Altınoluk Dergisi, 2010 – Ağustos, Sayı: 294, Sayfa: 010
Allah katından kitaplar indirilişinde ilk maksad, ilâhî mesajın anlaşılması, ikincisi yaşanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş kavimlerin ve özellikle de İsrailoğullarının Hak katından indirilen kitaplarla ilgili sorumluluklarına dikkat çeken âyetlerde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Size verdiğimiz kitaba kuvvetle sarılın! Onda bulunanları dâimâ hatırlayın! Umulur ki bu sayede korunursunuz.”1 “Söylenenleri anlayın!”2 Allah Teâlâ Yahyâ -aleyhisselâm-’a hitaben: “Ey Yahyâ! Kitaba var gücünle sarıl!”3 buyurarak Tevrat’ı anlama ve emrini yerine getirme konusunda uyarmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’in indiriliş hikmeti de, anlaşılmak ve yaşanmaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyet-i kerîme Hz. Peygamber’in, insanların Kur’ân’ı anlamasına yardımcı olmak husûsundaki görevini belirlemektedir: “Kur’ân’ı sana insanlara gönderileni açıklayasın diye indirdik! Belki düşünürler…”4 Kur’ân-ı Kerîm’de bundan başka Kur’ân’ın anlaşılmasını sağlamaya yönelik emirler ihtivâ eden pek çok âyet-i kerîme bulunmaktadır.5
Kur’ân’ı Rabbımızın bizlere yolladığı bir mektup gibi algılamak, insanda onu anlama duygusunu harekete geçirir. Öyle ya, bir dostumuz bile bir mektup gönderse “talebi nedir?” diye merak eder, anlamaya çalışırız. Çünkü anlamadan talebini yerine getirmemiz mümkün değildir. Hz. Osman’ın: “Seven sevgilisinin kelâmından doymaz” sözü çok anlamlıdır.
Hz. Peygamber’in Kur’ân’a karşı üç önemli görevi vardır. Bunlardan biri tebliğ, öbürü tebyin diğeri ise tatbiktir. Tebliğ görevi, ilâhî mesajı artırıp eksiltmeden olduğu gibi insanlara aktarmaktır. Tebyin Kur’ân’ı açıklamak; onun anlaşılması zor olan cihetlerini izah etmek demektir. Tatbik ise onu yaşamaktır.
Kur’ân’da, Allah Rasûlü’ne kitap ve hikmet indirildiği, bilmediği şeylerin kendisine öğretildiği beyan edilmektedir.6 Kitaptan maksad Kur’ân’dır. Hikmet ise genellikle sünnet olarak yorumlanmıştır. Kitapta muhkem ve müteşâbih olmak üzere anlaşılması kolay ve zor olan âyetler vardır. Mânâsı zor olan âyetlerin anlaşılması Hz. Peygamber’in rehberliğinde gerçekleşebilecek bir husustur. Çünkü Kur’ân’da kapalı kalan bazı konuların açıklanması, Hz. Peygamber’in sünneti sayesinde gerçekleşmiştir. Nitekim Kur’ân’daki: “Aranızda meşrû olmayan yoldan elde edip yemeyin7” hükmünü sünnet: “Rızâsı olmadıkça kişinin malı, bir başkasına helâl olmaz”8 şeklinde açıklamıştır.
Yine Kur’ân’da namaz, oruç, zekât ve hacla ilgili hükümler vardır. Bu hüküm ve emirlerin yapılış şeklini ve tatbikatını gösteren Allah Rasûlü’nün sünnetidir. Namazların vakit ve rekâtları, orucun şekli, zekâtın nisâbı, haccın edâ tarzı, sünnetle açıklanan hususlardandır. Dolayısıyla, Hz. Peygamber ve onun tatbikatı bilinmeden ibadetlerin icrâ tarzı anlaşılamaz.
