Altınoluk Dergisi, 1993 – Temmuz, Sayı: 089, Sayfa: 034
Orta boylu, esmer tenli, seyrek sakallı ve gökçek yüzlü idi. Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin soyundan, seyyid-neseb. Derviş ve müridlerini cezbeye getiren engin bir feyze sahibti. Varidat-ı ilahiyyeye nail bir veliyy-i kamildi. Semaa önem vermediği halde vecd ve coşkusu yüksek bir süfi idi.
Kısa Çizgilerle Hayatı
Altın silsilenin yirmi dokuzuncu halkası yine Hind diyarından. 1158/1745 yılında Pencap’ta (Betale) doğdu. Babası Şah Abdüllatif, Kadiri tarikatına bağlı. Oğlu doğmadan önce rüyasında Hz. Ali’yi gördü. Hz. Ali ona: “Oğluna Ali adını koymasını” söyledi. Bu yüzden oğlu doğduğunda babası ona “Ali” adını verdi. Ancak daha sonra kendisine “Gulam-ı Ali” denmeğe başlandı. “Gulam-ı Ali” Ali’nin hizmetçisi demekti. Daha sonra rüyasında Hz. Peygamber’in Dehlevi’ye bizzat “Abdullah” diye hitab etmesi sonucu “Abdullah Dehlevî” diye meşhur oldu.
Yetişmesi
Babasının ilim ve marifet erbabINdan bir zat olması sebebiyle küçük yaşından itibaren ilim muhitlerinde yetişti. Abdülaziz Deh’levi’denSahih-i Buhari, diğer bazı alimlerden tefsir ve fıkıh okudu. Babasının ısrar ve delaletiyle Kadiri şeyhi Şah Nasıruddin Kadirî’ye intisab etmek üzere gittiğinde şeyhin vefat etmiş olması sebebiyle intisab edemedi. Yirmi iki yaşına kadar Delhi’de bulunan muhtelif “Çiştiyye” tarikatı şeyhleriyle görüşüp tanıştı. Nihayet nasibinin Mirza Can-ı Canan olduğunu anlayarak onun dergahına kapılandı. Müceddidî şeyhi Mirza Can-ı Canan, “Burada tuzsuz taşı yalamaktan başka ne var ki…” diyerek onun bu konudaki ciddiyetini sınadı. Aldığı cevap:
“Bizim de istediğimiz budur” şeklinde olunca dervişliğe kabul etti. Kendisi bunu şöyle anlatır:
“Tefsir ve hadis ilimlerim tahsil ettikten sonra Habibullah Mazhar’ın hizmetine girdim. Mübarek eliyle bana bey’at verdi. Kadiri ve Nakşı tariklerim telkin etti. Onbeş yıl kadar onun hizmetinde bulundum. Zikir halkasında ve murakabede aradığım huzuru bulmuştum. Nihayet beni tarikat icazetiyle şereflendirdi.”
Şeyhlik Dönemi
Şeyhi Mirza Can-ı Canan şehid edilmesinden sonra irşad makamına oturdu. İlim ve irfanı; tarikattaki şeriat titizliği sayesinde kısa zamanda ünü her tarata yayıldı. Dergahına uzaktan ve yakından binlerce kişi geliyordu. Anadolu, Şam, Irak, Hicaz, Horasan ve Mavaraünnehir ile ta Mağrip’ten gelenlerle tekkesi dolup taşıyordu. Gelenlerin bir kısmı şeyhin şöhretini duyarak, bir kısmı da alem-i manada kendilerine verilen işaret üzere buraya koşup geliyordu.
Abdullah Dehlevi, bağlılarına bir yandan seyr ü sülük ile tarikat eğitimi yaptırırken; diğer yandan onlara tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslâmi ilimler okuturdu.Kuşeyrî Risalesi, Avarifü’l-maarif ve îmam-ı Rabbani’nin Mektübat’ı onun okuttuğu eserler arasında yer alır.
En büyük halifesi Mevlana Halid el-Bağdadî’dir. Ondan başka otuzu aşkın halife yetiştirmiş ve 1240/1824’te Delhi’deki dergahında vefat etmiştir.
