Yeryüzü târihinde başka din ve kültür mensûplarıyla bir arada yaşayıp ortak medeniyet oluşturmanın en güzel örneğini Müslümanlar vermiştir. Nitekim Medîne’de başlayan asr-ı saâdet döneminden itibâren Emevî ve Abbâsî hilâfetinden günümüze kadar Şam, Kudüs, Bağdad gibi farklı din mensûplarının birlikte yaşadığı şehirlerde başka dinlerin ve kültürlerin târihinde eşine rastlanmayacak bir hoşgörü ortamı oluşmuştur. Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs de, târihî süreç içerisinde birlikte yaşama tecrübesinden nasîbini almıştır. Özellikle Endülüs, Müslümanların bu tecrübeyi en yüksek seviyede yaşadığı yerlerden biridir.
Selçuklular zamanındaki İslâm coğrafyası ile Anadolu Selçukluları zamanı da bu târihî tecrübe için önemli dönemlerdir. Osmanlı dönemi ise bu tecrübenin evrensel planda yaşandığı bir süreçtir. Bütün bu dönem ve ülkelerde oluşan birlikte yaşama ortamının hazırlayıcı unsuru İslâm’ın kendi özelliğidir. İslâm gerek temel kaynaklarında, gerekse asr-ı saâdetteki uygulamalarında bu anlayışın sâhibi olmuştur.
Endülüs Emevî Devleti, Rönesans’ın Avrupa ölçüleriyle başladığı bir dönemde yıkılmıştır. Hristiyan fanatizmi Endülüs’ün üzerine karabulutlar gibi çökmüş, Hristiyanlar Avrupa’daki Rönesans’tan sonra Endülüs medeniyetinin köklerini kazıyarak ülkede yaşayan ve Hristiyan olmayan Yahûdî ve Müslüman unsurları ciddi bir soykırıma tabi tutmuşlardır. Avrupa, İslâmiyeti Endülüs Müslümanları, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Türkleri sâyesinde tanımışsa da onlardan farklı din ve kültürlerle birlikte yaşama tecrübesini öğrenememiştir. Avrupa ve Rusya, târihleri boyunca başkalarıyla birlikte yaşama tecrübesi tanıyan bir kültür yapısına sâhip değillerdir.
İslâm’ın özünde var olan birlikte yaşama tecrübesine sûfîlerin yaşantıları ve düşünceleriyle önemli katkılar sağladıkları bilinmektedir. Biz bu tebliğimizde sûfîlerin bu tecrübelerine geçmeden önce asr-ı saâdetteki birlikte yaşama üslûbunu gözden geçirmenin yararlı olacağını düşünüyoruz. Onun ardından ilk devir sûfîlerinden itibâren tasavvuf klasikleri ve sûfî tabakâtındaki konuya âid bazı örnekleri ortaya koyarak hayatın içinde birlikte yaşama tecrübesinin nereye oturduğunu tesbit etmeye çalışacağız. Ardından da fikir ve görüşleriyle tasavvufî düşüncenin öncüsü kabul edilen başlıca şahsiyetlerin bu konudaki bazı değerlendirmelerine; onların İslâm ve özellikle Osmanlı toplum yapısındaki yerine işâret edeceğiz.
BİRLİKTE YAŞAMANIN ASR-I SAÂDETTEKİ TEMELLERİ
Mekke’de başlayan İslâm dâveti, insanları sevgi ve kardeşlik duyguları ile kaynaştırmış, düşmanlıklarını sona erdirmişti. İslâm Medîne’ye ulaştığında kurduğu “Kardeşlik” köprüsü sâyesinde Mekkeli muhâcirlerle Medîneli ensârı kaynaştırdığı gibi Medîne’de yıllar yılı birbirleriyle boğuşan Evs ve Hazrec kabîleleri arasındaki düşmanlığı da sona erdirmişti. Kur’ân bu konuya şu âyetle işâret eder: “Allah’ın size olan nîmetini hatırlayın. Birbirinize düşmandınız. Kalblerinizin arasını birleştirdi de O’nun nîmeti sâyesinde kardeş oldunuz.”[1]
Başlangıçtan beri İslâm toplumunda diğer din mensûplarının ayrı bir yeri ve statüsü vardır. Nitekim Medîne’deki Yahûdîler ile Müslümanların müşterek yaşantısını düzenleyen “Medîne Vesîkası” diye bilinen ilk yazılı metin, ortak hak ve sorumlulukları belirlemekteydi. Metinde Yahûdî ve Müslüman toplumların sâhip oldukları din ve vicdan hürriyeti açıkça belirtilmişti. Anayasada yürütme ve yargı fonksiyonlarına âid hükümler getirildiği halde kanun koyma konusunda bir hüküm yoktu. Çünkü İslâm hukûkuna göre kanun koyma Allah ve Rasûlü’ne âiddi. Yahûdîlere kendi hukuk sistemlerine göre problemlerini çözme hakkı verilmişti.[2]
Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle ehl-i kitâbı ortak bir kelimede buluşmaya çağıran: “De ki: Ey ehl-i kitâb! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şâhid olun ki biz Müslümanlarız! deyin”[3] âyet ile Müslümanlıkla ilâhî kökenli ehl-i kitâbın yakınlığını gösteren âyetler bulunduğu gibi; Yahûdîlerin ve Hristiyanların, Müslümanlar dinlerine tâbi olmadıkça, onlardan asla râzı olmayacaklarını belirten: “Dinlerine uymadıkça Yahûdîler de Hristiyanlar da asla senden râzı olmayacaklardır” âyetler bulunmaktadır.[4]
Bazı âyetlerde Allah Teâlâ Müslümanlarla savaşmayan ve onları yurtlarından çıkarmayan kimselere karşı iyi davranmayı ve onlarla birlikte yaşamayı emretmektedir: “Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz. Doğrusu Allah âdil olanları sever.”[5]
Diğer taraftan Müslümanlarla mücâdele ortamı tesis edenlerle karşı ise dost olunmamasını isteyen âyetler vardır: “Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimdir.”[6]
Diğer din mensûplarının Müslümanları dönüştürmek şeklindeki bu açık düşüncelerine rağmen İslâm’ın yüce peygamberi bütün insanları potansiyel Müslüman olarak gördüğünden onlara karşı yüksek bir hoşgörü ve güzel bir iletişim içinde bulunmayı tercih etmiştir. Herkese öncelikle Allah’ın yarattığı en değerli varlık; yâni insan olmanın gereği saygı duymuş ve onlarla eşit seviyede ilişki içinde bulunmayı tercih etmiştir. Onun bu tavrı ferdî planda olduğu gibi ictimâî planda da aynı olmuştur. Müslümanlara açıkça düşmanlık yapan, maddî ve mânevî zarar veren ve harp hukûkunun gereği savaş hâlinde bulunanlar müstesnâ diğerleriyle iyi geçinilmesi yolunu izlemiştir. Nitekim önce Peygamberimiz, ardından halîfe Hz. Ebû Bekir Üsâme ordusunu gönderirken askerlere savaş sırasında yaşlı, çocuk, kadın ve din adamlarına dokunulmaması talimatını vermişti.[7]
Habeşistan’a hicret eden heyetin başında bulunan Ca’fer b. Ebî Tâlib, ülkenin Hrıstiyan meliki Necâşî’nin kendilerini kabûlü sırasında ona Kâfirûn sûresindeki: “Sizin dîniniz size, benim dînim banadır”[8] âyetini değil de Meryem sûresini okumuştu. Çünkü Meryem sûresinde Hrıstiyanların da hoşuna gidecek ve kendilerini yabancı hissetmeyecekleri mesajlar vardı.[9] Necâşî bunları dinledikten sonra yerden bir çöp alarak: “Îsâ sizin söylediğinizden fazla bir şey değildir. Arada şu çöp kadar bile fark yoktur” demişti.[10] Hatta rivâyete göre Necâşî Müslüman olmuş, vefâtında da Hz. Peygamber kendisi için gıyâbî cenaze namazı kıldırmıştı.[11]
Yemen-Necran’da yaşayan Hristiyanlara bir muhtariyet verilmiş, onlar da Hz. Peygamber’e mürâcaatla: “Bizim para ve nakitle ilgili ihtilaflarımızı çözmek üzere bize sahâben arasından birini gönder” demişlerdi. Hz. Peygamber de onlara Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı göndermişti.[12] Hatta Hz. Peygamber (s.a.)’in Medîne’ye bir anlaşma için gelen Necran heyetine kendi huzurunda Mescid-i Nebî’de ibâdet izni vermiş olması, diğer din mensûplarına gösterilen din ve ibâdet hürriyetinin; insânî şefkatin ve birlikte yaşama tecrübesinin çok önemli ilk göstergesidir.[13]
Hz. Peygamber’den sonraki hulefâ-i râşidîn döneminde diğer din mensûplarının hukûkunun, savaşlarda ve diğer zamanlarda çok ciddi biçimde korunduğu gözlenmektedir. Nitekim ilk halife Ebû Bekir’in orduya yaptığı şu tenbihât dikkat çekicidir: “Adil olunuz, felah bulursunuz. Cesur olun, teslim olmaktansa ölmeyi tercih edin. Merhametli olun. Yaşlı erkekleri, çocukları ve kadınları öldürmeyin.”[14]
Müslümanların diğer din mensûplarına tanıdığı insânî hakların, dîni özgürlük ve hoşgörünün pek çok örnekleri vardır. Nitekim bunlardan biri Hz. Ömer’in şu uygulamasında görülmektedir. Hz. Ömer bizzat Mescid-i Haram’da cuma namazı sırasında hutbe okurken gelen bir Hristiyan’ı kabul ile şikâyetini dinledi. Hz. Ömer, hudûddaki Müslüman gümrükçülerin muâmelelerinden şikâyet eden bu zâtın mürâcaatı üzerine derhal olaya müdâhale ile adâleti sağladı.[15]
Sûriye’nin fethinden beş yıl sonra bir Nastûrî papazı bir arkadaşına şu mektubu yazmıştı: “Araplar bizim efendilerimiz oldular; fakat onlar Hristiyan dîni ile hiç savaşmadıkları gibi, bizim dînimizi müdâfaa etmekte, din adamlarımıza ve ulularımıza hürmet etmekte, bizim kilise ve mânâstırlarımıza bağışta bulunmaktadırlar.”[16]
Rûhu’l-Beyân’da Ebû Hanîfe’nin Mecûsî ve diğer din mensûplarına gösterdiği hoşgörüye dâir örneklere yer verilmektedir.[17]
Müslümanlar, muntazam cizye ödemek şartıyla Hristiyanlara dinlerine göre hareket etmek serbestisi verdikleri gibi;[18] her dînî cemâate gerek dünyevî, gerekse hukûkî konularda birçok imtiyaz tanımış ve rûhânî liderlere özerk bir teşkilat kurma imkânı sağlamışlardır.[19]
TASAVVUF GELENEĞİNDE BİRLİKTE YAŞAMA / ÇOĞULCU SÖYLEM
İslâm’ın rûhânî derinliğini yorumlayan gönül sultânı sûfîler İslâmî hoşgörüyü sûfiyâne bir tarzda ifâde etmişlerdir. Tasavvuf klasiklerinde nakledilen bir takım anekdotlar aslında tasavvufî muhîtin bu tür anlayışlara hiç de yabancı olmadığının örnekleridir. Tasavvuf klasiklerinde ve sûfî tabakâtında, sûfîlerin diğer din mensûplarıyla olan ilişkilerine dâir pek çok rivâyet bulunmaktadır.