Kur’ân’ın mânâsını anlama hususunu Hz. Mevlânâ, körlerin değnekle irtibatına benzetir. Mânâyı bırakıp Kur’ân’ı sadece tecvidle okumada titizlik gösterenleri değnekle yürüyen körlere; hâfız körleri de Mushaf kılıfına benzetmekte ve şöyle demektedir:
“Değnek, körlerin hayat arkadaşıdır. Kur’ân’ın mânâsını bırakıp kelimelerini ezberleyenler, “Kur’ân sandığı” mesâbesindedir. Elbette Kur’ân dolu bir sandık, bomboş bir sandıktan iyidir. Yükten ve eşyadan boş olan bir sandık ise; fareler, yılanlar ve akreplerle dolu olan sandıktan iyidir.”9
Mevlânâ bu sözleriyle Kur’ân ehlini beş dereceye ayırmaktadır:
1. Kur’ân’ın hem kelimelerini doğru okuyan ve hem mânâsını bilenler,
2. Kur’ân’ın zâhirini / kelimelerini bilen, sır ve hakikatinden gâfil olanlar,
3. Kur’ân’ın kelimelerini hıfzetmiş, Kur’ân’a kılıf ve çekmece olanlar,
4. Kur’ân’dan tamamıyla boş; ne dışını ne içini bilen, boş sandık gibi olanlar,
5. Kalpleri Kur’ân’dan boş, fare ve yılan gibi fâsid fikir ve inançlarla dolu bulunanlar.
Hz. Peygamber’in “Üsve-i Hasene = model şahsiyet” oluşu, Kur’ân-ı Kerîm’i anlama ve yaşamadaki yeri ve önemi, onun tatbik göreviyle doğrudan alâkalıdır. Peygamberler, getirdikleri ahkâmı önce kendi nefislerinde yaşayan model insanlardır. Vahyin emrine muhatap olan insanlar ise, onun uygulanışını görmek isterler. Bu yüzden Peygamberlerin vahye yönelik görevlerinden biri tatbiktir.
Kur’ân-ı Kerîm’de vahyin Hz. Peygamber’in kalbine indirilmesi ile ilgili mânâ üzerinde bu açıdan düşünmek gerekir. Çünkü Kur’ân’ın Hz. Peygamber’in kalbine indirilmiş olması, Kur’ân ahkâmını hayata geçirmede yüksek seviyede bir hareket imkânı sağlamıştır. Allah Rasûlü kalbine indirilen vahyi hiç zorlanmadan uygulamış ve âdetâ canlı bir Kur’ân hâline gelmiştir. Kur’ân’ın model insana sevgiyle bağlanmayı emredip onu Allah sevgisiyle irtibatlandırması model kişiyle halk arasındaki ortak noktaya işarettir. “De ki siz Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizleri sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!”10 âyeti bu sırrı açıklamaktadır.
İlâhî kitapların temel hedefi tatbiktir. Yoksa onları sadece dille okumak; düzene koymak, yazmak ve çoğaltmak değildir. Zira bu tür ayrıntı sayılabilecek hizmetlere yoğunlaşmak, insanı asıl hedeften uzaklaştırabilir. Bu bakımdan Kur’ân’ı yaşamayı hayatın merkezine almak gerekir.
Kur’ân’ın okunup ahkâmıyla amel edilmemesi ya da hayata tatbik edilmemesi hususu genellikle şöyle bir örnekle izah edilir: “Ülkelerden birinin padişahı, vâlilerinden birine ferman göndererek der ki: “Bana şu bölgede şu evsafta bir saray yaptır!” Vâli, padişahın emrini yapmak yerine onun gönderdiği fermanı / yazılı mektubu her gün okur. Bir gün padişah, vâlinin bulunduğu şehre çıkıp gelir. Ve vâliye sorar: “Vâli Bey, ben ferman göndererek sizden şöyle bir saray yaptırmanızı istemiştim. Ne oldu?” Vâli cevap verir: “Padişahım, sarayı yaptıramadım, ama sizin gönderdiğiniz fermanı her gün akşam sabah ihmâl etmeden okudum.” Padişah herhâlde bu cevaptan mutlu olacak değildir. Çünkü vâli emrini yerine getirmemiş; azarlanmayı, hatta cezalandırılmayı hak etmiştir.
Kur’ân ilâhî ferman mesabesindedir. Allah onunla kullarına namaz, oruç, zekât, hac ve diğer dinî emirlerle insanî ilişkileri ferman buyurmaktadır. Yapanlarına mükâfât, ihmâl edenlerine azâb edeceğini vaad etmektedir. İlâhî emirleri yerine getirmeden sadece okumakla iktifâ, yetersiz ve faydasızdır.
