Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

VAKIF MEDENİYETİ

Vakıfların tam olarak ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, tarihî rivâyetler ve mevcut eserler, dünyâdaki ilk vakfın dînî gayelerle ortaya çıktığını ve zamanla insânî, medenî ve içtimaî olmak üzere kısımlara ayrıldığını göstermektedir. Vakıflar, insan fıtratının temâyüllerine uygun maddî ve manevî ihtiyaçların temini gayesi ile ortaya çıkmıştır. Dinlerin hedefleri arasında insandaki ihtiyaçları gidermek var olduğuna göre vakıflar dînî olarak başlamış olmalıdır.[1]

Vakıf, insanlıkla birlikte var olan, ancak İslâm ile birlikte yaygınlaşan iyilik, şefkat ve dayanışma duygularının teşkilatçılık rûhuyla bütünleşmesi sonucu, şaha kalkan bir hukuk abidesidir. Vakıf, yaratandan ötürü yaratılanlara merhamet, şefkat ve sevginin, müesseseleşmiş şeklidir. Diğer bir ifâdeyle Allah’a adanan, temlik ve temellükten; yani mülk olarak verilmek ve mülk edinilmekten ebediyyen men edilen mallardır. Gaye, yaratılan her şeye Allah için şefkat, merhamet ve tebessümle yaklaşabilmektir. Canını ve malını Allah için hîbe edebilme, cenneti satın alabilme gayretidir.[2]

Aslında İslam’ın kısa târifi de şöyledir: “Allah’ın emrine saygı ile sarılmak, Allah’ın yarattıklarına şefkat ve merhamet.” Bu târifle insanın Allah ile ilişkileri ve yaratıklarla münâsebeti dînin merkezine oturmaktadır. Yaratıklara şefkat ve merhametin müesseseleşmiş boyutu da vakıflardır. Kur’an-ı Kerîm’de “vakıf” kelimesi geçmemekle birlikte, bu mânâya gelebilecek eş anlamlı pek çok kelime vardır: infak, sadaka, ihsan, el-bâkiyâtü’s-sâlihât bu türdendir.

II- VAKFI DOĞURAN AMİLLER

Bunları üç grupta toplamak mümkündür:

1- Dinî motifler

2- İnsanda cibillî/fıtrî olarak var olan ebediyet tutkusu

3- Hem fıtrî hem dinî kaynaklı motiflerle ortaya çıkan duygular

İnsanları vakıf kurmaya sevk eden amillerin başında dünya hayatının geçiciliğini, insan ömrünün bir gün gelip biteceğini, bu dünyâda sahip olunan her şeyin insana âhiret hayâtını kazanmak için verildiğini anlatan dînî naslardır.  Hemen bütün vakfiyelerin başlangıç kısmında yer alan ifâdelerde bu nasslara atıflar bulmak mümkündür.[3] Bunları üç grupta toplamak mümkündür:

1- Dinî Motifer:

Dünyanın fânî âhiretin bâkî olduğu ile ilgili nasların insanda uyandırdığı ahiret kaygısı bunların başında gelir.Dünya hayatı geçici, insan fâni ve sahip olunan her şey âhiret hazırlığı içindir. Âhiret hayâtı ebedî ve dünyâ hâyatından hayırlıdır. Bu konudaki âyetlerden bazıları şunlardır:

زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاء وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللّهُ عِندَهُ حُسْنُ الْمَآبِ

“Nefsani arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Oysaki varılacak güzel yer Allah’ın katındadır.”[4]

Hayatı anlamlı kılan ölümdür. Bu yüzden Allah Kur’an’da Mülk sûresinde:

“Hanginizin daha iyi amel işlediğini denemek üzere ölümü ve hayatı yaratan Allah’tır.”[5] Âyetinde ölüm hayattan önce zikredilmiştir. Ölümün, hayatı terbiye edici bir fonksiyonu vardır.

كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَن زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَما الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ

“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir.”[6]

فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ

“Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.”[7]

قُلْ مَتَاعُ الدَّنْيَا قَلِيلٌ وَالآخِرَةُ خَيْرٌ لِّمَنِ اتَّقَى وَلاَ تُظْلَمُونَ فَتِيلاً

“Dünya malı önemsizdir. Takva ehli için âhiret daha hayırlıdır.”[8]

فَأَمَّا مَن طَغَى   وَآثَرَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا  فَإِنَّ الْجَحِيمَ هِيَ الْمَأْوَى

“Azana (tuğyan) ve dünya hayatını tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır.”[9]

الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِندَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ أَمَلًا

Servet ve evlatlar dünya hayatının süsüdür. Ölümsüz olan iyi işler ise Rabbının nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır.”[10] Bu âyette insana yaraşanın dünyanın geçici zînetlerine aldanmak yerine yapacağı hayır ve güzel işlerle ebedî saadete erişmek telkîn edilmektedir.

