Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Afrika Gezi Notları: Neden Geç Kaldınız?

Altınoluk Dergisi, 2010 – Aralık, Sayı: 298, Sayfa: 046

Bugün adı sömürge ve açlıkla anılan Afrika kıtası, Müslümanların gönlüne asr-ı saâdette Bilâl-i Habeşi ve Habeş kralı Necâşi ile düşmüştü. Son birkaç yıldır Türkiye’nin siyâsî ve kültürel gündemine de giren Afrika, Hüdâyî gönüldaşlarının da üç yıla yakın bir süreden beri ilgi alanı hâline gelmişti.

Hüdâyî gönüldaşlarının dünyânın en fakîr üçüncü ülkesi olarak kayıtlara geçen Burkina Faso ile başlayan Afrika ilgisi Kamerun, Gana ve Mali ile devam etmektedir. Muhtelif hizmet alanlarının açıldığı ve pek çok insanın ülkemize getirildiği bu yöreleri yerinde görmek ve hizmetlerin akış süreci ile ilgili değerlendirmelerde bulunmak üzere Dr. Alican Tatlı ile birlikte 27 Ekim-2 Kasım 2010 târihleri arasında yaklaşık bir hafta süreyle Burkina Faso ve Mali’yi kapsayan bir seyahate gittik.

Seyahat, uçağımızın Kazablanka üzerinden Burkina Faso’nun başkenti Vagadugu (Ouagadougou)’ya inişi ile başladı. Havaalanına inince görüntüsünden zor şartların başladığı anlaşılıyordu. Burkina Faso’daki Türk ve yerli dostlarımız bizi karşıladılar ve otelimize yerleştik.

Ertesi gün bizi zorlu bir maraton bekliyordu. Otelde dört-beş saatlik istirahatten sonra Vagadugu İmam Hatip Lisesi’ne gittik. Şehrin merkezinde yer alan Medîne İmam Hatip Lisesi hazırlık ve dört sınıftan oluşan bir binâda yüz elli öğrenci ile eğitimine devam ediyor. İki yıl önce eğitim-öğretime başlayan bu okul, Türkiye’deki imam hatip lisesi modeline göre kurgulanmış. Fransızca resmî devlet dili ile kültür dersleri ve temel İslâmî bilimler meslek dersleri okutulmaktadır. Öğrencilerin pırıl pırıl aydınlık yüzleri ve okumaya hevesli tavırları dikkat çekmektedir. Teneffüslerinde bile mescid ve kütüphâne ortamından uzak kalmayan bu öğrencilere Türkiye’de okumuş öğretmenler ile muhtelif Arap ülkelerinde okumuş yerli öğretmenler eğitim vermektedir.

Uzun süre Fransız sömürgesi olarak kalan Burkina Faso ve Mali’de Fransız kültür ve eğitiminin izleri görülmektedir. İki tür eğitim kurumu dikkat çekiyor: Birincisi Franko sistemine bağlı batılı anlamda belli bir zümreye hitâb eden okullar. Diğeri ise fakîr ve yoksul halkın devam ettiği medrese tarzı mahallî okullar. Bu mekteplerde mahallî dil ile eğitim verildiği ve sâdece hafızlık yapıldığı için hayâta yönelik gerekli bilgiler verilmediğinden rağbetin son derece az olduğu görülmektedir. Zâten medreseyi bitirenlerin hayâta tutunmaları da çok zor. Bu yüzden Hüdâyî gönüldaşlarının imam hatip okulları bir can simidi gibi görülüyor. Çünkü buralarda hem kültürel, hem de dînî dersler verilmekte üniversiteye devam imkânı sağlanmaktadır.

Akşam saatlerinde şehrin varoşu sayılabilecek kenar mahallesindeki bir câmiye gidiyoruz. Burada yatsı namazını müteakip Medîne’de eğitim görmüş bir gencin cemâate ve özellikle küçük çocuklara verdiği eğitimi izleme şansı elde ediyoruz. Yaşları altı ile on dört arsasında değişen kırk kişilik öğrenci grubundan sevimli yavruların otuzuncu cüzün muhtelif sûrelerini ezberden okumaları, tecvîd, siyer, fıkıh ve ahlâk gibi alanlardaki sorduğumuz sorulara tatminkâr cevâblar vermeleri bizi heyecânlandırıyor. Dar ve zor imkânlar içinde bir câmi odasında böyle bir eğitimin verilmiş olmasını takdîrle karşılıyoruz.