İnsanların başka din mensûpları ile bir arada yaşaması aslında fıtrî bir olgudur. İnsanlar bu konuda seçim yapma şansına sâhip değillerdir. Birlikte yaşama, karşılıklı hoşgörüyü zorunlu kılmaktadır. Tasavvuf ehlinin birlikte yaşama tecrübesi çerçevesinde farklı birtakım tavırları olmuştur.
A. TASAVVUF KLASİKLERİNDEN ve TABAKÂTINDAN ÖRNEKLER
Tasavvufî hayat ve düşüncenin en önemli kaynakları tasavvuf klasikleri ve sûfî tabakâtıdır. Birlikte yaşama tecrübesi açısından onlarda yapılacak kısa bir gezinti bu konuda bir fikir verebilir. Sayıları 10’u geçen tasavvuf klasikleriyle, sayıları 20’ye yaklaşan sûfî tabakâtını bir tebliğ çerçevesinde tek tek ele alıp incelemenin mümkün olamayacağı açıktır. Bu yüzden biz yukarıdan bir projeksiyonla olaya önce şöyle bir kuş bakışı bakıp kaynaklarda konu ile ilgili hemen ulaşabildiğimiz bilgi ve örnekleri tâdâd ederek yorumlamaya çalışacağız.
Kuşeyrî (ö.465/1072)’nin naklettiğine göre Hz. İbrâhim’e misâfir olarak gelen bir Mecûsî ondan yemek ister, o da önce dînini değiştirip tevhîde gelmesini teklîf eder, Mecûsî bunu kabûl etmeden yürür gider. Bu olay üzerine Hz. İbrâhim’e şöyle bir vahiy gelir: “Biz onu kâfir olduğu halde yetmiş yıldır beslemekteyiz. Sen bir kerecik onu inancına bakmadan doyursaydın ne olurdu?”[20] Nitekim Kur’ân’da da Allah Teâlâ inanmayan insanların merzûk kılacağını Hz. İbrâhim’in talebi üzerine belirtmiştir.[21]
Kuşeyrî’nin naklettiği bu olay inanç planında ve Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân isminin kapsamı çerçevesinde ele alınmış, teslîmiyet ve sehâvetiyle ünlü bir peygamberden tasavvuf muhîtlerine şöyle bir mesaj verilmek istenmiştir: Allah, Rahmân sıfatının sâhibi olarak mümin kâfir ayırımı yapmaksızın herkese rızık verdiğine göre, Rahmân’ın arşı mesâbesinde gönül taşıyan insanların insana bakışı da aynı olmalıdır.
Keşfu’l-Mahcûb müellifi Hucvirî (ö.465/1072), Cüneyd Bağdâdî (ö.297/909)’den naklen tasavvuf, sekiz peygamberin sekiz özelliğini cem’etmektir, der. Onlar da İbrâhim’in sehâvetini, İsmâil’in teslîmiyetini, Eyyûb’un sabrını, Zekeriyyâ’nın işâretle konuşmasını, Yahyâ’nın garibliğini, Mûsâ’nın sûf giymesini, Îsâ’nın seyâhatini, Muhammed’in fakrını cem’etmektir.[22]
İslâm Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar devam eden tevhîd dînin ortak adıdır. Kur’ân’daki: “Allah katında din İslâm’dır”[23] ibâresi bunu vurgulamaktadır. Cüneyd, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar Kur’ân’da adı geçen büyük peygamberlerin birtakım özelliklerini öne çıkararak tasavvufu bu eksende yorumlamakla iki önemli sonuca katkı sağlamaktadır:
a- Bütün peygamberleri özellikleriyle yaşatmak ve bu özelliklerini her çağın insanıyla buluşturmak,
b- Peygamberlerin adından ve vasfından yola çıkarak diğer din mensûplarıyla ortak noktaları arttırarak onlarla sıcak bir diyaloga zemin hazırlamak.
Hucvirî’nin Cüneyd’den naklettiği bu sekiz peygamberin sekiz hasleti anlayışında yukarıda geçen Ca’fer b. Ebî Tâlib’in yaklaşımına benzer bir üslûb sezilmektedir.
Gazzâli (ö.505/1111) İhyâ’da “İnsanlarla güzel güzel konuşun”[24] âyetinin tefsîri sadedinde İbn Abbas (r.a.)’dan şu nakilde bulunmaktadır: Sana selam veren Mecûsî de olsa selâmını al. Zîrâ Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de buyurur: “Size bir selam verildiği zaman, ondan daha iyisiyle veya ayniyle mukâbele edin.”[25] Gazzâli yine İbn Abbas (r.a.)’dan naklen: “Firavun bile bana hayır bir söz söylese, ben de aynen mukâbelede bulunurdum” dediğini kaydeder.[26]
Gazzâli’nin İhyâ’da naklettiği İbn Abbâs rivâyeti toplum içinde her inançtan insanla iyi geçinmenin ve herkese karşı güzel söz ve hüsn-i muâşeret içerisinde bulunmanın gereğini ifâde etmektedir. Hatta bu hassâsiyet farklı din mensûplarıyla selamlaşmaya kadar vardırılmalıdır.
Tasavvuf silsilelerinde yer alan Hasan Basrî (ö.110/728)’nin talebesi Mâlik b. Dînâr (ö.131/749) tasavvuf ricâlinin büyüklerinden sayılır. Attâr’ın (ö.627/1229)’ın Tezkiretü’l-evliyâ’daki beyânına göre onun komşusu bir Yahûdiydi. Mâlik’in evinin cephesi de Yahûdînin evinden yanaydı. Yahûdî Mâlik’in evinin cephe duvarına bir helâ yapmış, her gün bu açık helâdan Mâlik’in evinin cephesini kirletiyordu. Yahûdî bir gün Mâlik’e bu helâdan rahatsız olup olmadığını sordu. O da: “Oluyorum ama temizliyorum” dedi. “Peki buna niçin katlanıyorsun?” deyince şöyle cevap verdi: Allah rızâsı için. Çünkü “Allah öfkesini yutup, insanları affedenleri müttakîlerden”[27] saymaktadır. Bunun üzerine Yahûdî: “Ne iyi bir din ki azîzine bir başka din mensûbunun ezâsına katlanmayı öğretmektedir” dedi ve Müslüman oldu.[28]
Mâlik b. Dînâr’ın Yahûdî komşusuyla olan bu ilişkisi, sûfîlerin Müslümanlarla olduğu gibi diğer din mensûplarıyla ilişkilerinin de Allah rızâsı için olması gerektiğini gösterir. Hatta iyi niyetle onların ezâlarına bile katlanılmalıdır. Çünkü yaratılanı yaratanından ötürü sevmek bunu gerekli kılar.