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ

“Dünya hayatı sırf bir oyun ve eğlenceden ibarettir.”[11]

إِنَّ هَؤُلَاء يُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَيَذَرُونَ وَرَاءهُمْ يَوْمًا ثَقِيلًا

“Şu insanlar çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerinde çetin bir günü (âhireti) ihmâl ediyorlar.”[12]

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا فِي الآخِرَةِ إِلاَّ مَتَاعٌ

“Dünya âhirete göre gelip geçici ve değersiz bir metâdan ibarettir.”[13]

وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ  ; (el-Ankebût, 29/64) وَإِنَّ الْآخِرَةَ هِيَ دَارُ الْقَرَار (el-Mümin, 40/39)

ِ”Âhiret yurduna gelince asıl hayat, huzur ve sükûn oradadır.”[14]

Nitekim dünyâ hayâtının fâniliği konusunu Yûnus çok güzel ve vecîz bir şekilde ifâde etmektedir:

Mal sahibi, mülk sahibi                      Hani bunun ilk sahibi?

Mal da yalan, mülk de yalan             Var biraz da sen oyalan!

İslam dünya ve servet düşmanı değil, dünyaperest olmanın düşmanıdır. Abdulkadir Geylânî hazretlerinin buyurduğu gibi; “dünya malı kasada, kesede güzeldir; kalbde olunca çirkindir.” Vakıf sâyesinde mal ve sevgisi kalbden çıkıp Allah’a adanmaktadır. Dünyada insan malın sürekli sahibi de değildir. Mal için kula ancak bir zaman dilimi çerçevesinde “devre mülk” tasarrufu verilmiştir. Onun için servet bir emânettir, âhiretteki hesâbı ağır olacağı gibi, dünyâda da nice buhranlara sebebiyet verebilir.

2- Ebediyet Duygusu

İnsanda cibillî/fıtrî olan ebediyet duygusu, insanı kalıcı işler yapmaya sevkeder. Ruhtan kaynaklanan ebediyyet duygusu sebebiyle insan, öldükten sonra da iyi bir nâm ve hayırla anılmak ve adını yaşatmak ister.  Evlat yetiştirmek, talebe ve çırak eğitmek ebediyet duygusunun bir tezâhürüdür. Ebeveyn devamını çocuğunda; usta çırağında; hoca talebesinde görür. İyi bir isimle anılmak, unutulmamak, yad edilmek de ebediyet tutkusundandır. Bu tutku, insanların adlarını ve sanlarını yaşatacakları hayırlar işlemeye sevkeder. Çünkü hayır, felâha/kurtuluşa ve anılmaya vesile olur.  Nitekim âyette de şöyle buyrulur:

وَافْعَلُوا الْخَيْرَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

– “Hayır işleyiniz ki kurtuluşa eresiniz.”[15]

Allah Rasûlü ebediyet duygusunun tezâhürü ile ilgili şu tavsiyede bulunmaktadır.

“Kişi öldüğü vakit üç sayfası hariç amel defteri kapanır. Açık kalan amel sayfalarından biri sadaka-i cariyedir, diğeri insanların faydalanacağı bir ilimdir, üçüncüsü de kendisine dua eden hayırlı bir evladdır.”[16]

İslam âlimleri ekseriyetle hadiste geçen “sadaka-i cariye” ile vakfın kastedildiğini beyan etmişlerdir. Sadaka-i cariye, Allah rızası için hizmet veren bir eser bırakmaktır; ilim ve irfan yuvaları tesis etmek, yol, köprü, kütüphâne yapmak veya müessese kurarak talebelere burs vs. imkânlar sağlayıp insan yetiştirmektir. Şayet vakıf şuuru olmasaydı, bugüne kadar yapılan birçok ilim, irfân, hayır ve hizmet faaliyetleri böylesine şümûllü bir şekilde gerçekleşemez, cihan-şümûl bir medeniyet meydana gelemezdi.[17]

3- Hem Dinî Hem de Cibillî/Fıtrî Olan İyilik Yapma, Dayanışma, Yardımlaşma ve Paylaşma Duyguları:

