1987 – Haziran, Sayı: 016, Sayfa: 027
Adı Ahmet bin Asım, künyesi Ebu Ali ve Ebu Abdullah, nisbesi el-Antakî’dir. Antakya’dan itibarlı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Gençliğinde uzun yıllar ilim tahsili ile meşgul oldu. Tebe-i tabiîn nesline yetişti. Fudayl bin İyad ve Haris Muhasibi gibi ünlü sofilerle görüştü.
Ebu Süleyman Darani’ye mürid oldu. Bişr Hafî ve Seriyy Sakatî ile çağdaşı Ahmed bin Ebi’l-Havarî’nin de üstadıdır. Melamet konusunda Hamdun Kassar’dan önce söz söyleyen ilk sofilerden sayılır. O’na ait olduğu sanılan iki eseri vardır:
Kitabu’ş-şubuhat ve Kitabu devai dai’l-kulub. Bazı kaynaklardan Ebu Nuaym el-Isfahan’nin Antakî’nin bu ikinci eserinden alıntılar yaptığı önü sürülür. Vefatı 239/853’dür.
Üstadı Ebu Süleyman Daranî onun hakkında: “O, kalplerin casusudur” derdi. Çünkü çok keskin bir zekaya sahipti. Nitekim onun şu sözü belki kendi halinin itirafıydı: “Hak dostlarının yanında kalplerinize sahip olun. İçinizde sadece sadakat ve iyilik duygusu bulunsun. Çünkü onlar kalplerin casuslarıdır. Kalplerinize girip çıkarlar, gönül aynanıza bakarlarda hiç haberiniz bile olmaz.”
Antakî, ameli Allah’a yakınlık mefhumu ile ele alır ve amelsizlik için “İsyan” tabirini kullanırdı. İsyanın insanın maddi yapısı ile ilgili olanlarına “zahirî isyan”, manevî ve ruhi yapısı ile alakalı olanlarına da batini isyan adını verirdi. Allah’a yakınlık için ilk şartın batınî isyanı terk olduğunu belirtirdi.
Sordular:
– Allah’a iştiyak ve özlem duyuyor musun?
– Hayır, dedi.
– Neden? diye soranlara:
– Çünkü iştiyak ve özlem gaib olan; uzakta bulunan için söz konusudur. Huzurunda bulunulana ve her an hazır olana iştiyak ve özlem duyulmaz ki? diye cevap verdi.
Allah’tan korkup yine ondan ümit var olmanın alametlerini şöyle anlatırdı: Allah korkusunun alameti günahtan kaçınmak,O’ndan ümitvar olmanın alameti de sevap talep etmektir.”
Kulda Allah’tan ümidvar olma duygusunun alametini bir başka defasında şöyle belirtmişti: “Lütuf insanı kuşatınca Hakk Teâlâ’nın dünyadaki nimetinin tam, ahiretteki bağışlamasının eksiksiz olacağı ümidiyle kendisine şükür duygusunun ilham edilmesidir.
Çağındaki müslümanların haline bakıp: “Ben İslâm dininin bu kadar garip duruma düşeceği bir zamana erişeceğimi sanmazdım.” derdi. Kendisine:
– Şimdi İslâmiyet, garip bir halde mi? diye soranlara:
-Evet, hem de nasıl? Mesela bir alimi görmeye sohbetinden istifade etmeye gidiyorsun, fakat umduğunu bulamıyorsun. O baş alma sevdasında halktan saygı bekliyor; ilmiyle dünyalık kazanma peşinde. Kendini ibadete vermiş abidlere bakıyorsun, bir kenara uzlete çekilmiş, zahirde ibadetle meşgul; fakat nefsine aldanmış ve ibadetiyle mağrur. İbadetin adabına riayet etmediği için iç dünyasında ibadetin bir tesiri yok. Alimler de abidler de sanki birer yırtıcı mahluk. Bunlara bakıp ibret almalı, diye karşılık verirdi.
MA’RİFET-İ İLAHİYYE:
Kendisine marifetten sordular, şöyle cevap verdi:
– Marifetin üç derecesi vardır.
Birincisi Kahhar olan Allah’ın birliğini kabul.
İkincisi Allah’ın dışında (masiva) ile kalbi alakayı kesmek.
Üçüncüsü hiç kimsenin tarif edemiyeceği vehbî bir derecedir.
Marifetin ileri derecesi demek olan yakin hakkında şöyle konuşurdu: “Yakin, bir kalbe yerleşince onu nurla doldurur, içindeki şek ve şüphe pisliklerini arıtır. Bunun neticesinde kalpte şükür ve Allah korkusu meydana gelir.
Derdi ki: “Ariflerin marifetleri kadar hiçbir kimseye ve hiçbir şeye gıpta etmedim.” Çünkü kulun Allah’tan korkup utanmaması nefsi hakkındaki marifetinin azlığındandır. Allah hakkında en çok marifet sahibi olan ondan en çok korkandır.