Molla Câmi (ö.892/1487)’nin Nefehât’taki beyânına göre ilk sûfî unvanını alan Kûfeli Ebû Hâşim (ö.150/767), Remle’de etrafında kendisini seven büyük bir halk kitlesi oluşturmuştu. Bunlar birbirini Allah için seven ve Allah için bir araya gelen kalabalık bir gruptu. Devrin bölgedeki Hrısitiyan emîri, onlar için tasavvuf târihinde bilinen ilk hankâhı yaptırmıştı.[29]
Bu olay ilk sûfî sayılan şahsın başka din mensûbu insanlarla ilişkideki hoşgörü ve etkinliğini gösteren ilginç bir örnektir. Ayrıca sûfîlerin, halkın inançları, statüleri, renkleri ve dilleri ne olursa olsun bütün insanlarla iyi ilişki kurarak güzel davranışlarıyla onları etkilediğini göstermektedir.
Süfyân Sevrî (ö.161/778) hastalanmıştı. Devrin halîfesinin hekîmi onu muâyene için idrarına baktığında: “Bu zâtın ciğeri Allah korkusundan kan olmuş; parçaları mesâneden dökülmektedir. Bağlısı böyle olan zâtın dîni bâtıl olamaz” dedi ve Müslüman oldu. Devrin halîfesi de: “Biz hastaya hekîm gönderdik sanıyorduk, meğer hastayı hekîme göndermişiz” dedi.[30]
Bu olay sûfîlerin lafzî ve kavlî davet ve irşâddan çok fiilî ve temsîli davet ve irşâdı tercîh ettiklerini göstermektedir. Süfyân’ın kendisini tedâvi etmek üzere gelen doktora herhangi bir söz söylemeden hâliyle etkilemesi hâlin kâlden güçlü olduğunun göstergesidir. Ashâb menâkıbında Hz. Ebû Bekir’in ciğer kokusunun komşuları tarafından kavrulup pişirilen bir ciğer kokusu olarak algılanması da buna benzer.
Abdullah b. Mübârek (ö.181/797) şöyle anlatır: Mekke’de bir genç gördüm. Kâbe’ye yönelmişti. Birden kendinden geçti ve düştü. Yanına varınca derhal kelime-i şehâdet getirdi. Kendisine “başına gelenleri” sordum. Şöyle anlattı: “Ben Hristiyandım. Müslüman kılığıyla Kâbe’ye girmek istedim. Hâtiften şöyle bir nidâ duydum: Düşmanlıkla dolu kalbinle Dost’un evine girmek revâ mı? Bunun üzerine Müslüman oldum.”[31]
Bu olaydan diğer din mensûplarının ilgi ve merak sâikıyla kendilerini gizleyerek Harem’e geldikten sonra oranın mânevî atmosferinin insanı kuşattığı ve bunun da gönlünün açılmasına/şerh-i sadr’a vesîle olduğu anlaşılmaktadır.
Bir başka rivâyete göre İbn Mübârek’in başına bir musîbet gelmişti. Halk kendisine tâziye için toplandığında bir Mecûsî de şu sözlerle ona tâziyede bulundu: “Akıllı ona derler ki başına bir musîbet geldiğinde câhilin üç gün sonra yapacağı işi ilk gün yapar.” İbn Mübârek: “Yazın bu sözü; zîrâ bu hikmettir” dedi.[32]
İbn Mübârek’in bu olayında hikmetli sözlerin Müslim, gayr-ı Müslim kimden sâdır olursa olsun sahiplenilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. İslâmî telakkîde: “Hikmet müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa alır”[33] anlayışı vardır.
Fudayl b. İyâd (ö.187/803)’ın ilk zamanlarda işi yol kesicilik, eşkıyalıktı. Kervan vururlar, el koydukları malları arkadaşları ile birlikte ıyş u işret içinde yerlerdi. Bir gün yine kervan vurmuşlar, eğlenip sızmışlardı. Gecenin bir vaktinde Fudayl: “Allah’ın zikri için îmân edenlerin gönüllerinin huşû duyma zamanı gelmedi mi?”[34] meâlindeki âyeti okuyan bir ses duydu. Tevbe yolunu tuttu ve ağlaya ağlaya diyar diyar gezerek haksızlık yaptığı kişilerden helâllik dilemeye başladı. Nihâyet sıra Ebiverd’de bir Yahûdîye geldi. Yahûdî bir türlü râzı olmuyor yoldaşlarına: “İşte şimdi Müslümanları hafife almanın zamanı geldi!” diyordu. Fudayl’a da: “Sana hakkımı helâl etmemi istiyorsan, falan yerdeki kayalık tepeyi kaldır” dedi. Fudayl bu tepeyi gece gündüz demeden kazmaya başladı. Bir seher vakti rüzgar kayalık tepeyi yerinde hiçbir şey yokmuş gibi dümdüz etti. Bu manzarayı gören Yahûdî bu defa: “Malımı iâde etmedikçe hakkımı sana helâl etmeyeceğim, diye and içmiştim. Şimdi yastığımın altında altın var. Hakkımı helâl edebilmem için onu al ve bana ver” dedi. Fudayl, elini yastığın altına sokarak çıkardığı bir avuç altını Yahûdî’ye verdi. Bunun üzerine Yahûdî: “Sana hakkımı helal etmeden bana İslâm’ı anlat” dedi. Fudayl: “O nerden îcâb etti?” deyince Yahûdî şöyle konuştu: “Tevrat’ta tevbesi sıhhatli olanın elinde çakıl taşı altın hâline gelir, diye okumuştum. Ben seni imtihan için aslında yastığın içine çakıl taşı doldurmuştum. Çakılın elinde altın olduğunu görünce, anladım ki tevben sâdık, dînin haktır” dedi ve Müslüman oldu.[35]
Sûfîlere göre kerâmet “hayz-ı ricâl”’dir. Nasıl bir kadının kadınlığı için hayız görmesi şart ve hayız görmeyen kadın tam kadın sayılmazsa ricâlden/erlerden olmak için de kerâmet sâhibi olmak şarttır. Ancak nasıl kadınlar hayızlı eşyalarını gizlerlerse erler de kerâmetlerini öyle gizlerler; ızhâr etmez, ızmâr ederler. Bu anlayışa rağmen tasavvuf menâkıbında sûfîlerin kerâmetlerine yer verildiği de görülmektedir. Nitekim Fudayl’in elinde altına dönüşen çakıl taşları bu türdendir. Bu tür menkıbe ve kerâmetlerin anlatılması tasavvufî ortamları yumuşatmakta ve kerâmet ehli için de karizmatik bir yapı oluşturmaktadır.
Ma’rûf Kerhî (ö.200/816)’nin babası Hristiyandı. Bir gün babası, Dâvud Tâî (ö. 165/782)’nin yanından geçerken Dâvud Tâî kendisine yediği ekmekten ikrâm etti. Bu ekmeği yiyen babası o gece annesiyle oldu ve Ma’rûf ana rahmine düştü. Dolayısıyla mayasında bir gönül erinin lokması vardır.[36]
Sûfîlere göre helal lokmanın insan karakteri üzerinde önemli bir yeri vardır. “Yılan çıktığı deliğe girer” sözü helal gıdalarla beslenen vücûdlardan meşrû davranışların zâhir olacağını ifâde eder. Ma’rûf Kerhî’nin Hristiyan babası yanından geçerken Dâvud Tâî’nin kendisine ikrâm ettiği lokma sonucu ana rahmine düştüğü için ma’rûf olmuştur.
Rivâyete göre vefâtında bütün din mensûpları Ma’rûf Kerhî’nin kendilerinden olduğunu iddiâ ettiler. Yahûdîler, Hrısitiyanlar ve Müslümanlar o bizdendir dâvâsında bulundular. Bunun üzerine hizmetine bakan zât dedi ki: Ma’rûf’un şöyle bir vasiyeti var: “Benim cenazemi kim kaldırırsa, ben o zümredenim.” Yahûdî ve Hristiyanlar cenazeyi yerden kaldırmaya muvaffak olamadılar. Bunun üzerine Müslümanlar gelip cenazeyi kaldırdı, namazını kıldı ve toprağa verdi.[37]
Pek çok sûfî gibi Ma’rûf Kerhî de farklı din mensûplarına sıcak ilgi gösterdiğinden herkes onu kendinden saymıştır. Benzer bir hâdise daha sonra temas edeceğimiz gibi Mevlânâ’nın cenazesinde yaşanmıştır.
Fudayl’ın yaşadığı olaya benzer bir hâdise de Tûsî (ö.226/841)’ye izâfe edilmektedir.[38] İbn Hadraveyh (ö.240/855)’in de kerâmet türünden; yaktığı ve sönmeyen mumlardan bahsedilir. İbn Hadraveyh’in kiliseye gidişi, Hristiyanların reîsinin onu sofraya çağırması ve İbn Hadraveyh’in cevabı ilgi çekici olaylardır.[39]
Ebû Hafs Haddâd (ö.260/874) gençliğinde bir câriyeye âşık oldu. Ona kavuşmak için sihir yapan bir Yahûdîyle görüştü. Yahûdînin kendisine söyledikleri ise hidâyetine vesîle oldu.[40] Bu olayda hikmet ve nasîhatin bir başka din mensûbundan gelse bile insanı uyandırmaya yeteceğine yönelik bir mesaj vardır.
İbrâhim Havvâs (ö.291/904)’ın “çölü azıksız ve bineksiz aşacağım” diye ahd etmesi ve daha sonra bir Hristiyan genç ile yoldaşlığı ve yol boyunca karşılaştıkları da bu türden bir olaydır.[41] Bu olayda başka din mensûplarıyla yolculuk ve arkadaşlık etmenin, onlarla iyi geçinmenin önemine ve tesirine işâret vardır.