İnsanlar fıtrî ve cibillî olarak başkalarına yardımcı olmak, onların mutluluk ve acılarını paylaşmak sûretiyle mutluluğa ermek isterler. İnsan tabiatı gereği elemlerden kaçıp mutluluğa yol aramaktadır. Kur’an’da yardımlaşma ve infâk emirlerinin en çarpıcı olanları şudur:

وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى

“İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlasın.”[18]

لَن تَنَالُواْ الْبِرَّ حَتَّى تُنفِقُواْ مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ

“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birre nâil olamazsınız ve her ne şey infak ederseniz şüphe yok ki, Allah Teâlâ hakkıyla bilir.”[19]

Peygamberimiz’e sordular: “İslam’ın en güzel davranışı hangisidir?” O buyurdu:

“İnsanlara yemek yedirmen (it’âm-ı taâm), tanıdığın tanımadığın herkese selam vermen (ifşâ-i selâm)dir.”[20]

Halk arasında sevilmeyi sağlayan iki sıfat: tezâzû ve cömertliktir. Bu hadiste de itâm-ı taâm cömertliği, ifşâ-i selâm da tevâzûu temsil etmektedir.

Bir başka hadiste de Berâ b. Azib diyor ki: Rasûlullah şu yedi şeyi emrederdi:

1-      Hasta ziyâreti,

2-      Cenâze teşyîi,

3-      Aksırana hayır dilemek,

4-      Zayıfa yardım,

5-      Mazlûma destek,

6-      Selâmı yaymak,

7-      Yeminine uymak[21]

Bu hadiste geçen yedi maddeden altı tanesi kişiye başkalarına âid ilgi, şefkat ve sorumluluklar yüklemekte, ben senin farkındayım, hastalığında sancını, cenâzene katılarak acını paylaşıyorum, aksırdığında yine senin farkında olduğumu hayır duamla ilgimin sürdüğünü ifâde ediyorum demektedir. Sonuncusu ise kişinin kendi içindeki tutarlılığına dikkat çekmektedir.

III- KURULAN İLK VAKIFLAR

Âyet ve hadîslerde infak, yardımlaşma ve dayanışmanın teşvik edilmiş olması Hz. Peygamber devrinden itibaren Müslümanların sahip oldukları mal ve mülkleri Allah’a adayarak ebedileştirmek[22] için vakıflar kurdukları görülmektedir. Özellikle “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birre nail olamazsınız” âyetinin inmesinden sonra bir seferberlik başladı. Bir gün ashâb-ı kiram, Mescid-i Nebevî’de toplanmış, Rasûlullâh’ın feyizli sohbetini dinlemekteydiler. Peygamber Efendimiz (s.a.) bir ara yukarıda geçen şu âyet-i kerîmeyi tilâvet buyurdular. Ashâb-ı kiram, bu ilâhî emirden sonra ellerinde ne varsa hepsini infâk edebilmenin kaygısına düştüler. Bu sahâbîlerden biri de Ebû Talha idi. Onun Mescid-i Saâdet’e yakın, içinde 600 hurma ağacı bulunan kıymetli bir bahçesi vardı ve burayı pek severdi. Rasûlullah’ı (s.a.) sık sık buraya davet edip ikrâmlarda bulunurdu. Ebû Talha bu âyet-i kerîmenin tesiriyle, Rasûlullah (s.a.)’e gelerek şöyle dedi: “Şüphesiz servetim içinde en kıymetli ve bana en sevimli olanı Beyruhâ diye bilinen bahçemdir. Şu andan itibaren onu Allah ve Rasûlü’ne bırakıyorum. Umarım ki bu sayede Rabbim beni birre ulaştırır ve onu bana âhiret azığı eyler. Yâ Rasûlallâh, bahçenin tasarrufu sizindir.”[23] Bu sözlerin ardından Ebû Talha kararını tatbik etmek için bahçeye gitti. Bahçeye vardığında hanımını bir ağacın gölgesinde otururken buldu. Ebû Talha bahçeye girmedi. Hanımı sordu:

“Yâ Ebâ Talha! Dışarıda ne bekliyorsun? İçeri girsene!” Ebû Talha:

“Ben içeri giremem, sen de eşyanı toplayıp çıkıver.” dedi. Beklemediği bu cevâb üzerine hanımı şaşkınlıkla sordu:

“Neden yâ Ebâ Talha! Bu bahçe bizim değil mi?” Ebû Talha:

“Hayır, artık bu bahçe Medîne fukarâsınındır” diyerek yaptığı fazîletli infâkı sevinç içinde anlattı. Hanımının:

“Bahçeyi ikimiz nâmına mı, yoksa şahsın için mi bağışladın?” suâline de:

“İkimiz nâmına.” diye cevap veren Ebû Talha, bu sefer hanımından huzûr içinde şu sözleri dinledi:

“Allah senden râzı olsun Ebû Talha! Etrafımızdaki fakirleri gördükçe aynı şeyi düşünürdüm de sana söylemeye bir türlü cesaret edemezdim. Allah hayrımızı kabul buyursun. İşte ben de bahçeyi terk edip geliyorum!”