MUHABBET-İ İLAHİYYE:
Sordular:
– Muhabbet-i ilahiyye (Allah sevgisi) nedir? Şöyle cevap verdi:
– Muhabbet sahibinin konuşması az, tefekkürü daimi, yalnızlığı çok, susması aralıksız olur. Kendisine bakanları görmez; çağrılınca duymaz (gaybet hali) musibete uğrayınca üzülmez, nimete kavuşunca sevinmez (rıza makamı) Allah’tan başkasından ümit var olmaz.
Müridlerini isar yani kardeşini nefsine tercih duygusuyla yetiştirmeye özen gösterirdi. Nitekim ihvanından otuz kadarıyla bir gece birlikte sofraya oturmuşlardı. Ekmek azdı. Ahmed Antakî, ekmekleri bölüştürdü ve ışığı söndürüverdi. Karanlıkta ağızlar oynamaya başlamıştı. Mum tekrar yandığında ekmek dilimlerinin yerli yerinde durduğu görüldü. Herkes kardeşini kendisine tercih ederek önündekini kardeşinin önüne sürmüştü.
Ona göre en faydalı fakirlik, insanın hoşlanarak tahammül gösterdiği fakirlikti. Yani sebeplere değil, sebeplerin sahibi Allah’a sarılmaktır. Zenginlik sebebe güvenmekti . Sebebi bırakan Hakk ile, sebebe güvenen halk ile nefsiyledir. Çünkü sebepleri terk, keşf ve temaşa mahallidir.
İhlas, bir amel yapınca bununla anılmayı arzu etmemen, saygı görmeyi istememen. Amelinin sevabını Allah’tan başkasından beklememendir. En faydalı ihlas ise riyayı, yapmacıklığı ve olduğundan fazla görünmeyi senden uzaklaştıran ihlastır. En büyük tevazu da sendeki kibri def edip öfkeyi öldüren tevazudur.
Günahla ilgili şunları söylerdi:
“Günahın en zararlısı, bilmeden şuursuzca yaptığın taattır. Çünkü bunun sana verdiği zarar, bilmeden yaptığın günahtan daha beterdir. Günahın azını küçümseyip basit gören büyüğüne yakalanıverir.”
Şöyle nasihat ederdi:
Geriye kalan bir kaç günlük ömrünü ganimet bil şu kısa ömrünü, doğru dürüst geçir ki eski yaptığın günahlar bağışlansın.
Kalbin devası beş şey iledir, derdi:
1. Salihlerle oturup kalkmak,
2. Kur’an okumak,
3. Mideyi boş tutmak,
4. Gece namazı kılmak,
5. Seher vakti Allah’a iltica.
Rahmetullahi aleyh
Kaynaklar: Sülemî, Tabakatu’s-süfiyye, 137-140; Hılyetu’l-evliya, IX, 280-297; Keşfu’l-mahcub Terc. , 228; Sıfatu’s-safve, IV, 277-278; Tezkiretul-evliya, 410-412; Nefehat Terc, 143-144; Şaranî, I, 83; el-Kevakibu’d-dürriyye, l. 197-198
ÇEVREDEN ÇEVREYE
Ebu Said Sa’d bin Malik b. Sinan el Hudri (r.a.) den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur.
Sizden evvelkilerden bir adam vardı. Doksan dokuz kişiyi öldürmüştü. İnsanların en bilginini sordu. Kendisine bir Rahib gösterildi. Rahibe vardı ve 99 kişi öldürdüğünü, kendisi için tevbe etmenin imkanı olup olmadığını sordu. Rahib:
Yokdur, dedi. Onu da öldürüp yüzü tamamladı. Sonra dünya ehlinin en aliminin kim olduğunu sordu. Bir alim gösterildi. Ona vardı; Kendisinin 100 adam öldürdüğünü ve tevbesînin kabul edilip edilmeyeceğini sordu. O da:
Evet onunla tevbe arasına kim girebilir? Falan yere git, orada Allah’a ibadet eden bir takım kimseler vardır, onlarla beraber sen de ibadet et. Yurduna dönme. Zira orası fena bir yerdir dedi. O kimse derhal yola çıktı. Yarı yola vardığında ölümü yetişti. Onun hakkında rahmet ve azab melekleri münakaşa ettiler. Rahmet melekleri:
Bu adam tövbekar olarak, kalben Allah’a yönelerek geldi dediler. Azab melekleri ise:
O hiç bir hayır işlemedi dediler. Onlara insan suretinde bir melek geldi. Onu aralarında hakem yaptılar. O, iki yer arasındaki mesafeyi ölçünüz. Hangi tarafa daha yakın ise o oranındır dedi. Ölçtüler gitmek istediği yere daha yakın buldular. Bunun üzerine onun ruhunu rahmet melekleri aldılar.
Buhari Müslim
Sahihi Müslimdeki diğer bir rivayette:
O halkı iyi olan köye bir karış daha yakın idi, oranın halkından sayıldı. buyurulmuştur.