Melâmet tavrının ilk temsilcilerinden sayılan Ebû Osman Hîrî (ö.298/910)’nin hüsn-i muâmele ve insanların kusurlarını setretme özelliği ile berduş tavırlı sarhoş bir gencin gönlüne girdiği ve tevbesine vesîle olduğu anlatılmaktadır.[42]
Ebû Bekir Vâsıtî (ö.320/932)’nin Serrâc (ö.378/988)’ın el-Luma’ında da naklettiği olay ise kader bahsiyle alâkalıdır. Hâdi-i mutlak olan Allah’ın dilediğini hidâyete erdireceğini ifâde etmektedir. Kalbleri mühürlü olanlara hidâyet açısından insanların yapabileceği bir şey yoktur. Bu yüzden ilâhî kader bağlamında mâzûr sayılırlar.[43]
Ebû Bekir Şiblî (ö.334/945)’nin de bir Hristiyan genç ile ilgili menkıbesinde yolculuk ve arkadaşlık serüveni ile cömerdlik özelliğine sâhip bir insanın merhamete ve hidâyete daha yakın bulunduğu anlatılmaktadır. Başka dîne mensûp olmasına rağmen cömerdliği ile insanlara iyilik etmek isteyen kişi hem Kâbe’nin yolunu tutmuş hem de hidâyete ulaşmıştır.[44]
Sûfîler cömerdlik ve merhameti çok önemsemiş, Rûhu’l-Beyân müellifi Bişr b. Hâris el-Hâfi’nin bu konudaki şu şiirini nakletmiştir:
Komşu olacaksan birine eğer
Cömerd kişiler komşuluğa değer
Biriyle istişâre edeceksen eğer
Müşâvirin hakîm olmalıymış meğer.
Yine anlatıldığına göre bir Mecûsî yüz dinar tasadduk etti. Bunu gören Şiblî: “Bu sadakanın sana faydası olmaz” dedi. Bunu duyan Mecûsî göğe bakarak ağladı. Birden üzerine yeşil bir yazıyla şu beyitlerin yazılı olduğu bir kağıt düştü:
Ebedîlik yurdudur, hoşgörünün mükâfatı
Eman bulmadır, o şiddetli günün korkusundan
Hiçbir ateş yakmaz çünkü cömerd olanı
Bu cömerd, olsa bile Mecûsîlerden.
Allah Teâlâ cömerd birini kâfir ise îmân etmeye, mümin ise tâatini artırmaya ve onları ihlâsla yapmaya muvaffak kılarak yardım eder.[45]
Ebû Kâsım Nasrabâdî (ö.372/982) şahsiyeti yaralayıcı bir tercihte bulunarak bir Yahûdîden kırk yıl yarım akçe almak için gidip gelmişti. Çeşitli hakâretlere de marûz kalan bu sûfî’nin tavrı genel kabule uygun değilse de Attâr bu olayı nakletmiştir.[46]
Rûm diyârından Bağdad’a gelen bir Hristiyan, sûfîlerin firâset ve basîretlerine duyduğu sempati ve hayranlık karşısında etkilenmiş ve kendisine yapılan bu ikrâmlar sonucunda onların dînine yönelmişti.[47]
Ebû İshak Kâzerûnî (ö.426/1034)’nin bir başka din mensûbuna ikrâm ve ihsânlarda bulunması ve akabinde “hiçbir baş yoktur ki iki ekmeğe değmesin!” diyerek Allah’ın en muazzez varlığının her şeye değeceğini ifâde etmesi, tasavvufun yaratılanı yaratanından ötürü sevmesi ilkesinin bir başka anlatımıdır.[48]
B- TASAVVUFÎ DÜŞÜNCEDE BİRLİKTE YAŞAMA / ÇOĞULCU SÖYLEM
İslâm’ın süratle yayılmasında diğer din ve inanç mensûplarına gösterilen müsâmahanın önemli bir etkisi vardır. Çünkü İslâm’da Hristiyanlık’ta olduğu gibi, emperyalist emeller taşıyan ve arkasında devlet desteği bulunan misyonerler yoktur. Onun yerine insanlara İslâm’ın mesajını taşıyan sivil nitelikli davetçiler vardır. Bu davet hizmetini sâdece bir gruba hasretmek mümkün değilse de özellikle “leşker-i duâ” olarak anılan dervîş ve sûfîler, fiilen bu işi yapmışlardır. Nitekim “intişar târihi” kaynaklarının verdiği bilgilere göre pek çok gayr-i müslim diyâra, İslâm onlar sayesinde ulaşmıştır. Horasan erenleri Müslüman-Türk misyonerleri olarak kabul edilebilir. Anadolu, Kafkas ve Balkanlar’ın Türk İslâm yurdu olmasını sağlayanlar onlardır. Osmanlı Türklerinin misyonu bunlar sayesinde hâlâ Balkanlar’da ve Orta Avrupa’da yaşamaktadır.[49]
Diğer din mensûplarıyla ilişkilerde hoşgörü nitelikli en önemli sözler İbn Arabî (ö.638/1240), Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ö.672/1273) ve Yûnus Emre (ö.720/1321)’ye âiddir. Daha önceki dönemlerde yaşayan ve tasavvufî hayatı temsil eden sûfîlerde bu türden açık yorum ve değerlendirmelere rastlamak zordur. Yukarıda da belirtildiği gibi zühd ve tasavvuf döneminin sûfîleri diğer din mensûplarıyla yolları kesişmiş, zaman zaman onlarla bir arada bulunmanın gereği asr-ı saâdetten beri İslâm toplumunda yaygın temâyüle uygun sözler ve davranışlar sergilemişlerse de tarîkat ve tasavvufî düşünce dönemi sûfîleri kadar açık ifâdeler ortaya koyamamışlardır.
Adı geçen sûfîler Anadolu Selçukluları devrinde, özellikle Osmanlı’nın kuruluşuna tekaddüm eden yıllarda yaşamış ve Osmanlı’nın kimliğini hazırlamış kimselerdir. Bu üç mütefekkirin aydınlığında yürüyen Osmanlı, bu özelliği sebebiyle Batılı Târihçi Paul Wittek tarafından “Dervîş Devlet” diye adlandırılmış; diğer din ve kültürlerle birlikte yaşamanın en güzel örneklerini vermişlerdir. Bunlardan İbn Arabî, insân sevgisini ve diğer din mensûplarına bakışını daha çok şiirlerinde dile getirmektedir. O der ki:
“Zaman zaman Mûsâ’nın şerîatına inanırım da, Mûsevîlik yolunu kabûl ederim. Gâh kendimi Îsâ’nın şerîatına inanmış ve kilisede ibâdet eder bulurum. Gâh Muhammed’e inanmış bulurum da bu Nebî’ye sapasağlam sarılırım. Bazen de kendimi öyle bir şerîat içinde görürüm ki ashâba benzerim.”[50]
İbn Arabî, Mûsevî, Îsevî ve Muhammedî dinleri yeryüzündeki ilâhî menşeli dinler olarak gördüğünden birlikte anmıştır. Aslında İbn Arabî, Seyyid Hüseyin Nasr’ın da dediği gibi ilâhî menşeli bu dinleri meşreb îtibariyle değerlendirirken şuna işâret etmiş olmaktadır: Bu üç dinden Mûsevîlik şerîat ağırlıklı, Îsevîlik bâtınî yönü ağır basan tarîkat özelliklidir. Muhammedîlik ise hem şerîata hem tarîkata eşit düzeyde ağırlık verir.[51]
İbn Arabî bir başka şiirinde şunları söyler:
Kalbim sûreti kabûl edici oldu.
O, ceylânların otlak yeri, râhiplerin manastırıdır.
Putlar için bir ev, tavâf edenin Kâbe’sidir.
Tevrat’ın levhaları, Kur’ân’ın mushafıdır.
Kervan nereye yönelirse yönelsin
Muhabbet dinim ve îmânımdır.