&&&

İslâmiyet, kuruluşundan itibaren ulvî ve insânî gayeleri hedef alan her müesseseyi geliştirme ve daha ileriye götürmeye çalıştığı için vakıfları da faydalı görerek onları teşrî sahasına almıştır. Sadaka, zekât ve kurban gibi sosyal müesseselerin gayesi de fakir, yoksul ve ihtiyaç sahiplerinin bu ihtiyaçlarını karşılamak olduğundan, İslam anlayışında vakıflar önemli kurumlar olarak görülmüşlerdir.[24]

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.): “Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin!”[25] buyurmuş ve vakfın fiilî numunelerini de kendi hayatında sergilemiştir. Malum olduğu üzere O, her sahada ümmetine mükemmel bir örnektir. Nitekim Medîne-i Münevvere’de sahibi bulunduğu yedi hurma bahçesinin daha sonra Fedek ve Hayber hurmalıklarından kendi hissesine düşeni Allah yolunda vakfetmiştir. Bunu gören ashâb-ı güzîn de, ellerindeki imkânlardan pek çok kıymetli gelir getiren emlâki, aynı şekilde vakfetmişlerdir. Öyle ki Hz. Câbir (r.a.): “Muhacir ve ensardan imkân sahibi olup da vakfı bulunmayan bir tek kişi bilmiyorum.”[26] demiştir.

Hz. Ömer (r.a.) Hayber’de ganimetten payına düşen güzel bir hurmalık araziye sahip olmuştu. Rüyasında üç gün üst üste hu araziyi infâk etmesi kendisine işaret edildi. O da, Hazret-i Peygamber (s.a.) gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Şimdiye kadar sahip olmadığım kıymette bir hurmalığa mâlikim. Bu hususta ne buyurursanız öyle yapacağım.” dedi. Allah Rasûlü (s.a.) “Dilersen bu hurmalığın mülkünü Allah için tasadduk et (vakfet)! Artık o alınıp satılmaz, hibe edilmez ve ona vâris olunmaz. Onun mahsûlü yalnız infâk edilir.” buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ömer mâliki olduğu bu hurmalığı vakfetti. Allah yolunda gaza ve cihâd edenler, esaretten kurtulmak isteyen köleler, misafirler vb. nice ihtiyaç sahipleri, bu bahçeden istifâde etti.[27]

HZ. ÖMER DEVRİNDE MEDÎNE’DE YANGIN

Hz. Mevlânâ Mesnevî’de Hz. Ömer zamanında Medine’de çıkan bir yangını şöyle anlatmaktadır:

Hz. Ömer’in halifeliği zamanında Medîne’de bir yangın oldu. Ateş taş­ları bile kuru odun gibi yakıyordu.

Binaları, evleri saran ateş, kuşların yuvalarını, hatta havada uçarken ka­natlarını bile tutuşturuyordu.

Şehrin yarısı alevlerle sarıldı, su bile bu ateşten korktu da şaşırıp kaldı.

Bazı akıllı kişiler, ateşe, kovalarla su ve sirke döküyorlardı.

Ateş ise inadına artıyordu. Sanki ona gayb âleminden, ötelerden yar­dım geliyordu.

Halk koşarak Hz. Ömer’e geldiler. “Bu yangın su ile sönmüyor.” dedi­ler.

Hz. Ömer buyurdu ki: “O ateş Allah’ın ayetlerinden, işaretlerindendir. Sizin hasisliklerinizin bir alevidir.

Suyu bırakın, yoksullara ekmek dağıtın, eğer benim soyumdan iseniz, hasislikten vazgeçin.”

Halk, Hz. Ömer’e; “Bizim kapılarımız açıktır. Biz cömert kişileriz, iyilikten, yardım etmekten hoşlanırız.” dediler.

Hz. Ömer, buyurdu ki: “Siz verdiğiniz ekmeği, Allah rızası için değil de, gösteriş için veriyorsunuz. Geleneğe, göreneğe uyarak iyilik elinizi açıyorsunuz.”

“Siz, övünmek için, gösteriş için verdiniz; Allah’tan çekinerek, korka­rak vermediniz.” dedi.