29 Ekim Cuma günü hedefimizde Dr. Hâlid Sana’nın memleketi Dablo var. Dr. Hâlid, eğitimini Suriye ve Tunus’ta tamamlamış, talâkati çok düzgün, heyecânı yüksek, Türk muhibbi ve Osmanlı hayranı güzel bir insan. Ertesi gün onun âilece yaşadığı kasabadaki câmiinde cuma namazı kılıp cemâatiyle buluşacağız.

Başkente 200 km. mesâfedeki bu kasabanın yolunun ancak elli kilometrelik kısmı asfalt. Kalanı ise tamamen toprak yol. Yol toprak olunca da öndeki araçla arkadaki aracın birbirini tâkip edebilmesi için birkaç yüzmetrelik mesâfe gerekiyor. Yol boyunca ülkenin tabiî güzelliklerini ve bitki örtülerini seyrediyoruz. Yemyeşil denilebilecek bir arâzi ile karşı karşıya olduğumuzu görünce hayretimizi gizleyemiyoruz.

Demek ki buralara yağmur yağıyor ki bitki örtüsü bu kadar canlı ve yeşil. Ancak suya ulaşmak çok zor. Çünkü su, ya yağmur birikintilerinden toprağın üstünde kalan taaffün etmiş ve yemyeşil olmuş ya da toprağın birkaç yüz metre altında artezyen borularla ulaşılabilecek derinlikte. Bu yüzden su en kıymetli metâ. Kadınlar rengi yeşile dönmüş, güneşte ısınmış, çamurla su arası sıvıları su diyerek leğenlerle başlarında evlerine taşıyorlar. Yol boyunca gördüğümüz mahsuller, gövdesi îtibâriyle mısırı andıran, tepesinde süpürge tohumu gibi ürünleri bulunan bir tür bitkiden oluşuyor. Öğrendiğimize göre halkın en temel gıdâsı da süpürge tohumunu andıran bu bitkiden yapılan bulamaçlardan ibâretmiş. Genelde bir öğün yemek âdet. O da bulunabilirse. İkinci ve üçüncü öğünlere ulaşmak çok zor.

Dr. Hâlid’in memleketi Dablo’ya birkaç kilometre kala kasabanın girişinde karşılanıyoruz. Karşılayanlar arasında 1.95’lik boyu ve mütebessim çehresiyle gözlerimiz Dr. Hâlid’i hemen seçiyor. Tekbîr, tehlîl ve zikirler eşliğinde kasaba meydanına iniyoruz. Vakit cuma saati. Güneş tam zevâlde. Kasaba halkı iki sıra hâlinde başkentten ve Türkiye’den gelen misâfirleri karşılamak üzere bekleşiyor. Araçlarımızdan indiğimizde neşîdelerle, ilâhî ve zikirlerle coşuyorlar. Bizler de uzun kuyruklara aldırmadan hepsinin elini tek tek sıkarak onların hoş-âmedîlerine mukâbele ediyoruz. Çünkü bize söylenen oydu. Burada yaşayan insanlar için bir beyazın elini tutmak, onunla musâfaha etmek ayrıcalıktı. Hele bu Müslüman olunca daha bir önem kazanmaktaydı.

Yol boyunca gördüğümüz gibi Dablo’da da evler genellikle kerpiçten ve çatıları sazla örtülü. Öyle ev deyince de yüz metrekarelik mekân hatırınıza gelmesin. Ya 1.5-2 metre çapında kümbeti andıran yapılar ya da 2×2 ebadında binâlar. Karşılama seremonisinden sonra üstâd Hâlid’in betonarme evine giriyoruz. Orada leğen ibrikle abdestimizi tazeledikten sonra câmiye geçiyoruz. Câmiye yine etrafımızda gür sesli ve hazin okuyuşlu kişilerin salât u selâm ve kasîde-i bürde nağmeleri arasında gidiyoruz. Câmi oralara göre lüks sayılabilecek donanımı hâiz. Hutbeyi Dr. Hâlid Sana okuyor. Birinci hutbede Arapça olarak bizleri selâmlamak istercesine Fâtih Sultan MehmetHan’dan, onun Hz. Peygamber’in müjdesine mazhar bir sultan oluşundan ve Filistin’i Yahûdilere bırakmayan Abdulhamit Han’dan bahsediyor. Son derece âteşin bir hitap tarzıyla dinleyicileri coşturuyor. İkinci hutbede ise mahallî Mora diliyle konuşuyor ve tercümanımızın ifâdesine göre dinleyicileri etkileyecek şeyler söylüyor. Cemâatin, onun konuşmalarına kahkaha ile gülmesi, hitâbet ve talâkatteki başarısını gösteriyor.