Bizim için Hind’in Bişr’i ve onun kız kardeşinde
Leyla ve Kays (Mecnûn)’ta güzel bir örnek vardır.[52]
***
Mevlânâ hoşgörü ve diğer din mensûplarına müsâmaha noktasında İbn Arabî ile benzer şeyler söylemektedir: “Bütün insanlarda aynı ruh vardır. Fakat bedenler, tenler yüz binlercedir. Dünyada sayısız bâdem vardır ama hepsinde aynı yağ bulunmaktadır. Dünyada çeşitli diller, çeşitli lügatlar vardır. Fakat hepsinin de anlamı birdir. Çeşitli kaplara konan sular kapları kırılınca birleşir. Bir su halinde akarlar. Tevhîdin ne demek olduğunu anlar da birliğe erersen, gönülden sözü ve mânâsız düşünceleri söküp atarsan; can, mânâ gözü açık olanlara haberler gönderir, onlara gerçekleri söyler.”[53]
Mevlânâ insanı, mânevî emâneti taşıyan üstün bir varlık olarak gördüğü için, hangi din ve mezhepten olursa olsun sevmiş ve bütün dinlere saygı göstermiştir. Bu yüzdendir ki o büyük velînin tabutu arkasından yalnız Müslümanlar değil, o sırada Konya’da yaşayan Hristiyanlar, Mûsevîler de gözyaşı dökmüşlerdir.[54] Mevlânâ Mesnevî’de bir şiirin başlığında der ki:
“İhtilaflar gidiş tarzında ve ibâdet ediş şeklindedir. Yoksa onun hakîkatinde değil.”[55]
Divân’ında da şu ifâdelere yer vermektedir:
“Sır gözü ile, gönül gözü ile mümine de bak kâfire de. Bunların her birinde kendi inançlarına göre yâ Rabbî sesinden yâ Hayy! nidâsından başka bir şey yoktur.”[56]
Mevlânâ’ya izâfe edilen ancak Mevlânâ’nın eserlerinde bulunmayan, ondan iki asır önce yaşamış Ebû Saîd Ebu’l-Hayr (ö.440/1048)’ın Rubâiyyâtı arasında yer alan meşhur rubâî tasavvufî düşüncedeki çoğulcu söylemin şah beyitlerindendir. Ebû Saîd Ebu’l-Hayr âşık tabîatlı, sohbete önem veren ve halkın arasına çok karışan, celvet ehli bir mutasavvıftı. Vahdet-i vücûd anlayışını yaymaya çalışan, tekke ve dergâhların ihvânının âdâb ve yönetimine dâir ilk prensipleri vaz’ eden kişi olarak tanınır.[57]
Söz konusu rubâî Mevlânâ’nın eserlerinde bulunmamakla birlikte özelde onun, genelde tasavvufun bakışına ters değildir. Çünkü bütün insanlığı “gel” diyerek çağıran bu manzume, insanları geldikleri gibi kalmaya değil, olmaya, değişmeye ve dönüşmeye davet etmektedir:
Gel, her ne olursan ol yine gel!
Kâfir, Mecûsî, putperest olsan da gel!
Bizim dergâhımız ümidsizlik dergâhı değildir,
Yüz kere tevbeni bozsan da yine gel![58]
***
Benzer ifâdeleri Yûnus Emre’nin şiirlerinde de bulmak mümkündür. Nitekim o, yetmiş iki millete bir gözle bakmayanı, şerîat ölçülerine göre evliyâ olsa bile isyankâr sayar.
Yetmiş iki millete birlig ile bakmayan
Şer‘ile evliyâsa hakîkatte âsîdür[59]
***
Yetmiş iki millete kurban ol âşıksan
Tâ âşıklar safında tamâm olasın sâdık
Hâs u âmm mutî âsî dost kuludur cümlesi
Kime eydibilesin gel evinden taşra çık[60]
***
Yetmiş iki milletin hem mâşûku ol durur
Âşıkı mâşûkundan ayırmaklık fâl değil.[61]
***
Din ü milletten geçer aşk eserini duyan
Mezheb ü dîn mi seçer kendüyü yoğa sayan[62]
***
Sen seni ne sanursan ayruğa da ânı san
Dört kitabın mânâsı budur eğer vârısa[63]
***
Bir kez gönül yıktınsa bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil[64]
İslâm, insanlara aşkla yaklaşan bir rûhun temsilcisidir. Aşk sâyesinde merhamet çekirdeğinden fışkıran mes’ûliyet insanı sınırlı ve dar yapılı bir varlık olmaktan kurtarır, sonsuz ve ebedî bir hayâta hazırlar. Yûnus dört kitabın anlamının ancak aşkla anlaşılacağına kâildir:
Dört kitâbın mânâsın okudum tahsîl kıldım
Aşka gelicek gördüm bir ulu hece imiş[65]
***
Gelin tanış olalım – İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim – Dünya kimseye kalmaz[66]
***
Ben gelmedim dâvî için – Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir – Gönüller yapmaya geldim [67]
Yûnus Emre kendi yolunun ve dîninin güzelliğini de şu ifâdelerle anlatır:
Gayrıdır bu milletten bu bizim milletimiz
Hiç dinde bulunmadı dîn ü diyânetimiz
Bu dîn u diyânette dünya ve âhirette
Yetmiş iki millette ayrıdır âyâtımız[68]
Yûnus ilâhî menşeli dinlerin tevhîde çağırdığını ve rahmet deryâsının hepsini kuşattığını şu ifâdelerle anlatır:
Taştı rahmet deryâsı – Gark oldu cümle âsî
Dört kitâbın mânâsı – Lâ ilâhe illallah[69]
***
Erzurumlu İbrahim Hakkı ile ilgili de şöyle bir hikâye nakledilir. Rivâyete göre vaaz u nasîhat için Erzurum’un bir köyüne davet edilir. İbrahim Hakkı’yı Erzurum’dan köye getirmek için ücret karşılığında bu işleri yapan Ermeni bir genç gönderilir. Dönüşte İbrahim Hakkı, Hz. Ömer gibi ata nöbetleşe binmeyi teklif eder. Ermeni genç buna itiraz etse de Erzurumlu İbrahim Hakkı: “Evlâdım, son nefeste hâlimizin ne olacağı meçhul! Sen köylülerin seni azarlamasından endişe ediyorsun, ben ise Allah huzurunda verilecek hesaptan korkuyorum!” der. Netîcede bu minval üzere anlaşırlar. Tam köye gireceklerinde ata binme sırası Ermenî gence gelir. Köylülerden korkan genç, hakkından ferâgat ederek onun ata binmesinde ısrar eder. İbrahim Hakkı ise: “Sıra senindir!” der ve atın önünde yürüyerek köye girer. Halk bu hâli görünce, hemen Ermenî gencin etrafını sarar ve: “Vay densiz! Gençliğine bakmadan ata kurulmuş, şu aksakallı ihtiyarı yürütüyor! Bu mu senin sadâkatin? Biz böyle mi anlaşmıştık?” derler. İbrahim Hakkı meseleyi îzâh edince azarlamaktan vazgeçerler. Ancak bu esnâda köylülerden biri gence: “Bu kadar fazîleti gördükten sonra bâri Müslüman olsaydın!” der. Ermeni genç birkaç dakikalık sükûttan sonra der ki: “Eğer sizin dîninize girmemi istiyorsanız, aslâ! Ama şu mübârek zâtın dînine daha yoldayken girmiştim!”
***
Tasavvufî düşüncenin önemli temsilcilerden Hâfız (ö.790/1390) insanın yaradana ve yaradılanlara karşı tavrını özetleyerek bütün insanlara; farklı inanç sahiplerine karşı takınılması gereken üslûbu ne güzel ifâde eder:
Dünyâ ve âhiretin emniyet ve safâsı şu iki cümlededir:
Dostlara lütuf ve ihsânda bulun, düşmanları da idâre et!
Rûhu’l-Beyân müellifi sûfîlerden birinden naklettiği insân-ı kâmilin hayat tarzı ile ilgili aşağıdaki tesbitiyle toplumdaki birlikte yaşamak için herkese karşı takınılacak tavrı özetler: “Hakk’a sıdk, halka insaf, nefse kahr, elinin altındakilere şefkat, büyüklere hürmet, dostlara nasîhat, düşmanlara mudârâ/idâre, ulemâya tevâzu, dervîşlere/fakirlere cömerdlik, câhillere sükût ile muâmele.”[70]
***
Tasavvufî bir ortamda yetişen Osmanlı sultânları dînî anlayışta fanatizme düşmemişlerdir. Nitekim Fâtih Sultân Mehmed kendisini hem Selçuklu’nun hem de Bizans’ın vârisi görmektedir. Hatta Fâtih’ten sonraki Osmanlı sultanları dört unvan kullandılar: 1-Halîfe, 2-Pâdişah, 3-Hâkan ve 4-Kayzer-i Rûm. Halife Sâmî ve İslâmî geleneği; Pâdişah İran ve Fars geleneğini; Hâkan Türk ve Moğol geleneğini; Kayzer-i Rûm Roma ve Yunan geleneğini temsil eder. Osmanlı sultanları bu unvanlarla bütün medeniyetleri şahsında cem’ettiğini ilan etmiş oluyordu.
Osmanlı Sultanlarının diğer din mensûplarını cizye mukâbili vatandaşlık statüsü vererek koruma ve kollama taahhüdleri altına almaları geleneği her dönemde devâm etmiştir. Osmanlı Târihi Kronolojisi müellifi İsmâil Hâmî Danişmend’in naklettiği şu olay bunun en önemli kanıtlarından biridir. Fatih zamanındaki Sırp Kralı Brankoviç, Macar Başkumandanı Yanko Hunyad’a sorar: “Türkleri mağlup edip Sırp devletine sâhip olduktan sonra bize ne yapacaksınız?” Yanko Hunyad der ki: “Bütün Sırbistan’da Katolik kiliseleri dikeceğim.” Brankoviç, Fâtih’e aynı suâli sorunca da şu cevâbı alır: “Her câmiin yanına bir Ortodoks kilisesi kurulabilir.”[71] Gerçekten de öyle olmuş, Fâtih Sırbistan ve Bosna’yı Osmanlı topraklarına kattıktan sonra cizye mukâbili Ortodoks Hristiyanları, Katoliklere karşı korumuştur.