Allah’ın ihsan ettiği malı nefsine uymuş kötü kişilere vermek, yol ke­sen eşkıyanın eline kılıç vermek gibidir.

Din ehlini, kin ehlinden ayır, Allah’a dost olanı ara, bul; onunla düş, kalk.

Herkes kendi huyunda olanlara iyilik eder, yardımda bulunur; kötü kişi de, böylece bir iş yaptım sanır.[28]

&&&

Vakıf yapan kişi, feragatin ve başkalarına yardımcı olmanın mutluluğunu yaşar. Vakıf müessesinin imkânlarından yararlanan kişi de ihtiyacının karşılanmış olmasının hazzını tadar. Bu mutluluk birbiriyle çelişmeyen ve bir diğerinin mutluluğunu azaltmaksızın dalgalar halinde cemiyetin bütün fertlerini saran, topyekün bir mutluluktur.[29] Nitekim hadîs-i şerifte buyurulan: “Elinden ve dilinden insanların istifade ettiği bir mü’min” olabilmek, yarın mal ve mülkün gerçek sahibine verilecek hesapta yüzlerin ak ve gönüllerin ebedi mükâfata nail olması için zaruridir. Bu itibarla servetlerin infak ölçülerinin dışında kullanılması, emanete hıyanet sayılır.

İctimâî hayatta sevmek vermeyi, vermek de sevmeyi doğuran önemli âmillerdendir. Genelde kabul edilen maddî ve manevî bu sebeplerin yanında, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, tamamen hayır amaçlı birçok vakıflar kurulmasında şüphesiz başka amiller de vardır. Bunların başında, nihâi hedeflere ulaşmada toplumla devlet arasında hiçbir ihtilaf ve uyumsuzluğun olmaması gelmektedir. Her iki kesim de bu dünyada var olma gayesini, İslam’ı daha çok insana ulaştırmada onun daha çok insan tarafından kabul edilmesinin sağlanmasında, dünyanın îmâr ve ihyâsında görüyordu. Bu maksatla dervişleri ordulardan önce fethedilecek ülkelere sevk ediyor, orada inşa edilen zaviyelerle feth-i kulûb ile gönüller İslâm ile buluşuyor böylece coğrafya vatanlaşarak (feth-i büldân) insanlar toprağa bağlanıyordu.[30] Fetihlerden sağlanan servetler fethedilen yerlerin İslam mîmârisi esaslarına göre sarf ediliyordu. Bu aynı zamanda halka hizmetle Hakk’a gitmenin ve vakıfta esas olan “Kurbet kasdi”ni elde etmenin en güzel yoluydu.[31] Aynı şekilde Fâtih Bizanstan fethettiği harap şehri Başkent olmaya yaraşır hale getirmek için kendi hissesine düşen bütün ganimetleri vakfetmiştir.[32]

IV- VAKIFLARIN HİZMET ALANLARI VE VAKIF MEDENİYETİ

İslam’daki infak anlayışını benimseyen Osmanlı da sayısız vakıflar kurmuş, bunlardan her biri infakın en güzel örnekleri olarak asırlar boyunca sıcak bir ana kucağı olarak devam ede gelmiştir. Derûni ve yüce hislerle İslam’ı en güzel bir şekilde anlayıp yaşayan ecdâdımız dünyaya Müslüman yüreğindeki engin şefkat ve merhameti böylece sergilemişlerdir. Onlar, yüz binlerce vakıfla toplumu şefkat ve merhametle bir ağ gibi örmüşler ve adeta sarılmadık yara bırakmamışlardır.[33] Vakıflar Genel Müdürlüğünün arşivinde bulunan 26.798 adet vakfiye kaydı bunu göstermektedir. İslâm dünyasının hemen her yerinde rastladığımız vakıfların yardım elini uzatmadığı bir saha düşünülemez.

Gerçekten, vakıflar toplumun hayır ve iyiliğine olan her yerde, sağlam birer sigorta teşkilâtı gibi vazife ve hizmet görüyorlardı. Bazı yönleri ile bunların, sigortalardan daha üstün oldukları bile söylenebilir. Çünkü vakıflar, sigortaların karşılıksız yapmadığı bir kısım hizmetleri de yerine getiriyorlardı.

Bu kadar sahaya el atmış olan vakıfları çeşitlerine göre aşağıdaki şekilde bir tasnife tabi tutabiliriz:

1.  Dinî alanlarla ilgili vakıflar: Cami, tekke, mescid ve namazgâh gibi.

2. Eğitimle ilgili vakıflar: Öğrencilere yardım amacıyla mektep, medrese, kütüphâne, dâru’l-hadîs gibi müesseseler kurmak için vakıf.