On yıl önce Dablo fuhuş ve uyuşturucu başta olmak üzere her türlü şerrin merkeziyken on yılda Dr. Hâlid ve babasının irşâdları sâyesinde nezih bir İslâm kenti olmuş. Dr. Hâlid’in babası da Ticânî şeyhi ve ârif bir zât. Cuma namazından sonra bizden halka bir selâmlama konuşması yapmamız isteniyor. Biz de onlara Afrika’nın XXI. asrın kıtası olacağı yönündeki kanâatimizi ve onlarla beraber bulunmaktan duyduğumuz memnûniyeti ifâde etmeye çalışıyoruz. Bu duygularla vedâlaşıp ayrılıyoruz.

Müteakiben İstanbullu dostlarımızın yaptırdığı ve inşaatı tamamlanmak üzere olan polikliniği ziyârete gidiyoruz. Sekiz odadan oluşan bu poliklinikte kadın doğum, dâhiliye ve çocuk gibi muhtelif bölümler olacak. Bir de doktorlar için lojman yapılacak. Sıra zâten lojman inşaatına gelmiş. Buralarda Müslümanların hastaneye çok ihtiyâcı var. Hristiyanlarca işletilen hastahânelerde Müslümanların hem erkeklerinin, hem de kadınlarının rencide ve tedirgin edildiği anlatılmaktadır. En önemlisi de ilaç verirken Müslüman olduğunu anladıklarına: “Sen şu Muhammed’in ilâcından al” denilmekte ve ilaç yerine hiçbir özelliği olmayan devâlar ellerine tutuşturulmaktadır. Hasta kullanıp sonuç alamayarak tekrar geldiğinde: “Sana Muhammed’in ilâcından vermiştik bak fayda görememişsin. Şimdi de Îsâ’nın ilâcından verelim” diyerek gerçek ilaç verilmekte ve böylece Müslümanlar, çok aşağılayıcı bir muâmeleye tâbi tutulmaktadır.

30 Ekim Cumartesi günü üstâd Nuh Savadugu’nun memleketi Titav’a hareket ediyoruz. Titav başkente 280 km. mesâfede. Yolun yaklaşık iki yüzü aşkın mesâfesi asfalt, kalanı toprak. Yine Dablo’da gördüğümüz kerpiçten yapılı sazla örtülü evler, yürek burkan fukarâlık manzaraları ve şehre birkaç metre kala bizi karşılayan Titavlılar.

Titavlılardan bir tanesi çok dikkatimizi çekti. 78 yaşında bir ihtiyârdı bu adam. Ama üstüne bindiği atı bir delikanlı çevikliğiyle şâha kaldırmaktaydı. Burada da tekbîr ve tehlîller eşliğinde kasaba meydanına okulun karşısındaki mekâna ulaştık. Üstâd Nuh’un takdîm konuşmasından sonra bizler de birer selâmlama konuşması yaptık. Burada bizimle beraber seyahate katılan ve ev sâhipliğimizi yapan Mehmet Keleş kardeşimizin adı anons edildiğinde yüksek bir alkış aldığını gördük. Çünkü o, onlara kurban getiren, yardım getiren bir insandı. Bu yüzden adı ve sıfatı anılınca büyük bir sevgi gösterisine mazhar oluyordu.

Bu kasabada Dablo’da olduğu gibi İstanbul’dan hayırsever dostlarımızın yaptığı hastahâne inşaatı yükselmeye başlamıştı. Kasaba girişinde modern görüntüsünden ve üzerindeki haçlardan Hrisitiyanlara âid olduğunu anladığımız bir hastahâne binâsı vardı. Bu hastahânenin Müslümanlara karşı biraz sabıkalı olduğunu öğrendik. Çünkü Müslümanlara aşağılayıcı tavırlar bu hastahânede sergilenmiş. İnşâallah kasabanın içindeki yeni hastahâne inşaatı tamamlanınca Müslümanların çilesi bitecek.