Müslümanların gerçekleştirdiği başka kültürlerle birlikte yaşama ortamı bir kısım Batılı yazarların dikkatini çekmiştir. Nitekim U. Klever bakınız Osmanlılar’ın bu özelliği hakkında neler söylüyor: “Komşularının gözleri önünde bu devletin bu kadar çabuk büyümesi ve uzun zaman idâme-i hayat etmesi enteresandır. Bunda kesin rol oynayan dindir: Türkler Müslüman olunca târihî bir faktör haline geldiler. …Hristiyanların Müslümanlara isnad ettikleri gibi inancın yayılması, ateşle ve zorla olmamıştır. Müslümanlığa göre, inanç İslâm hâkimiyeti olmadan yayılamaz ve din hürriyeti ancak İslâm hâkimiyetinde mevcûddur.”[72]
Cumhuriyetten sonra tekkelerin kapatılmasına takaddüm eden günlerde İstanbul’a gelerek Kelâmî Dergâhında on beş gün misafir kalan Batılı Hristiyan bir araştırmacı olan Carl Vett’in hatıraları tasavvufî düşüncenin bugün çoğulcu söylem denilen çok kültürlülük ve farklı din mensûplarıyla bir arada yaşamanın örneklerinin en son ve güzel şahitlerinden biridir.[73]
NETÎCE
Bu tebliğ çerçevesinde tasavvuf klasikleriyle sûfî tabakâtı ve diğer tasavvufî kaynaklardan yaptığımız alıntıların, sûfîlerin birlikte yaşama tecrübesine âid söz ve davranışların şu noktalarda temerküz ettiğini göstermektedir:
1. Sûfîlerin diğer din mensûpları, özellikle ehl-i kitâb ile ilişkilerinde ortak hedef her insanı potansiyel Müslüman olarak görme ve İslâm’a kazandırma gayretidir. Kur’ân’daki ehl-i kitâbı ortak bir kelimede buluşmaya çağıran hitâb-ı ilâhî[74] Müslümanların ve sûfîlerin müşterek çıkış noktası olmuştur. Yukarıda sûfî tabakâtından naklettiğimiz yirmi kadar şahsiyetin konuya âid hikâyelerinden en az on tanesinin hidâyetle sonuçlanması bu görüşü teyid etmektedir.
2. Dîni kısaca “et-ta’zîm li-emrillâh ve’ş-şefakatü alâ halkillâh” diye tanımlayan sûfîler, kulları Allah’ın şefkatiyle buluşturmak için hüsn-i muâmele ile insanlara yaklaşmışlar ve inanç ayırımı yapmaksızın onlarla çeşitli ortamlarda birlikte olmuşlardır.
3. Tebliğ ve irşâdda kavlî yöntemden çok fiilî ve temsîli yöntemin daha etkileyici olduğu açıktır. Bu yüzden tasavvuf ehli, insanları sözden çok davranışla etkileme yolunu tercih etmişlerdir. İnsanı etkileyen güzel söz ve yaldızlı laflardan çok sağlam karakter ve tutarlı davranışlardır.
4. Başka din mensûplarına inanç, ibâdet ve ictimâî münâsebetlerde hoşgörü göstermek kişilerin dinleri, inançları ve kişilikleriyle ilgili özgüvenle yakından alâkalıdır. Bu konuda özgüven problemi taşımayanlar başkalarının varlığından rahatsız olmaz; hatta onlara yaratıcının saygın bir varlığı olarak bakar.
5. Gönülleri fethetmeden, kalbleri ısındırmadan ülkeleri ve beyinleri fethetmenin imkânı yoktur. Leşker-i duâ denilen gönül erleri kendilerini ülkelerin fethinden çok gönüller fethine memur görmüşlerdir. Onların insanlara bu türden yaklaşımları İslâm’ın güler yüzü olmuştur. İslâm fütûhâtı sâdece ülkelerin fethine yönelik bir askerî hareket olsaydı târihte muvaffak olması söz konusu olamazdı.
6. Tasavvuf İslâmî değerleri birebir yansıtan ve asr-ı saâdetteki diğer din mensûplarıyla birlikte yaşama geleneğini en iyi biçimde sürdüren, halkı Hakk için sevmeği öğütleyen bir disiplindir. Bu disiplinde Hakk’ın değişik tezâhürleri söz konusudur. Her vasıftaki insanı çağıran; onlara “gel” diyen gönül sultanları ancak onları oldurmak, erdirmek ve Hakk’a vardırmak üzere davet ederler.
7. Özellikle Anadolu Selçukluları döneminde en büyük fikrî temsilcilerini yetiştiren tasavvufî düşünce İbn Arabî, Mevlânâ ve Yûnus Emre ile İslâm’ın cihânşümûl mesajını evrensel imparatorluk mefkûresi sâyesinde bütün cihâna ulaştırmıştır. Onun özellikle Balkanlardaki mevcûdiyeti farklı din, mezhep ve ırkların korunmasının da teminâtı olmuştur.
8. Kâinâtta varlık ve dengeyi sağlayan bir cezbe kanunu vardır. Gökcisimleri ve yerdeki varlıklar birbirleriyle olan ilişkilerini bu cezbe ve incizâb kanunuyla sürdürürler. Tasavvufî düşüncede beşerî münâsebetlerin dengesini sağlayan da sevgi ve cezbe kanunudur. Olduğu gibi görünüp göründüğü gibi olmayı prensip hâline getiren insanlar başkalarını cezbeder ve etkiler.
9. Tasavvufu “güzel ahlâk ve edeb” diye tarif eden sûfîler insanlara başkalarıyla geçimli olma, kahır çekme, yük kaldırma gibi konularda kendilerine önemli görevler düştüğünü ifâde etmiş olmaktadırlar. Yûnus’un:
Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek
Dervîş gönülsüz gerek / Sen dervîş olamazsın[75]
diye özetlediği güzel ahlâk ve geçim ehli olma konusu sûfî şahsiyetleri merkez insanlar hâline getirmektedir.
10. Beraber bulundukları insanları yanlışlıklarını mazûr görüp hatalarını tevîl ederek hoş gören, buna mukâbil nefislerini suçlu görüp kınayan tasavvuf ehli günümüzde bencilliğin, egoizmin hâkim olduğu noktalarda diğergâmlık ve hasbîlik vasıflarıyla insanları kuşatmaktadır. Kendisini toprak gibi gören, üzerine atılan pisliklere rağmen kendisinden dâima güzellikler biten bir gönül insanı çağımızın çıkarcı insanını kuvvetle etkileyecek çarpıcı bir güce sahiptir.
11. Tasavvufun birlikte yaşama sürecinde durağan, statik ve uyuşuk bir yapı değil, toplumun tekâmülünü öngören, başkalarıyla birlikte yaşamayı, onları kabullenmeyi esas alan, mümin kardeşini kendisine tercih eden ve karşılıksız sevmeyi ve vermeği yeğleyen bir yapı vardır.
12. Globalizmin; küreselleşmenin, çok kültürlülüğün ve birlikte yaşama tecrübelerinin tartışıldığı günümüzde farklılıkları zenginlik kabul eden, her cins, dil ve ırktan zümreleri içinde barındıran tasavvufî telâkki, insanlığın işine bugün her zamankinden daha çok yarayacak bir olgudur.
13. Küresel dünya vatandaşlığının tartışıldığı günümüzde düşünce ve inanç gruplarının birbirleri üzerinde baskı oluşturmadan birlikte yaşamalarının tasavvufî gelenekle daha kolay ve daha kalıcı olabileceği düşünülmektedir. Bu yüzden bugün Batı’da İbn Arabî, Amerika’da Mevlânâ merkezleri bu düşüncenin konuşulup tartışıldığı merkezler olarak görülmektedir. Özellikle Osmanlı tecrübesindeki tasavvufî etki son zamanlarda ilgiyle izlenmektedir.
KİTÂBİYÂT
Abdurrahman Câmî, Nefehâtü’l-üns, Tahran 1375.
Abdülbâki Gölpınarlı, Yûnus Emre Dîvânı, Ahmed Halit Kitabevi, İstanbul 1948.
Carl Vett, Dervişler Arasında İki Hafta, trc: Ethem Cebecioğlu, İstanbul 2004.
el-Cezzâr, Ahmed Mahmûd, el-Fenâ ve’l-hubbü’l-ilâhî inde İbn Arabî, Kâhire 1990.
Ebû Nasr Serrâc, el-Luma’, Kâhire 1960.
Ebû Saîd Ebu’l-Hayr, Sühanân-ı Manzûm-i Ebû Saîd Ebu’l-Hayr, (hzr. Saîd Nefîsî), Tahran 1334/1955.
Ferüdiddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, Tahran 1346; trc., Süleyman Uludağ, İstanbul 2002.
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, Tahran 1374.
İbn Arabî, Tercümânu’l-eşvâk, Beyrut 1966; trc., Mahmut Kanık, İstanbul 2004.
İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrût 1965.
İmam Gazzâli, İhyâu ulûmi’d-dîn, Mısır, ts.
İsmâil Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Beyrut 2001.
İsmâil Hâmî Danişmend, Osmanlı Târihi Kronolojisi, İstanbul 1971.
Kâsım Ganî, Târîhu’t-tasavvufi’l-İslâmî, trc. Sâdık Neş’et, Kahire 1970.
Kuşeyrî, er-Risâle, Kâhire 1974.
M. Âkif Aydın, “Anayasa” md., DİA, İstanbul 1991.
M. Asım Köksal, İslâm Târihi, İstanbul 1989.
Mevlânâ, Mesnevî, Konya 1384.
Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, trc: Kemal Kuşçu-Sâlih Tuğ, İstanbul 1969.
Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Dîvânı Tenkitli Metin, İstanbul 2005.
Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm, İdealler ve Gerçekler (trc. A. Özel), İstanbul 1985.
Şefik Can, Mevlânâ, İstanbul 1995.
Ulrich Klevers, Das Weltreich der Türken, Bayreuth 1978, Ulm 1981.
Yaşar Kalafat, II. Avrasya İslâm Şûrâsı Tebliğleri, Ankara 1998.
* Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Ana Bilim Dalı Başkanı.
[1] Âl-i İmrân, 3/103.
[2] M. Âkif Aydın, “Anayasa” md., DİA, III, İstanbul 1991, s. 153-156.
[3] Âl-i İmrân, 3/64.
[4] el-Bakara, 2/120.
[5] Mümtehine, 60/8.
[6] Mümtehine, 60/9.
[7] İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târih, Beyrût 1965, II, 335.
[8] el-Kâfirûn, 109/6.
[9] Bkz. Meryem, 19/1-40.
[10] M. Asım Köksal, İslâm Târihi, İstanbul 1989, IV, 193 vd.
[11] Buhârî, Cenâiz 4, 55, 61, 65; Menâkibu’l-Ensâr, 38; Müslim, Cenâiz, 62, 63, (951); Muvatta, Cenâiz, 14.
[12] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, (trc. Kemal Kuşçu-Sâlih Tuğ), İstanbul 1969, II, 182; İbn Hişam, s. 410-411’den naklen.
[13] a.g.e., II, 183, İbn Hişam, s. 402’den naklen.
[14] İbnu’l-Esîr, a.g.e, II, 335.
[15] Hamidullah, a.g.e., II, 183, Ebû Yusuf, Kitâbü’l-Harâc, s.79’den naklen.
[16] Hamidullah, a.g.e., II, 182.
[17] Rûhu’l-Beyân, Beyrut 2001, I, 376-377.
[18] Hıristiyanlık Karşısında Müslümanlık, s. 18, De Lacy, O’Leacy, Mısır’ın Mirası, s. 323’den naklen.
[19] Hamidullah, a.g.e., II, 182.
[20] Kuşeyrî, er-Risâle, Kâhire 1974, s. 360; Krş: Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, Tahran 1374, s. 409.
[21] “İbrâhim: Rabbim! Burasını emin bir şehir kıl, halkından, Allah’a ve âhiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır, demişti. Allah da: İnkâr edeni de az bir müddet geçindirir, sonra da onu ateşin azâbına uğramak zorunda bırakırım, ne kötu sonuç, buyurmuştu.” Bkz. el-Bakara, 2/126.
[22] Keşfü’l-mahcûb, 44-45.
[23] Âl-i İmrân, 3/19.
[24] el-Bakara, 2/83.
[25] en-Nisa, 4/86.
[26] Gazzâli, İhyâu ulûmi’d-dîn, Kâhire, ts., III, 116.
[27] Âl-i İmrân, 3/134.
[28] Ferüdiddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ, Tahran 1346, s. 52; Trc. Süleyman Uludağ, İstanbul 2002, I, 79.
[29] Abdurrahman Câmî, Nefehâtü’l-üns, Tahran 1375, s. 31-32.
[30] Tezkiretü’l-evliyâ, 224; Trc. I, 226.
[31] a.e, 218; Trc. I, 221
[32] a.e, 218; Trc. I, 222.
[33] Tirmizî, İlim, 19 (2688).
[34] el-Hadîd, 57/16.
[35] Tezkiretü’l-evliyâ, 90-91; Trc. I, 112-113.
[36] Tezkiretü’l-evliyâ, 266; Trc. I, 263.
[37] a.e., 328-329; Trc. I, 321.
[38] Muhammed b. Eslem Tûsî (ö.226/841)’nin hikâyesi şöyledir: Rivâyete göre sürekli borç alır fakirlere dağıtırdı. Bir Yahûdî: “Senden ne kadar alacağım varsa hepsini iâde et” dedi. Tûsî: “Hiçbir şeyim yok ki” dedi. Orada yontulmuş kalem yongaları vardı. Tûsî onları aldı ve Yahûdî’ye verdi. Yahûdî yongaları alınca bunlar altına dönüştü. Yahûdî: “Bir din ki, mensûbu bir azîzin elinde yonga altın olursa o din bâtıl olamaz” dedi ve Müslüman oldu. Tezkiretü’l-evliyâ, 289; Trc. I, 284-285.
[39] Ahmed b. Hadraveyh’in hikâyesi şöyledir: Rivâyete göre bir dervîş ona misâfir oldu. İbn Hadraveyh onun için yetmiş mum birden yaktı. Dervîş: “Bu iş hoşuma gitmiyor, zîrâ tasavvufun resmiyet ve gösterişle ne ilgisi var” dedi. İbn Hadraveyh de: “O halde hangisi Hakk rızası için yakılmamışsa söndür” dedi. Dervîş sabaha kadar su ve toprak taşıyıp çabaladı ama bir tanesini bile söndüremedi. Ahmed ertesi gün dervîşe dedi ki: “Bundan daha acâib şeyler görmek ister misin?” Birlikte kalkıp kilisede bulunan Hristiyanların yanına gittiler. Hristiyanların reîsi, İbn Hadraveyh’i içeri sofraya çağırdı. İbn Hadraveyh: “Hakk’a dost olanlar Hakk düşmanlarıyla yemek yemez” dedi. Hristiyanların reîsi: “O zaman bize İslâm’ı anlat” dedi. İbn Hadraveyh onlara anlattı. Reîs ve ona bağlı keşişlerden yetmiş kişi İslâm’a girdi. İbn Hadraveyh o gece rüyâsında şöyle bir hitâb-ı ilâhîye mazhar oldu: “Ey Ahmed! Sen bizim için yetmiş mum yaktın. Biz de senin için yetmiş kalbi, îmân nûruyla aydınlattık.” Tezkiretü’l-evliyâ, 353; Trc. I, 347-348.
[40] Ebû Hafs Haddâd (ö.260/874) başlangıçta bir câriyeye âşık olmuştu. Sevdiğine kavuşmak için çeşitli yollara başvurdu. Nihâyet: “Nişabur’da büyücü bir Yahûdî var, başındaki sevdâya o çare bulur” dediler. Bunun üzerine Ebû Hafs kalkıp onun yanına gitti, hâlini anlattı. Yahûdî Sihirbaz dedi ki: “Kırk gün namaz kılmaz, hiçbir tâatta bulunmaz, iyi bir iş yapmaz ve Allah’ın adını ağzına almazsan, sihirle seni murâdına erdiririm” dedi. Ebû Hafs kırk gün denileni yaptı ama murâdına eremedi. Yahûdî: “Mutlaka senden iyi bir şey vücûda gelmiş olmalı, yoksa murâdın hâsıl olurdu” dedi. Bunun üzerine Ebû Hafs dedi ki: “Sâdece yolda yürürken gördüğüm bir taşı, kimsenin ayağını tökezletmesin diye kenara ittim. Başka bir şey hatırlamıyorum.” Yahûdî şu karşılığı verdi: “Kırk gündür emrini terk ettiğin Allah, bu yaramazlığına rağmen keremiyle seni terk etmemiş. O’na hiç darılma!” Ebû Hafs’ın yüreğine bir ateş düştü ve nihâyet Yahûdî’nin bu sözleri vesîlesiyle tevbe etti. Tezkiretü’l-evliyâ, 390-391; Trc. I, 383.
[41] İbrâhim Havvâs (ö.291/904) “çölü azıksız ve bineksiz aşacağım” diye ahd etmişti. Çöl yoluna düşünce, arkasından Hristiyan bir genç: “Sana arkadaş olmam için destur var mı?” diye sordu. Havvâs: “Benim gittiğim yolda sana yer, bu arkadaşlıktan sana fayda yok” dedi. Hrıstiyan genç ısrarla taleb edince Havvâs kabul etti. Sekizinci gün olunca genç dedi ki: “Ey hanîflerin zâhidi! Açım, hadi bakalım Rabbından bir şeyler iste!” dedi. Havvâs da: “İlâhî! Muhammed (s.a.) hakkı için beni bu Hristiyanın yanında mahcûb etme!” dedi. Duâsı kabûl edilerek mükellef bir sofra zuhûr etti, birlikte yediler. Bir hafta yol aldıktan sonra Havvâs dedi ki: “Ey râhib, acıktım, şimdi de sen gücünü göster.” Hristiyan genç duâ etti ve mükellef iki sofra zuhûr etti. Genç, Havvâs’a yemesi için ısrâr ettiyse de o elini uzatamıyordu. Genç: “Ye ki sana iki müjdem var” dedi: “Birinci müjdem kelime-i şehâdet ile zünnârımı koparıyorum. İkinci müjdem Allah’a duâ etmiştim ki: İlâhî! Nezdinde kadr u kıymeti bulunan ve hak din üzere olan şu ihtiyârın hakkı için bana yemek gönder, mahcûb olmayayım. Şu yemek senin bereketine gelmiştir.” Birlikte Mekke’ye yolculuk yaptılar ve orada mücâvir hayatı yaşadılar. Keşfu’l-mahcûb, s. 280-281; Tezkiretü’l-evliyâ, 602-603; Trc. II, 186-187.