3. Sivil ve askerî saha ile ilgili vakıflar: Kışla, saray, tophâne, bahçe, silah evleri, kale gibi.

4. İktisadî hayat ile ilgili vakıflar: Çarşı, dükkan, bedesten, han, kapan gibi.

5. Sosyal alan ile ilgili vakıflar: Fakirlere, dullara, öksüzlere, hastalara yardım, miskinler (cüzzamlılar) tekkesi, hastane, dâru’ş-şifa, kervansaray, imâret, sadaka taşları, daru’l-aceze, evlenecek fakir kızlara çeyiz temini, efendisinden azar işitmesin diye hizmetçi kızlara yardım, çocuk emzirme evleri gibi.

6. Su tesisleri ile ilgili vakıflar: Çeşme, sebil, suyolları, su bentleri, hamamlar gibi.

7. Spor tesisleri ile ilgili vakıflar: Okçular tekkesi ve pehlivanlar tekkesi

Osmanlıda vakıf duyarlılığı o kadar çok zirveleşmiştir ki, Divitinde mürekkeb kalmayanların divitlerine koymaları için “Mürekkeb Vakfı” tesis edenler bile vardı. Halka sebze ve meyve verilmesi, devlet ricalinin geçmediği yolların bakım ve onarımı için vakıf, şehirlerdeki yol ve sokakların temiz tutulması, bu maksatla arkalarında kül olduğu halde caddedeki tükrük ve balgam gibi insanı tiksindiren şeylerin üzerini kapatılması amacıyla kurulan vakıflar vardı. Hatta oyuncağı olmadığı için arkadaşları ile oynayamayan çocuklara oyuncak almak gibi gayelerle vakıf tesis eden hayırseverlerin yaptıkları bununla sınırlı değildir. Selçuk Hatun gibi bıraktığı vakıf bahçe ve tarlaya her yıl muhtelif cinsten 100 meyve ağacının dikilmesini şart koşanlar da vardı. Abdullah oğlu Hacı İbrahim, Yeni Câmi’de duran leylekler için yılda 100 kuruş yem parası vakfetmişti. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, İslâm dünyasında, vakıfların yardım elini uzatmadığı bir saha bulmak mümkün değildir.

İnsanlara hizmet imkânı kemal bulduktan sonra hayvanlara hizmet çığırı başlamıştır. Yaralı kuşlara ve hasta hayvanlara tedavi merkezleri açılmıştır.[34] Göçmen kuşların geçtikleri yollar üzerine kuşların yiyebileceği şeyler konmuştur.

Batılı seyyah Hunke’nin bir Müslüman hastahanesinde yatmakta olan bir gencin babasına yazdığı mektubundan aldığı şu bölümler vakıf hassasiyetinin gönülleri saran bariz bir misalidir: “Babacığım! Benim paraya ihtiyacım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem, hastahaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye de beş altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel! Canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, çarşaflar bembeyaz, battaniyeler kadife gibi. Her odada çeşme var. Soğuk gecelerde bütün odalar ısıtılıyor. Bizleri tedavi edenler, çok şefkatli ve merhametli kimseler. Hemen her gün midesi hazmedenlere kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Sen de sonuncu tavuğum kızartılmadan önce gel, beraber yiyelim!.” Diğer yandan Osmanlı’daki vakıfların bin dört yüz küsur kadarının hanımlar tarafından kurulmuş olması, ayrıca dikkat çekicidir. Hayır eli çok uzaklara kadar uzanan Bezm-i Alem Vâlide Sultan’ın hizmetlerinin en büyüklerinden biri de şahsi servetiyle yaptırdığı Guraba Hastahanesi’dir. Bu büyük eser cami ve çeşmesiyle 1843 yılında hizmete açılmış, o günden beri ümmet-i Muhammed’in fakirlerine hatta gayr-i müslim hastalara dahi şifa dağıtmıştır.

Milletçe öğünüp gurur duyduğumuz meziyetlerimizden biri de üzerinde yaşamakta olduğumuz cennet vatanımızı canımızdan aziz bilip, onun uğrunda can ve malımızı seve seve feda etme inanç ve kararlılığında olmamızdır. Yurt sevgisinin îmândan olduğuna inanan vatanperver atalarından tevarüs ettiği inanç ve duygu ile yoğrulan kahraman milletimiz, vatan için dökülen kanı, vatansız yaşayan cana tercih etmiştir. Vatansız varlığın hiç bir değer ve anlam ifâde etmeyeceği yolundaki ulvî düşünceden hareketle can ve malını vatanına armağan etmiştir. Öyle ki; Vatan, Varlık ve Vakıf kelimelerinin dilimiz ve gönlümüzde müstesna bir yeri olmuştur. “Vav” harfi ile başlayan bu üç kelimeyi ardı ardına getirmek suretiyle. “Varlığını vatan için vakfetme” şeklinde oluşturulan cümle ile, her vatandaşın vatan savunmasında üstleneceği görev özetlenmiştir.