Bir başka misâl şöyledir: Anadolu’da yaşayan bir baba, İstanbul’da veya bir başka büyük şehirde okuyan oğluna şöyle bir mektup yazar: “Oğlum iyi çalışır, muvaffak olur, mektebini bitirirsen, sana mükâfât olarak şunu şunu alacağım.” Genç delikanlı çok sevinir ve hemen bu mektuba güzel bir çerçeve yaptırıp kaldığı evin ya da yurdun en mûtenâ yerine asar. Ve her gün sabah akşam o çerçeveli mektuba bakar ve okur. Ancak babasının talebini yerine getirip mektebi bitiremez.
Yılsonunda babası oğlunu ziyarete gelir. Heyecanlıdır ve vaadini yerine getirme telâşındadır. Oğluna sorar: “Oğlum, sana yıl içinde bir mektup göndermiştim. Almışsındır inşâallah. O mektubumda sana vaadlerim vardı. Ben şimdi bu vaadlerimi yerine getirmek istiyorum. Ne yaptın bakalım? Mektebi bitirdin mi?” Oğlu: “Babacığım, mektubunu aldım. İşte gördüğün gibi ona yakışır bir çerçeve yaptırdım. Akşam sabah onu zevkle seyredip okudum. Fakat o mektubunda söylediğin mezuniyet konusunun gereğini yapamadım” dese baba bu cevaptan memnun olur mu?
Müslümanın Kur’ân karşısındaki durumu bundan farklı değildir. Evet, Kur’ân’ı süslü torbalarla yüksek mekânlarda tâzim ile saklamak, mübarek gün ve gecelerde okumak elbette güzeldir. Ama yeterli değildir. Çünkü istenen sadece okumak değil, okumanın ötesinde anlamak ve daha yukarısında onu yaşamak vardır. Mevlânâ Mesnevî’sinde bu gerçeğe şöyle işaret eder:
Kur’ân, Peygamberlerin kıssaları ve hâlleri,
Peygamberler de hak denizinin balıklarıdır.
Kabul et ki sadece okumak Kur’ân değildir.
Nebî ve velîleri sadece görmek fayda sağlamaz.11
Nebîler ile velîlerin hâl ve duygularını yaşamadıkça, onların boyalarına boyanmadıkça, sadece görmekten bir fayda hâsıl olmaz. Kur’ân da böyledir. Onu sadece görmek ve okumak maksada ulaşmak için yeterli değildir. Asıl olan yaşamaktır. Ancak insanların ilâhî ahkâmı yaşamada oldum olası problemleri vardır. İsrailoğulları zamanında olduğu gibi, İslâm döneminde de bu tür sıkıntıların olacağını Allah Rasûlü haber vermiş ve üç defa tekrarlayarak: “ilmin insanlardan çekilip alınacağı ve insanların ilimden hiçbir şeye güç yetiremeyeceği bir zaman gelecek” buyurmuştur. O mecliste hazır bulunan Ziyad b. Lebîd: “Yâ Rasûlallah ilim insanlardan nasıl alınır? Oysa biz Kur’ân’ı okuyup duruyoruz. And olsun bundan sonra onu çocuklarımız ve kadınlarımıza da öğreteceğiz” dedi. Allah Rasûlü şöyle cevap verdi: “Ziyad, Allah hayrını versin! Tevrat ve İncil de Yahudi ve Hıristiyanların yanında ama onlara hiçbir faydası yok! İlmin alınması demek âlimlerin yok olması demektir.”12