Nuh Bey’in memleketinden sonra Ümmü Gülsüm Hanım’ın yol üzerinde bulunan kasabadaki ortaokul ve lise düzeyinde iki yüz kız öğrenciye hizmet veren mektebini ziyâret ediyoruz. Fizîkî şartları Hüdâyî gönüldaşlarının imkânlarıyla geliştirilmiş bu okulda başkentteki gibi hem dînî dersler, hem de kültürel dersler birlikte okunuyor. Burada öğrenciler, öğretmenler ve velîlerle büyük bir buluşma gerçekleşiyor. Ümmü Gülsüm Hanım gerçekten ricâlden sayılacak becerikli bir hanımefendi.

Bizi hanımlara meslek edindirme eğitimi verdiği bir başka mekâna da götürdü. Orada da dikiş ve nakıştan yemek yapmaya, resim ve diğer sanatlara uzanan çizgide bir eğitim verildiği anlaşıyor. Ümmü Gülsüm Hanım Sudan’da okumuş, fasih Arapçası, işlek Fransızcası ve etkin kişiliğiyle bulunduğu yerde merkez insan konumuna gelmiş. Babası bir sûfî şeyhi olup vefât etmiş. Kardeşleri ve çevresi de tasavvuf ikliminden beslenen özelliğe sâhip güler yüzlü sıcak insanlar.

Vagadugu’ya dönüşümüzde bir sürpriz misâfirimiz vardı. Protestan Hristiyan bir âilenin çocuğu olarak dünyâya gelmiş ve Hristiyanlık eğitimi aldıktan sonra pastörlük unvânı kazanmış bir zâttı bu. Allah hidâyet vermiş Müslüman olmuştu. Müslümanlık hikâyesini şöyle anlatıyordu: “Üç yıl önceydi. Bir arkadaşım bana rüyâsında beni Müslüman olmuş gördüğünü anlatıyordu. Ben buna çok hiddetlendim. Dedim ki: «Değil benim Müslüman olmam, torunum bile Müslüman olsa onu boğarım.» Ancak aradan yirmi üç gün geçtikten sonra sebebini bilmediğim bir şekilde gönlüm Müslümanlığa aktı ve îmânı kalbimde buluverdim. Bizim kitaplarımızda yazmasa da bizde bir kurtarıcının geleceği inancı hep vardır. Ben bu inanılan ve bilinen kurtarıcının Hz. Muhammed olduğu inancına ulaştım ve Müslümanlığımı âileme açıkladım. Âile ferdlerim, annem, babam, amcalarım ve kuzenlerim çok büyük tepki gösterdiler. Önce inanmak istemediler. Sonra Müslümanlıktan vazgeçirmek için iknâ etmeye çalıştılar. Olmadı tehdîdlere başvurdular. O da kâr etmeyince uydurma mahkemelerle hapse attılar, işkence ettiler. Üç yıl hücre hapsinde kaldım. Bütün bunlara rağmen Müslümanlıktan vazgeçmeyince beni evlâdlıktan, akrabâlıktan tard ettiler. Ama ben mutluydum. Çünkü gerçeği bulmuştum. Bir aydır kapısı olmayan bir evde yarı aç, yarı tok yaşıyorum. Ama hiç olmazsa huzûrluyum.”

Medîne İmam Hatip Lisesi’nde Nuh Savadugu ve kardeşi Yâkub Bey vâsıtasıyla görüştüğümüz bu yeni Müslüman mühtedî kardeşimiz, Afrika’daki din mücâdelelerinin somut bir örneği gibi görünüyor. Ancak Afrika’da Hristiyanların siyâsî, sosyal ve ekonomik güçlerini kullanarak uyguladıkları baskı rejimi maalesef belli oranda muvaffak olmuş görünüyor. İnsanlar sosyal ve ekonomik baskılarla boyunlarına haç takarak Hrisitiyanlıklarını ilan ediyorlar. Aksini yapmak çok zor. Bu yüzden Müslümanlara düşen çok görevler var oralarda.

