ve ahenk olmuş, insanların gönül tellerini titreterek ilâhî aşk heyecânını kalblere nakşetmiştir.


KAYNAKÇA

Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yayınları, Ankara 1976.

Kemal Eraslan, Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983.

Mehmet Şeker-Necdet Yılmaz, Ahmed Yesevî Hayatı, Eserleri, Tesirleri, Seha Neşriyat, İstanbul 1996.

Mustafa İsen-Cemal Kurnaz-Mustafa Tatcı, Yesevîlik Bilgisi, Ahmet Yesevi Vakfı Yayınları, Ankara 1998.

Mustafa Tatcı, Yunus Emre Külliyâtı – Âşık Yûnus Dîvânı, MEB Yayınları, İstanbul 2005,

Mustafa Tatçı, Yunus Emre Külliyâtı – Yûnus Emre Dîvânı – Tahlil, MEB Yayınları, İstanbul 2005.

Mustafa Tatçı, Yunus Emre Külliyâtı – Yûnus Emre Dîvânı – Tenkitli Metin, MEB Yayınları, İstanbul 2005.

Necdet Tosun, “Yesevîliğin İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb, İLAM Araştırma Dergisi, c. II, sy. II Aralık 1997, s. 41-85.

[1] Ahmed Yesevî ve Yûnus Emre ile ilgili Türkçe’de ilk ve en değerli çalışma Prof. Dr. Fuad Köprülü’ye aiddir: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1976, DİB yayınları.

[2] Bu tebliğ ve makalelerin çoğu şu iki eserde toplanmıştır:

a)Mustafa İsen-Cemal Kurnaz-Mustafa Tatcı, Yesevîlik Bilgisi, Ahmet Yesevi Vakfı Yayınları, Ankara 1998.

b) Mehmet Şeker-Necdet Yılmaz, Ahmed Yesevî Hayatı, Eserleri, Tesirleri, Seha Neşriyat, İstanbul 1996. Bunlardan başka da bu konuda yayınlanan makalelerden bazıları şunlardır: Necdet Tosun, “Yesevîliğin İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb, İLAM Araştırma Dergisi, c. II, sy. II Aralık 1997, s. 41-85; Dosay Kenjetay, “Hoca Ahmed Yesevî: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarîkatı ve Tesiri”, Tasavvuf Dergisi, sy. II, Aralık 1999, s. 105-129; Dosay Kenjetay, “Yesevî Kültürü ve İlmi Ateizm”, Tasavvuf Dergisi, sy. III, Nisan 2000, s. 167-178; Kadir Özköse, “Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet”, Tasavvuf Dergisi, sy. XVI, Ocak 2006, s. 293-312.

[3] Ahmed Yesevî’nin hikmetleri ilk defa yeni harflerle Kemal Eraslan tarafından yayınlanmıştır: Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara 1983, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

[4] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 276/13-14.

[5] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 62/23.

[6] Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Dîvânı, İstanbul 2005, s. 140, 137/9.

[7] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 86/15.

[8] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 37.

[9] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 222.

[10] Yûnus Emre Dîvânı, s. 51, 38/2.

[11] Yûnus Emre Dîvânı, s. 139, 136/1-2.

[12] Yûnus Emre Dîvânı, s. 139, 136/8.

[13] Yûnus Emre Dîvânı, s. 327, 341/4.

[14] Yûnus Emre Dîvânı, s. 327, 341/6.

[15] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 54/1.

[16] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 196/1.

[17] Yûnus Emre Dîvânı, s. 164, 166/3,5,6.

[18] Mustafa Tatcı, Âşık Yûnus, İstanbul 2005, s. 58, 60/1.

[19] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 32.

[20] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 148/9.

[21] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 256/5.

[22] Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 361.

[23] Yûnus Emre Dîvânı, s. 101, 91/1-5.

[24] Yûnus Emre Dîvânı, s. 245, 248/5.

[25] Yûnus Emre Dîvânı, s. 49, 36/1-5.

[26] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 120/11.

[27] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 32.

[28] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 66/9.

[29] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 30-31.

[30] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 31.

[31] el-Bakara, 2/165.

[32] Buhârî, Rikâk 38.

[33] Yûnus Emre Dîvânı, s. 263, 269/8.

[34] Yûnus Emre Dîvânı, s. 386, 404/2-9.

[35] Yûnus Emre Dîvânı, s. 367, 381/1-10.

[36] Yûnus Emre Dîvânı, s. 264, 271/1-8.

[37] Hâkim, Müstedrek, IV, 185/7310.

[38] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 62/22.

[39]Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 54/3.

[40] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 58/15.

[41] Mustafa Tatçı, Yunus Emre Dîvânı-Tahlil, s. 17

[42] Yûnus Emre Dîvânı, s. 315, 324/2-3.

[43] Yûnus Emre Dîvânı, s. 374, 388/5.

[44] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 62/22.

[45] Yûnus Emre Dîvânı, s. 289, 299/5.

[46] Yûnus Emre Dîvânı, s. 289, 299/3.

[47] Yûnus Emre Dîvânı, s. 163, 166/1.

[48] Yûnus Emre Dîvânı, s. 352, 366/7.

[49] Yûnus Emre Dîvânı, s. 176, 179/2.

[50] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 326.

[51] Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Dîvânı, s. 367, 381/1.

[52] Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 326/10.

[53] Yûnus Emre Dîvânı, s. 367, 381/1-10.