Allah Rasûlü, ümmetinin Kur’ân’ı yaşamasından ve Kur’ânî hassasiyetleri korumasından kaygılarını zaman zaman dile getirmiştir. Allah Rasûlü mektebinin talebelerinden İbn Mes’ûd derdi ki: “Şimdi öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki fukahâsı çok, kurrâsı azdır. (Fukahâ zâhid âlimler, kurrâ ise lâfızları okuyanlar demektir.) Bugün Kur’ân’ın hükümleri korunuyor, harfleri / zâhiri o kadar korunamıyor. İsteyen az, veren çok. Namazlar uzun, hutbeler kısa tutuluyor. Hevâ ve heveslerden önce insanlar amellere sarılıyor. Ancak insanlara öyle bir zaman gelecek ki fukahâsı az, kurrâsı çok olacak. Kur’ân, zâhiriyle bellenecek emir ve hükümleri unutulacak. İsteyen çok, veren az olacak. Hutbeler uzun, namazlar kısa tutulacak. İnsanlar amellerinden önce hevâ ve heveslerini ızhâr edecekler.”13
Kur’ân’daki “Size verdiğimize kuvvetle sarılın!”14 ilâhî emri, Allah’ın emir-yasak, ibadet, ilim vb. şeylerin ilâhî bir yardım ve Rabbânî bir destek olmaksızın insan gücüyle hakkınca yerine getirilemeyeceğine işaret etmektedir. Bu bakımdan insan ilâhî emirlere sarılmada, Kur’ân’ı yaşamada ilâhî destek ve inâyete sığınmalıdır. Nitekim Fâtiha Sûresi’ndeki “Ancak Sana kulluk eder, ancak Sen’den yardım dileriz” âyetinde: “Kulluğu yaşamada ve Sana yönelmede de başarı ve inayet Sen’dendir; Sen’in yardımın olmadan gerçek kulluğu yaşayamayız; Kur’ân’ın nûru olmadan hak ile bâtılı ayırt edemeyiz” demekteyiz. O nurun basîreti bize hak ile bâtılı ayırt etme imkânı verdiği gibi, Sen’in yardımın bizi doğruya iletir ve Hakk’a muvaffak kılar. Gözümüzdeki şaşılığı almazsan biz biri iki görmeye devam ederiz. Eğri, gözümüze doğru görünür. Şer, özümüze hayr gibi gelir. Bakışımızı düzeltmek düşüncemizi doğrultmak Sen’in gönül hazinemize yağdıracağın irfan yağmurları sayesindedir.
Ehlullah katında Kur’ân’la meşguliyetin özü, anlamak ve tatbik/yaşamak açısından olmalıdır. Allah dostları sadece lâfzın okunması şeklindeki Kur’ân’la meşgûliyeti nâkıs görürler. Nitekim Şeyh İbn Atâ’ya: “Kur’ân’dan ne kadar okuyorsunuz?” diye soruldu. “On dört sene evveline kadar günde bir hatim indirirdim. On dört seneden beri ise ancak Enfâl Sûresi’ne gelebildim” diye cevap verdi. İbn Atâ’nın on dört senede Kur’ân’ın ancak üçte birini okuyabilmesi, okuduklarının mânâlarını iyice anlamak ve hükümleriyle âmil olmak, uygulamak ve yaşamak içindir.
Müslümanın hayatında Kur’ân’ı okuyup anlama ve yaşamanın ayrı bir değeri vardır. Özellikle sekülerleşen günümüz dünyasında hayatı Kur’ân’la yaşama gayreti ayrı bir anlam kazanmaktadır. Kur’ân, doğumdan ölüme bütün hayatı kuşatan hükümler vaz‘ etmektedir. “Bu dünya işi, bunun Kur’ân ve dinle ne alâkası var?” diyebileceğimiz bir alan hemen hiç yoktur. Çünkü Kur’ân her nefesimizin düzenleyicisidir. Ve’s-selâm…
Dipnotlar: 1) el-Bakara, 2/63. 2) el-Bakara, 2/93; krş. el-A’râf, 7/145, 171. 3) Meryem, 19/12. 4) en-Nahl, 16/44. 5) en-En’âm, 6/65, 98; Yûnus, 10/24; Yûsuf, 12/2. 6) en-Nisâ, 4/113. 7) el-Bakara, 2/188. 8) İbn Hanbel, 5/72. 9) Mesnevî, c. V, b. 1394-1398. 10) Âl-i İmran, 3/31. 11) Mesnevî, c. I, b. 1338-1339. 12) Heysemî, I/200; krş. İbn Hanbel, V/266. 13) İmam Mâlik, Muvatta‘, Kasru’s-salât, 88; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 789 14) el-Bakara, 2/63.