[42] Rivâyete göre elinde sazıyla sarhoş bir berduş, Ebû Osman Hîrî (ö.298/910)’yi görünce, onun emr-i bi’1-ma’rûf nehy-i ani’l-münker yapacağını zannederek, elindekileri gizledi. Ebû Osman şefkatli bir şekilde: “Kardeşler hep birdir, birbirlerine karşı değişmezler” dedi. Genç bunun üzerine tevbe edip hankâha girdi. Guslün ardından şeyh ona bir de hırka giydirdi ve başını semâya kaldırarak şöyle niyâz etti: “İlâhî! Ben bana düşeni yaptım, gerisi Sana âid.” Tezkiretü’l-evliyâ, 478-479; Trc. II, 70.
[43] Rivâyete göre Ebû Bekir Vâsıtî (ö.320/932) bir gün Yahûdî mezarlığından geçerken: “Bunlar mâzûr bir kavimdir. Hepsi için mazeret vardır” dedi. Bunu işiten halk onu yakalayıp yaka-paça kadı huzûruna çıkardılar. Kadı ona: “Bu ne biçim lâf! Yahûdîler, nasıl mazur olabilir?” dedi. Vâsıtî dedi ki: “Senin hükmün açısından mâzûr değiller, ama Hakk’ın kazâ ve kaderi açısından mâzûrdurlar!” Tezkiretü’l-evliyâ, 734; Trc. II, 309; Krş. Serrâc, Luma’, Kâhire 1960, 473, 511.
[44] Ebû Bekir Şiblî (ö.334/945) vaktiyle Bağdat’ta bulunuyordu. Hacca giden dervîşlere ayakkabı satın almak için 1.000 dirhem lâzım oldu. Bir Hristiyan genç kalkıp: “Beni beraber götürürseniz bu parayı veririm” dedi. Şiblî: “Sen hac ehliyetine sâhip değilsin” deyince genç: “Sizin kervanınıza hiç yük merkebi lâzım değil mi? Beni de bir merkep sayın” dedi. Hep birlikte yola koyuldular. Bir ara Şiblî gence: “Hâlin nasıl?” diye sordu. Hristiyan genç: “Sevinçten gözüme uyku girmiyor, sizlerle yolculuktan çok mutluyum” dedi. Konaklama yerine gelince Hristiyan genç süpürgeyi alıp oturacakları yerleri süpürür, dikenleri temizlerdi. Nihâyet ihram yerine geldiler. Genç, onların yaptıkları gibi yaptı. Kâbe’ye vardıklarında Şiblî: “Belinde zünnar olduğu halde Kâbe’ye giremezsin” dedi. Bunun üzerine genç, başını eşiğe koyup: “İlâhî! Şiblî beni, Sen’in evine bırakmayacağını söylüyor!” dedi. O zaman hâtiften şöyle bir nidâ duyuldu: “Ey Şiblî! Onu Bağdad’dan buraya Biz getirdik, rûhuna aşk ateşini Biz koyduk. Ey dost genç! Sen gir içeri!” Bunun üzerine genç, Kâbe’ye girdi, ziyâret yaptı. Diğer hacılar içeri girip dışarı çıktıkları halde o dışarı çıkmıyordu. Şiblî gence seslenerek dışarı çıkmasını istese de genç dedi ki: “Ey Şiblî! O beni dışarıya bırakmıyor!” Tezkiretü’l-evliyâ, 624; Trc. II, 207.
[45] Rûhu’l-beyân, II, 255.
[46] Ebû Kâsım Nasrabâdî (ö.372/982) rivâyete göre yarım akçe almak için kırk yıl bir Yahûdî’nin yanına gelip gitti, ama Yahûdî vermedi. Yahûdî her defasında onu kaba ve çirkin sözlerle yanından kovdu. Buna rağmen Nasrabâdî’nin çehresinde hiçbir değişiklik ve bozulma alâmeti görülmedi. Yahûdî, onun bu sabrına şaştı ve: “Sen kimsin ki, yarım akçe için bütün bu cefâya tahammül ediyorsun?” dedi. Nasrabâdî şu cevabı verdi: “Dervîşlerin, telvîn ile ne işleri olur? Kâh başlarına öyle işler gelir ki, çektikleri yükü bir dağ bile çekemez. Biz bunları hep Hakk’tan biliriz.” Bu manzara karşısında Yahûdî Müslüman oldu. Tezkiretü’l-evliyâ, 787-788; Trc. II, 359-360.
[47] Rivâyete göre Rûm diyarında bir Hristiyan: “Müslümanlar arasında pek çok firâset sâhipleri var” diye duymuş. İmtihan maksadıyla kalkıp Bağdad’a gelmiş. Sırtına bir hırka geçirip sûfî kılığına girmiş. Eline bir asâ alıp Ebû Abbâs Kassâb’ın hankâhına varmış. Şeyh ona: “Bu bigâne de kim? Âşinâlarla ne işi var?” demiş. Bunun üzerine Hristiyan kendi kendine: “Firâset sâhiplerinden biri malûm oldu” deyip oradan ayrılmış. Ebû Abbâs Nihâvendî’nin hankâhına yönelmiş ve orada konaklamış. Görevliler, şeyhi durumdan haberdar etmişler ama şeyh ses çıkarmamış. Şeyhin huyu hoşuna gittiğinden orada dört ay kalmış, hankâhtakilerle birlikte abdest alıp namaz kılmış. Dört ay sonra gitmek üzere ayakkabılarını giymiş ve o vakit şeyh kulağına: “Gelip dervîşlerle ekmek yedin, su içtin, arkadaş oldun, sonra da geldiğin gibi bîgâne gidiyorsun? Civânmertlik bu değildir” demiş. Bunun üzerine Hristiyan hemen Müslüman olup oraya yerleşmiş. Daha sonra şeyh vefât edince, mürîdler ittifakla kendisini şeyhin yerine geçirmişler! Tezkiretü’l-evliyâ, 798-799; Trc. II, 369.
[48] Rivâyete göre Yahûdî’nin biri gelip Ebû İshak Kâzerûnî (ö.426/1034)’ye misafir oldu. Mesciddeki sütunun arkasına oturup kendini gizliyordu. Şeyh her gün ona bir sofra gönderiyordu. Bir müddet sonra gitmek için müsâade istedi. Şeyh: “Ey Yahûdî, niçin sefere çıkmak istiyorsun, yoksa yerinden memnun değil misin?” dedi. Yahûdî: “Ey şeyh! Benim Yahûdî olduğumu bildiğine göre, niçin bu kadar çok i’zâz ve ikrâmda bulundun?” diye sordu. Şeyh: “Hiçbir baş yoktur ki iki ekmeğe değmesin!” dedi. Tezkiretü’l-evliyâ, 766-767; Trc. II, 340.
[49] Yaşar Kalafat, II. Avrasya İslâm Şûrâsı Tebliğleri, Ankara 1998, s. 109.
[50] el-Cezzâr, Ahmed Mahmud, el-Fenâ ve’l-hubbü’l-ilâhî’inde İbn Arabî, Kâhire 1990, s. 272.
[51] S. Hüseyin Nasr, İslâm, İdealler ve Gerçekler (trc. A. Özel), İstanbul 1985, s. 36-38.
[52] İbn Arabî, Tercümânu’l-eşvâk, Beyrut 1966, s. 43-44; Krş. Arzuların Tercümanı, Mahmut Kanık, İstanbul 2004, s. 43.
[53] Divân-ı kebîr, VI, No: 3020; Şefik Can, Mevlânâ, İstanbul 1995, s. 144.
[54] Şefik Can, Mevlânâ, s. 86.
[55] Mesnevî, I, b. 500.
[56] Divân-ı kebîr, V, no: 2575.
[57] Kâsım Ganî, Târîhu’t-tasavvufi’l-İslâmî, trc. Sâdık Neş’et, Kâhire 1970 s. 670.
[58] Ebû Saîd Ebu’l-Hayr, Sühanân-ı Manzûm-i Ebû Saîd Ebu’l-Hayr, (hzr. Saîd Nefîsî), Tahran 1334/1955, s. 4, Rubâî no: 21.
[59] Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Dîvânı Tenkitli Metin, İstanbul 2005, s. 43 (29/4).
[60] Yûnus Emre Dîvânı, s. 132-133 (131/5,7).
[61] a.e., s. 161 (163/3).
[62] a.e., s. 236 (236/1).
[63] a.e., s. 289 (299/6).
[64] a.e., s. 163 (166/1).
[65] a.e., s. 125 (124/9).
[66] a.e., s. 109 (103/5).
[67] a.e., s. 176 (179/2).
[68] a.e., s. 118 (116/1-2).
[69] Abdulbâki Gölpınarlı, Yûnus Emre Dîvânı, İstanbul 1948, s. 532
[70] Rûhu’l-Beyân, V, 204.
[71] Bkz. Kronoloji, İstanbul 1971, I, 275.
[72] Ulrich Klevers, Das Weltreich der Türken, Bayreuth 1978, Ulm 1981, s. 8-9.
[73] Bkz. Carl Vett, Dervişler Arasında İki Hafta, trc: Ethem Cebecioğlu, İstanbul 2004.
[74] Âl-i İmrân, 3/64.
[75] Krş. Mustafa Tatcı, Yunus Emre Dîvânı, s. 115 (111/2).