31 Ekim Pazar günü hedefimizde Mali var. Ancak Mali öncesi Vagadugu’da yapacağımız işler var. Öncelikle su kuyusu açılış töreni düzenlenen Medresetü’l-fetâvâ diye bilinen bir okula gidiyoruz. Okulun üç yüz metre girişi öncesinde öğrenci ve öğretmenlerden bir grup tarafından karşılanıyoruz. Okulun müdürü başındaki fesi ve sırtındaki cübbesiyle dikkatlerimizi çeken mütebessim çehreli, sempatik ve fasîh Arapça konuşan genç bir muallim.

Adının Abdülmelik olduğunu öğrendiğimiz bu genç müdür, bize hızlıca mevcûd sınıf ve derslikleri, inşaatına başladığı nâ-tamam odaları gösteriyor ve kendilerine verilen yaklaşık yirmi dönüm bu arâziye bir de câmi yaptırmak istediklerini anlatıyor. İki ayrı oda gösteriyor ki bunlardan birinde sayıları elliye ulaşan altı-yedi yaşlarındaki hâfızlık talebelerinin yattığını, diğerinde de ders okuduklarını anlatıyor. Ders okunan mekânı tören sonrası talebelerle ve okuyuşlarıyla görmek ve dinlemek imkânımız oldu. O nâ-müsâit mekâna rağmen çocukların gayret ve başarısı doğrusu bizleri çok etkiledi.

Tören mahalli olarak düzenlenen yerde kaymakam, garnizon komutanı, belediye başkanı, polis şefi, savcı gibi mülkî ve idârî erkân; öğretmenler ve semt sâkinlerinden oluşan geniş bir halk kitlesi vardı. Konuşmalar yapıldı. Konuşmalardan sonra bir klasör dolusu dilekçe uzatıldı bize. Dilekçelerde mahallenin ihtiyaçlarına yönelik talepler vardı. En çok da kurbanda ne kadar et verileceği soruluyor ve geçen yıl verilen miktârın artırılması isteniyordu.

Geçen yıl âile başı beş kg. et dağıtılmış, bu sene bunun yedi kg.’a çıkarılacağı Mehmet Keleş tarafından halka duyuruldu. Burada yaşayan insanlar için bu kadar imkân bile önemli bir kazanç. Teşekkür ve minnet duygularını ifâde ede ede bitiremiyorlar. Biz alışmış olmadığımız bu kadar teşekkür karşısında: “Teşekkür ve minnet Allah’adır. Biz sizin kardeşleriniziz, öyle çok bir şey de yapmış değiliz. Eğer yapabilmişsek bu fırsatı verdiğiniz için biz size minnettâr olmalıyız” dedik.

Sıra su kuyusunun açılışına gelmişti. Su kuyusu da artezyen boruyla ve emme basma tulumba aracılığıyla toprağın derinliklerinden yüzeye su taşıyan bir mekanizmaydı. Kaymakam ve diğer yetkililerin katılımıyla kurdela kesildi, tulumba çalıştırıldı ve ilk su kovalara dolduruldu. Teberrüken eller, yüzler yıkandı. Suyu gören insanların yüzündeki sevinci görmek lâzımdı.

Su kuyusunun açılmasının ardından Mali’ye gitmek üzere havaalanına hareket ettik. Mali’de önce binâsı yeni restore edilen hâfızlık ortaokulunu ziyâret ettik. Öğrencilerle sohbet ettik. Elli kadar öğrencisi bulunan bu okulda hâfızlığın yanı sıra dînî ve dünyevî dersler de verilmekteydi. Öğrencilerin okuduğu aşr-ı şerîfleri dinledik ve onlarla Mali ve Afrika’nın geleceği konusunda sohbet ettik. Geleceğin Mali’sinin kaderinde onların da olması için kendilerini hem dînî bilgiler, hem de dünyevî bilgilerle donatmaları gerektiğini, çağı iyi okumalarını ve bu potansiyelin kendilerinde var olduğunu onlara anlatmaya çalıştık. Okulun fizikî şartları Türkiye modeline uydurulmuş, gerek sınıflar, gerekse yatakhâne ve yemekhâne nezih bir şekilde düzenlenmişti. Öğrencilerin üzerindeki iklim şartlarına uygun kıyâfetler ayrıca dikkat çekiyordu.