Ahlakî Özellikleri
Abdullah Dehlevi, cömerdlik ve sehavette güneş gibi idi. Dergahında devamlı olarak seyr u sülükle meşgul ve hizmete bakan iki yüz kadar müridi bulunurdu.
Dehlevi, son derece mahcub ve mütevazi idi. Bununla birlikte “emr bi’1-maruf konusunda son derece yürekli ve cesurdu. Bu konuda ne bir validen, ne de bir kumandan ve sultandan çekinirdi. Nitekim el-Hadaiku’1-verdiyye müellifinin verdiği bilgiye göre Hindistan’da bir bölgenin hakimi olan Nevvab Şemsir Bahadır başında hristiyanların giydiği bir şapka ile şeyhin huzuruna geldi. Abdullah Dehlevi, onu bu kıyafetinden dolayı uyardı. Reis de “Eğer bunu hoş karşılamıyorsanız bir daha buraya gelmeyiz” dedi. Dehlevi de: “Allah seni meclisimize bir daha böyle göndermesin” dedi. Reis kızarak çıktı ama bir türlü içi rahat etmedi. Tekkenin bir kenarında başındaki şapkayı çıkartıp tekrar geldi ve şeyhe bağlılıklarım sundu.
Dehlevî hazretleri, gerek adı geçen Reise ve gerekse çevredeki diğer reislere karşı son derece müstağni davranırdı. Tekkenin bütün ihtiyaçlarını karşılamayı teklif edenlerin önerilerini geri çevirirdi. Bunu Hakka olan güvenine ters görür, halkın minnetine razı olmak gibi değerlendirirdi.
Zenginlerden gelen yemeği kendisi yemediği gibi, müridlerine de yedirmezdi. Komşularına hediye olarak gönderirdi. Kendisine gönderilen paraların önce peşin olarak zekatını verir, ardından da bu para ile helva ve tatlı yaptırıp dervişlere ve yoksullara dağıtırdı.
Günlük Yaşantısı
Abdullah Dehlevi’nin bir günlük yaşantısı şöyleydi: Geceleri az uyur, teheccüde kalkardı. Teheccüde kalktığında uyuyanları uyandırırdı. Teheccüd namazından sonra murakabeye varırdı. Ardından da bir mikdar Kur’an okurdu. Gecenin son vaktinde sabah namazını cemaatle kılardı. Namazdan sonra işrak vaktine kadar yine murakabe ve zikirle uğraşırdı.
Müridlerinin kalabalığı yüzünden sabahtan toplu zikri iki celse halinde yaptırırdı. Zikrin ardından kuşluk vaktine kadar tefsir okuturdu. Bunun ardından yemek yenirdi.
O günün şartlarında müslümanlar iki öğün yediklerinden bu yemek kahvaltı ve öğle arası olurdu. Yemekden sonra biraz istirahat ederdi. Ardından öğle namazına kadar kitap okuma ve bazı yazım işlemleriyle uğraşırdı. Öğle namazından sonra tefsir ve hadis, ikindiden sonra da hadis ve tasavvuf okuturdu. Daha sonra da akşam vaktine kadar zikir ve teveccühle meşgul olurdu. Akşam namazından sonra kısa bir süre seçkin müridleriyle hasb-i hal ederdi. Yatsı namazından önce akşam yemeğini yerdi. Yatsı namazım kıldıktan sonra geceyi daha çok zikir ve murakabeyle geçirir, uyku bastırınca seccadesi üzerine yan üstü uzanıp istirahata çekilirdi.
Giyim Kuşamı
Abdullah Dehlevi, kaba kumaştan dikilmiş sade elbiseler giyerdi. Şayed kendisine güzel kumaştan bir elbise hediye edilecek olsa onu satar, parasıyla orta halli giyecekler alır ve dervişlere dağılırdı. Giysilerinin çok çeşitli olmamasına da özen gösterir ve bunun sünnet gereği olduğuna işaret ederdi. Nitekim Hz. Aişe bir gün izar (yani pestemal) türü bir giysi ile rida türü pelerin gibi bir örtüyü çıkarıp halka göstererek: “Rasulullah işte bunların içinde ruhunu teslim etti.” Demiştir. (bkz. Tirmizi. Şemail, s. 68-80)
Dehlevi’nin Meclisi
O’nun meclisi bir huzur ve sükun meclisiydi. Orada fakir zengin, sultan geda. herkes aynı şekilde sevgi ve ilgi görürdü. O mecliste hiç kimsenin gıybeti yapılmazdı. Arkasından konuşulmazdı. O’nun irşad ve sohbetinden herkes kabiliyet ve istidadı kadar nasib alırdı. Bir gün meclisinde bulunanlardan birisi orda bulunmayanlardan birini bir kusuruyla gıybet edecek oldu. Dehlevi müdahale ederek dedi ki: “O söylediğin söz ve sıfat, bana daha çok yakışır.”