V- VAKIFLARIN TOPLUM HAYATIMIZDAKİ YERİ

1- İCTİMAÎ/SOSYAL AÇIDAN

Bir toplumun içtimaî bünye itibariyle sağlamlığı üst kesimlerde yer alanların iyi yönlendirilmesine ve alt kesimde yer alanların da iyi gözetilmesine bağlıdır. Osmanlılar başta padişah, kadın sultan ve paşalar olmak üzere her kademedeki yöneticiler toplum yararına kurdukları vakıflarla devlet, vatandaş irtibatım temin ederek, geniş kitlelerin yönetime bağlılıklarını sağlamayı başarmışlardır.

Her yerleşim birimine yapılan hastahanelerle müslim-gayri müslim ayırımı yapmadan fakir olan herkese bu imkânı sağlamışlardır. Dolmabahçe camii’nin tamiri sırasında minareden düşerek ölen kişinin eşine ve oğluna 45’er kuruş aylık bağlanmıştır. Buna benzer uygulamalara rastlamaktayız.

İmârethâneler karın doyurma mekânları olarak toplumda çok önemli bir fonksiyon icrâ etmiş ve etmektedir.

Sosyal hizmet, çok yönlü neticeler doğuran bir faaliyettir. Bir yandan hizmet ve alanı mutlu kılarken, öbür taraftan devletin güven ve istikrarına hizmet eder.

Tarih boyunca, Müslüman devlet başkanları, vakıf sektörü eliyle yaptıkları dini ve tarihi yapılarla dost ve düşmana karşı, devletin güç ve kudretini sergilemişlerdir. Süleymaniye’nin tarihi erişmezliği yanında bu camide 297 personelin istihdam edilmesi ayrı bir büyüklüktür.

Osmanlı padişahları kutsal beldelerin fethinden sonra Anadolu’daki yüzlerce vakfın gelirlerini Mekke ve Medîne’ye “Surre Alayları” ile göndermişlerdir. Bu beldelerde câmi, mescid, tekke, kütüphâne ve medrese gibi hayır müesseselerinin inşâsına, mevcut eserlerin bakım, onarım ve genişletilmesine önem vermişlerdir.

2- İKTİSADÎ-TİCARÎ AÇIDAN:

Değişik dönemlerde yapılan araştırmalar, iktisadi hayatımızın ortalama % 15,77’sine vakıfların hâkim olduğunu göstermektedir. Yine XVIII. asır vakıfları arşından seçilen bazı vakfiyelerde, vakıfların genel bütçe içerisinde % 26,80’lere kadar yükseldiği görülmektedir. Bu rakamlar dönemler arsında farklı da olsa gerçek olan şu ki; vakıflar ziraî işletmecilikten, imalat, ticaret merkezleri, konut sektörü gibi konularda ülke ekonomisinde belirli bir paya sahiptir.

Vakıflar iktisadi hayatı canlı tutmak için yol üzerlerinde hanlar yapmışlardır. Hanlarda konaklayanların 3 gün süreyle iâşe ve ibatesini karşılıksız olarak sağlamışlardır. 1546 tarihli İstanbul Vakıfları tahrir defterlerinde İstanbul’daki vakıfların gelirleri arasında 4000’in üzerinde ev, 5717 dükkân, 28 kervansaray, 19 han, 68 fırın, 199 köy, 228 değirmen bulunmakta idi.

Vakıf sektörünün ülke istihdamına katkısı konusu bu çerçevede değerlendirildiğinde; Osmanlının son dönemlerinde devlet hizmetlerinde çalışan personelin % 12’sir Cumhuriyetin ilk yıllarında ise % 15’inin vakıflardan aylık aldığı bilinmektedir. 1990’lara gelindiğinde ise bu oran % 1’ler civarındadır.

3- EĞİTİM-KÜLTÜR AÇISINDAN

Kültür, bir toplumu ortak gayeler etrafında toplamak suretiyle onları millet vasfına yükselten müşterek bir özelliktir.

