Altınoluk Dergisi, 2010 – Ocak, Sayı: 287, Sayfa: 008
İslâm, içtimâî organizmayı îmân ekseninde sevgi ve kardeşlik zemînine oturan bir yapı olarak sunar. İslâmî telâkkîye göre bir Müslümanın nihâî hedefi olan “cennete girmenin yolu” sevgi ve kardeşlikten geçer. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Siz îmân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olamazsınız. Size işlediğiniz takdîrde birbirinizi sevmeye vesîle olacak bir amel göstereyim mi? Aranızda selâmı yayınız.”1
Bu hadîs-i şerîfte îmân, sevgi ve kardeşlik arasındaki irtibâta işâret edildiği gibi, şu âyet-i kerîmede de, aynı îmânı paylaşan insanların sımsıkı Allah’ın ipine, İslâm’a ve Kur’an’a sarılmaları, parçalanıp dağılmamaları emredilmektedir.2 İslâm toplumunda kardeşlik ve sevginin âile yuvasındaki sıcaklığa erişmesi hedeflenmektedir. Bu yüzden İslâmî telâkkîde ümmet, Peygamber (s.a.)’in baba, eşlerinin anne,3 müminlerin de bu anne-babanın evlâdları olduğu kardeşlerden oluşan sıcak bir yuvaya benzetilmiştir.4
Allah Rasûlü bir başka hadîslerinde Müslümanların toplum organizmasını tek bir vücûda benzetir. Nasıl ki bir vücûdun herhangi bir organının hastalık ve râhatsızlığı bütün vücûdu hasta eder, tedirgin kılarsa aynı şekilde toplum içindeki ferd ve grupların dertleri, toplumun diğer ferd ve gruplarını tedirgin eder, üzer ve hasta eder.5 Bu anlayış, îmân ve sevgiye dayalı toplumsal kardeşliğin ve başkalarının farkında olmanın; hiç kimseyi ötekileştirmemenin en yüksek örneğidir.
İslâm’ın geldiği dönemde câhiliye toplum dokusuna baktığımızda insanların sosyal, ekonomik ve cinsiyet farklılıklarından dolayı birbirleriyle boğuştukları ve birbirlerine zulmettikleri görülmektedir. Nitekim Mekke’de soyluların köleler üzerinde, güçlülerin güçsüzler üzerinde, erkeklerin kadınlar ve kız çocukları üzerinde ezici tavrı ve baskıları toplumda müthiş bir gerilimin ve huzûrsuzluğun tetikleyicisiydi.
İslâm’ın getirdiği sosyal anlayış, sevgi zemînine, îmân ve kardeşlik eksenine oturmaktaydı. Toplumda müsâvâtın/eşitliğin zemînini hazırlayan bu anlayış beşeriyete, insânî haklara sâhip olarak hür doğup hür yaşamanın hazzını yaşatmıştır.
İslâm’ın Mekke’de gerçekleştirdiği bu kardeşlik ortamı Medîne’de de yeni İslâm toplumunun inşâsında çok önemli bir fonksiyon icrâ etmişti. İslâm bir yandan yıllardan beri husûmetle birbirleriyle didişen Evs ve Hazrec kabîlelerinin kendi aralarındaki kavgasını sona erdirirken, diğer yandan muâhât/kardeşlik projesi ile Mekke’den gelen muhâcirleri ensârla kardeş yapmıştı. Kur’an bu târihî olayı şu ifâdelerle anlatmaktadır:
“Hani siz birbirinize düşman kimselerdiniz de Allah gönüllerinizi ısındırmıştı. Allah’ın nîmeti/İslâm ve îmân sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarındayken Allah sizi oradan kurtarmıştı.”6
Âyette ifâde edildiği gibi husûmet ve kin ateşiyle dolu yürekleri ısındırıp kaynaştıran îmâna dayalı kardeşlik ve sevgidir. Çünkü müminleri uzlaştıran, kalblerini ısındıran, Hakk’ın kelâmı üzerinde ittifak etmelerini sağlayan îmânlarıydı. Bu îmân sâyesinde onlar, birbirlerinin iyiliğini isteyen, birbirlerine merhamet eden ve Allah için birbirini seven kardeşler olmuştu.
Kardeşlik duygusu inananlar arasındaki her türlü farklılığı, maddî üstünlüğü bir tarafa bırakmayı sağlayan ve yürek bütünlüğü içerisinde Allah’a yönelmeyi gerçekleştiren bir husûstur. Mevlânâ Mesnevî’sinde Medîne’deki Evs ve Hazrec kabîlelerinin İslâm öncesi döneme âid kin ve husûmetlerini “birbirlerinin kanını içecek can düşmanlığı” olarak tanımlamaktadır. Medîne’de Allah Rasûlü’nün: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını ıslâh edin/düzeltin”7 emrine imtisâlen gerçekleştirdiği muâhât, onların kinlerini ortadan kaldırdı. Onlar önce üzüm salkımındaki dâneler gibi kardeşliğin tesiri altında öğütüldüler ve bir oldular.
Vâkıa salkımdaki üzümler de birdir, ama tatları farklıdır. Kimi koruk, kimi lezizdir. Ezildikleri zaman koruk olanların ekşiliği tatlıların arasında kaybolur ve ortaya nefis bir şıra çıkar. Medîneli Müslümanlar da îmân potasında ezilip öğütülünce koruk olanların tadı öbürlerine karıştı ve ortaya leziz bir kardeşlik şırası çıktı. Bu sâyede Medîneli Evs ve Hazrec’e mensûb ensâr ile muhâcirlerden oluşan İslâm ümmeti, birliğin ve kardeşliğin tadına vardı.