Yine bir gün onun meclisinde Hindistan sultanı çekiştirildi. Dehlevi oruçluydu. Dedi ki:
– Eyvah orucum bozuldu. Yanındakiler:
– “Aman efendim, gıybeti yapan siz değilsiniz?” deyince: “Gıybeti yapan da onu dinleyen de günahta ortaktır” hadisi ile karşılık verdi. (bkz. Keşfü’1-hafa, II, 215)
Dehlevi. Kur’an okumak kadar. Kur’an dinlemeyi de pek severdi. Halifelerinden Ebu Said Masümî’nin okuduğu Kur’an’ı dinlemekten büyük haz duyardı. Bazan Allah Rasulü (s.a.)’nün Abdullah b. Mes’ud’a Kur’an oku tüp vecde gelip “Yeter!” demesi gibi, o da vecde gelince “Bu kadarı yetişir” derdi.
Meclislerinde tasavvuf ehli zatların şiir ve ilahilerini dinlemekten de hoşlanırdı. Özellikle Mesnevi‘yi pek severdi. Temkin ehli olduğundan cezbelenip Semaa kalkışmazdı.
Tütün ve nargile türü, keyif verici maddelerden ve onların kokusundan hoşlanmaz, hatta meclisine böyle bir keyif verici kullanan kimse geldiğinde buhur tütsüsü yaptırırdı.
Dehlevi’de Rasülullah Sevgisi
Dehlevi’de aşk derecesinde bir peygamber sevgisi vardı. O’nun adını duyduğunda heyecanlanır, vücudu titrerdi. Hizmetine bakan kişilerden biri bir gün demişti ki:
“Sen Allah Rasülü’nün gözdesisin.” Abdullah Dehlievi bu sözü duyar duymaz ayağa fırladı, hizmetçiyi kucakladı ve:
– Estağfurullah, ben kim oluyorum ki O’nun gözdesi olayım? dedi ve ona hediyelerde bulundu.
Allah Rasulü’nün söz ve davranışlarına sıkı bir bağlılık içindeydi. Hayatına sünnet çizgisi üzere yön vermeye özen gösterirdi. Bu yüzden de hadis kitaplarını çok okur. Sünnetten haberdar olmaya çalışırdı. Vefatı sırasında bile Sünen-i Tirmizi mütalaa ettiği ve bu kitab göğsünde bulunduğu halde vefat ettiği kaydedilmektedir.
Sünnet ve hadis kitaplarında okuduğu Hz. Peygamber’in uygulamalarını derhal tatbik imkanı arardı. Bir gün kendisine getirilen keçi paça ve kellesini sırf bu yüzden pişirtip yemiş ve başkalarına da yedirmiştir.
Engin sevgisi sebebiyle zaman zaman Allah Rasulü’nü rüyada görürdü. Cehennem azabından korktuğu ve onun dehşetini düşünerek uyuduğu bir gecede Efendimiz’i gördü. “Sen bizim sevdiğimizsin. Bize sevgisi olan cehenneme girmez.” şeklindeki iltifat-ı peygamberiye mazhar oldu.
Bazı Söz ve Düşünceleri
Abdullah Dehlevi. Nakşbendiyye tarikatının belli başlı esaslarını kendisine göre şöyle özetlerdi:
“Nakşiliğin dört esası vardır: l. Def-i havatır. 2. Devamlı huzur hali, 3. Rahmani cezbe, 4. Manevi varidat. Havatır şeytandan, nefsten, melekten ve Hak’tan olmak üzere dört çeşittir.”