Okul ziyâretinden sonra sırada Mali Diyânet İşleri Başkanlığı vardı. Diyânet İşleri Başkanı talâkati düzgün, hitâbeti etkileyici ve seçimle gelmiş bir kanâat önderiydi. Gelişen dünyâyı ve Türkiye’nin konumunu çok iyi okuyan birisiydi. Diyordu ki: “Doğu’da Çin nasıl parlayan bir yıldızsa, Ortadoğu’da Türkiye bizim için öyle parlayan bir yıldızdır. Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve siyâsî gücü bizim için çok önemli. Biz eskiden olduğu gibi yeniden sizin rehberliğinizde yürümek istiyoruz.” Ardından da: “Li-mâza teahhartum/şimdiye kadar niye geciktiniz?” sorusunu soruyordu. Sevgi ve sitem dolu bu konuşmalardan sonra biz de Türkiye ve Mali arasındaki benzerliğe dikkat çekerek her iki halkın İslâm’a bağlılığı ve özellikle târih boyunca Haremeyn’e hediye ve âtiyeler göndermesini ortak vasıf olarak zikrettik.

Diyânet’ten sonra sıra Hâfız Mustafa isimli yürüme engelli bir hocanın tedvîr ettiği elli hafızlık talebesini ziyârete geldi. Neredeyse yarısı yetim olan ve bu işe tahsîs edilmiş bir evde barınan öğrencilerin yetişmesi için hocaefendinin gayret ve çabası görülmeye değerdi. Toplam üç odası olan bu evin biri dershâne, diğeri yatakhâne, bir üçüncüsü de teneffüs ve ihtiyaç mekânıydı. Öğrenciler bu imkânsızlıklara rağmen hâfızlık yaparak dîne, dînî hayâta ve gündelik hayâta tutunmaya çalışıyorlardı. Türkiye’de bu manzaraları ancak altmış yıl önce görmek mümkün olabilirdi.

Halkının yüzde % 95’i Müslüman olan Mali, yer altı mâdenleri ve özellikle altın rezervi bakımından çok zengin bir ülke. Ancak başkent sokaklarında bile kanalizasyonların üstleri açık, çoğu zaman da yola akıyor. Yeni Belediye Başkanı’nın İstanbul’a geldikten sonra şehrin çehresini değiştirmek üzere büyük bir çabaya soyunduğu söyleniyor. Bâzı caddelerde bu gelişimi görme imkânımız oldu. Tabi ki bütün şehrin her türlü belediye hizmetinden yararlanması hayli zaman alacağa benziyor.

Mali’de, Burkina Faso’da olduğu gibi tasavvufî hayât etkin ve canlı. Oralarda da Ticânîlik var. Bizimle görüşmek isteyen yüzü aşkın gençlik teşkilâtının oluşturduğu federasyon başkanı olan zât da bir Ticânî şeyhiydi. Türkiye’den bugünlerde en çok bekledikleri ve talep ettikleri kurban.

O bölgelerde yaşayan âlim ve kanâat önderi insanların en çok arzu ettikleri şeylerden birisi de İstanbul ve Türkiye ziyâreti. Altı yüz sene İslâm dünyâsının alemdârlığını yapan bir milletin mensûblarını ve İstanbul’u görmek istiyorlar. Tıpkı 2007 yılında Türkiye, Diyânet İşleri Başkanlığı’nca gerçekleştirilen Afrika dînî liderler toplantısında Senegal temsîlcisinin söylediği şu sözlerde olduğu gibi: “Siz seksen yıldan beri nerdesiniz? Bizi Vahşi Batı’nın eline bırakıp nerelere gittiniz? Benim İstanbul’a bu ilk gelişim. Ben İstanbul’a ilk defa mı gelmeliydim? Daha önce gelmeli değil miydim?”

Pazartesi’yi Salı’ya bağlayan gece Kazablanka üzerinden İstanbul’a döndük. Netîce îtibâriyle yedi günlük Afrika seyahati bizim için yeni dünyâya açılan bir kapı oldu. Duyduklarımızı görme, gördüklerimizi da yaşama imkânı bulduk hamdolsun. Ancak çok yapılacak iş ve görülecek hizmet var. Afrika Türkiye’den gelecek hizmet erlerini ve hizmet imkânlarını bekliyor. Uzatılan el, havada kalmıyor; sıcak, samîmî ve candan bir karşılık görüyor.