Millî güvenliği ilgilendiren askeri ve teknik konuların haricinde, ilkokuldan itibaren her seviyedeki eğitim hizmetlerinin vakıf müessesesi vasıtasıyla yürütüldüğü bilinmektedir. Bu dönemde eğitim parasız ve yatılı idi. İmarette pişen yemekten öğrenci, öğretim elemanları ve çalışan personele iki öğün sıcak yemek veriliyordu. Genelde öğrencinin bursu orada çalışan hizmetli personelin maaşına denk, müderrisin maaşı ise bu miktarın 25 katı idi.

Bu dönemdeki en orijinal taraf ise eğitimin halktan kopuk olmamasıdır. Tatillerde öğrenciler ülkenin dört bir yanına dağılıyor, edindikleri bilgileri halk ile paylaşıyorlardı. Böylece merkezden taşraya doğru yayılan bir kültür birliği sağlanıyordu.

Bilgi ağının gelişmesi ve genişlemesini sağlayan kütüphanelerin tamamı vakıftı. Bugün de kütüphanelerde bulunan yazma kitaplar, ücretleri vakıf gelirlerinden kâtipler tarafından yazılıyordu.

Vakıflar İslam dünyasında STK niteliğinde ilk tüzel kurumlardır. İnsanlardaki iyilik yapma duygularının müesseseleşmiş halidir.

Sosyal devlet olgusu ile indualizm/ferdiyetçilik düşüncesi batı insanında fıtrî olan yardım etme ve iyilik yapma duygusunu dumura uğratmıştır. Bunun sonucu insanlar her şeyi sosyal devletten bekler olmuş; toplumda sevgi, saygı ve güven zedelenerek yalnızlaşma olgusu ortaya çıkmıştır.

2001 ekonomik krizinin Türkiye’de sosyal patlamalara sebeb olmamasında vakıfların ve benzeri sosyal kurumların önemli bir payı olduğu bilinmektedir.

Ecdâdımız fıtrî/cibillî ve dinî duygularla “yaradılanı yaradandan ötürü sevme” esâsına dayalı bir sevgi ve vakıf medeniyeti oluşturmuştur.

Bugün Batı’da birtakım zenginlerin kurduğu bazı vakıfların doğu ülkelerinde iktidar devirip turuncu ve sarı renkli ihtilâller yaptığını görüyoruz. Bu manada ülkemizle de ilgilendiği bilinen Soroz gibi, doğum kontrolü ve nüfus ile mücadeleyi gâye edinen yerli ve yabancı vakıfların varlığı bilinmektedir.

Bütün bunlara verilecek en iyi cevab ecdâdın yaptığı gibi, vakıfları medeniyet kurucu, hayat kurtarıcı hale getirmek, sayılarını artırmak, güçlerini yükseltmektir. Bugün ülkemizde 903 sayılı kanuna göre kurulmuş 4500 vakıf bulunmaktadır.


[1] Ziya Kazıcı, İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, s. 286-287.

[2] Osman Nuri Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, s. 505.

[3] Nazif Öztürk, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara 1995, s. 20.

[4] Âl-i İmrân, 3/14.

[5] el-Mülk; 2?????????????

[6] Âl-i İmrân, 3/185.

[7] Lokman, 31/33.

[8] en-Nisâ, 4/77.

[9] en-Nâziât, 79/37-39.

[10] el-Kehf, 18/45-46.

[11] el-Hadîd, 57/20.

[12] el-İnsân, 76/27.

[13] er-Râ’d, 13/26.

[14] el-Ankebût, 29/64; el-Mümin, 40/39.

[15] el-Hâc, 22/77.

[16] Müslim, Vasıyye, 14.

[17] Topbaş, a.g.e., s. 515-516.

[18] el-Maide, 5/2.

[19] Âl-i İmrân, 3/92.

[20] Buhârî, İman 20; Müslim, İman 63.

[21] Buhârî, Mezâlim 5; Müslim, Libas 3; Tirmîzi, Edep 45; Nesâî, Cenâiz 53.

إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّة Bkz. et-Tevbe, 9/111. َ[22]

[23] Bkz. Buhârî, Vesâyâ, 17.

[24] Ziya Kazıcı, a.g.e., s. 287

[25] Tirmizi, Birr, 16.

[26] İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598

[27] Bkz. Buhârî, Vesâyâ, 22, 28.

[28] Mesnevî, I, b. 3706-3719.

[29] Öztürk, a.g.e., s. 20.

[30] Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler, Vakıflar Dergisi, Ankara 1942, II, 279-304.

[31] Öztürk, a.g.e., s. 20-21.

[32] Kazıcı, a.g.e., s. 292.

[33] Topbaş, a.g.e., s. 506.

[34] Topbaş, a.g.e. s. 509