Nakşilik yolunda kişiye şu dört şeyin gerekli olduğunu söylerdi: l. Tertemiz bir din, 2. Saf bir yakın hali, 3. Kırık bir el; yani harama uzanmayan, hırsa kapılmayan bir tavır, 4. Kırık bir ayak; yani harama ve şerre gitmeyen bir ayak, mütevazı bir üslup.
Süfî’yi: “Dünya ve ahireti arkasına atan, yüzünü Yüce Rabbine döndürüp yoluna devam eden kimse” olarak tanımlardı.
Bey’at edip söz vermeyi üç amaçla yapılan bir fiil olarak görürdü.
1. Şeyhlerin gösterdiği büyük ve güzel yola ermek, onların makamına ulaşabilmek için;
2. Günahı bırakıp tevbeye yönelmek için,
3. Bir yere, bir makama bağlanmış olmak için.
Fakirin harfleri
“Fakir” kelimesinin harflerinin birer sembol olduğunu her bir harfin ayrı bir anlamı bulunduğunu şöyle anlatırdı:
Fa: Faka’dır; darlık, yokluk ve zorluğa işarettir.
Kaf: Kanaat ehli olmaktır.
Ya: Yeis’tir. Hakk’tan başka herşeyden ümid kesmekdir.
Ra: Riyazettir. Nefsi terbiye etmek için zora koşmaktır.
Derviş karşılığı kullanılan “fakir” kelimesinin remizleri sayılan bu hasletlere sahip olan kişi, Hakk’ın fazi ve ihsanı ile yakınlık ve rahmetine erişir.
Velilik ve Erenlik
Abdullah Dehlevi’ye göre veliler üç sıfatlı olur:
1. Keşf sahibi olanlar,
2. Fehm, anlayış ve kavrayış sahibi bulunanlar.
3. Cehi ehli; yani Hakk’ın İlmini görüp hiçbir şey bilmediği idrakine erenler.
Ricali de, dünya isteklileri, ahiret talipleri ve Mevla asıldan olmak üzere üçe ayırırdı. Dünyadan ve ukbadan geçip Hakk canibim seçip vuslat şarabın içip rical sıfatını alanların “ermiş” sayılacağını söylerdi.
Aklı, aydınlık ve karanlık olmak üzere ikiye ayırırdı. Aydınlık akıl, arada hiçbir aracı olmadan esas gayeye götüren akıldı. Karanlık akıl da mürşid kandili olmadan önünü göremeyen ve menziline varamayan akıl demekti.
İnsanın en büyük engeli olarak “benliği” görürdü. “Benlik” gitmeden hiçliğe erilemezdi. Benliğin gittiğini anlamanın ölçüşü olarak da;
“Kişide ben diyebilecek bir gücün kalmaması gerektiğini” söylerdi. Bu da ancak benliğin Hak’ta fani elması, kulun Hakk ile bakı olduğu şuuruna ermesiyle mümkündü.
Yaşlılık yıllarında şu beyti sık sık tekrarlardı:
Ey sevgilim, ey sevgilim, kocadın bittim
Aşkının nuru üzerine düştükçe gençleşiyorum.
Derdi ki: “Gerçek aşık, sevgilisini bir lahza bile tefekkür ve mülahazadan geri durmamalıdır.”
“Ey sevgili Rabbim. Kendi mecalsizliğimden şu kadarcık haber darım ki, senin cemalini görmek için gözlerimi her tarafa çeviriyorum.”
Hayatı hakkında bilgi veren kaynaklar onun bazı risalelerinden bahsederler. Makamat-ı Mazhariyye ve îzahu’t-tarika adlı iki risalesinden ilki basılmış olup Şeyhi Can-ı Canan Mazhar’ı anlatn (İstanbul 1986). Diğeri ise yazma olarak bulunmaktadır (bkz. Süleymaniye H. Hüsnü Paşa 7421).
– rahmetullahi aleyh-
Kaynaklar: el-Hadaiku’1-verdiyye, s. 209-223; el-Envaru’l-kudsiye, 210-224; Nüzhetü’l-Havatır, VII, 306-308; Ahmed Hilmi,Hadi-katü’l-evliya, s.122; Sefine-i evliya, II, 28; Adab, s. 66; el-İmamu’s-serhindi, s. 318-319; S. Uludağ, TDV İslam AnsiklopedisI, l, 94.