Mevlânâ birlik ve beraberliğin sonucunu, sıkılan üzüm dânelerinden çıkarılan bu şıra misâlinde ne güzel anlatmaktadır.8 Tek başına olduğunda koruk olan üzüm, insanın ağzını burkar. Ama kesret içinde vahdeti bulup birliğe talip olduğunda içtimâî birlik ve beraberlik o koruk tadındaki üzümleri eritip toplumsal bir lezzet kıvamı oluşturur. Tek başına bir anlam ifâde etmeyecek pek çok insan, toplum hayâtında değerli hâle gelerek bir boşluk doldurur, ayrı tat ve kokusu ile birliğin içinde yerini alır.
İnsanları birliğe çağıranlar, insanlığı güneşe çağıranlar gibidir. Güneş bir tanedir, ama evlerin penceresinden içeri girdiği zaman onun ışığı binlerce olur.9 İnsanların algısında evler sayısınca güneş vardır. Ama evlerden güneş ışığına ve oradan da güneşe döndüğünüz zaman yönünüzdeki güneşin tek olduğunu görürsünüz. Dolayısıyla ışığı arayanlar, ışığı tâkip ettikleri zaman birliğe, güneşin birliğine doğru yol alırlar.
Toplum hayâtında insanlar sayısınca kesreti sembolize eden çokluk görünür. Ama insanoğlu kaynağa inince orada biri ve birliği görür ki bu da kendisinin diğer insanlardan, diğer insanların da kendisinden farkının olmadığıdır. Çünkü hepsinde aynı ilâhî rûhtan bir nefha vardır. Bu yüzden insanoğlunun her biri değerlidir. İnsanı birlik fikrine götüren insandaki bu rûhtur. Hayvânî rûhta ise böyle bir birlik sevdâsı yoktur.
Arabın arab olmayana, beyazın siyaha, efendinin kölesine hiçbir üstünlüğü olmadığı temel esâsını getiren10 ve insanlar arasındaki sosyal sınıf farklılıklarını ve ırk ayrımcılığını temelden yasaklayıp asıl üstünlüğün Allah’a takvâ ile bağlanmak olduğunu îlân eden İslâm, en büyük müsâvâtı gerçekleştirmiştir. On dört asırlık İslâm târihi boyunca kurulan bütün devlet nizâmlarında ırk ayrımcılığına dayalı ayrıştırıcı telâkkîlere asla rağbet edilmemiştir.
Bir ırk ve kavme mensûbiyet insanın kendi tercihiyle gerçekleşen bir olay değildir. Hiç kimseye “dünyâya gelmeden önce hangi âilenin çocuğu olmak istersin?” ya da “hangi kavme mensûb olmayı arzu edersin?” diye sorulmamaktadır. Böyle olunca insanoğlunun kendi tercihiyle elde etmediği bir şeyle övünmesi ne kadar anlamsızsa, yine kendi irâdesinin ürünü olmayan bir mensûbiyetle kınanması da o kadar anlamsızdır.
Dünyâda ve âhirette inananın işine en çok yarayacak vasıf, sevdiğini Allah için sevmek, buğzettiğine de Allah için kızmaktır. Allah Rasûlü bu özelliği îmânın kemâlinin tezâhürü olarak görmekte ve böyle bir inanca ulaşanın, îmânın tadına ereceğini belirtmektedir.11 Âhirette bütün dostluk ve akrabâlıklar, sevgi ve bağlılıklar sonra erecek; herkes birbirinin hasmı ve düşmanı hâline gelecektir. Ancak bunun bir tek istisnâsı vardır: Onlar da takvâ sâhipleridir.12
Bu yüzden sevdiğini Allah için sevmek büyük bir kapı, yüksek bir ahlâkî meziyettir. Samîmî sevgi iç temizliğinden sonra gerçekleşir. Birbirleriyle uyum sağlayan kalbler saflaşır. Kalbler arasında mânevî uyum yoksa insanlar arasındaki geçim ve yakınlaşma dünyevî çıkarlarla sınırlı kalır. Ancak kalbler arasındaki îmân merkezli uyum ve sevgi, toplumsal iyilik ve güzelliklerin zemînini hazırlar.
İslâm toplumlarında toplum kimliğini oluşturan, İslâmî ve insânî değerlerdir. Mensûbları birbirlerine bu değerlerle kilitlenmiş ferdlerden oluşan toplumların yürekleri toplu atmaya devam eder. Renk ve dil farklılığı asla ayrışma sebebi olmaz. Aynı cephelerde vatanı ve mukaddesâtı koruyan askerlerin farklı dilleri konuşuyor olmaları hiçbir zaman problem teşkil etmez. Nitekim millî şâirimiz Mehmed Âkif bunu şöyle ifâde eder:
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler, top onu sindiremez
Asr-ı saâdette Allah Rasûlü’nün etrafında Araplardan başka İranlı, Habeşli, Romalı, Yemenli pek çok kavim, ırk, millet ve dîne mensûb insan, İslâm potasında Müslüman kimliğiyle kaynaşmıştı. Asr-ı saâdetten günümüze kadar gelen süreçte, bu farklı ırk ve dillere mensûbiyet asla problem olmamıştı.
Fransız ihtilalinden sonra insanlığın gündemine giren millet ve ulus fikri daha sonraki süreçlerde ulus devlet anlayışını egemen kılarak pek çok büyük devletlerin ve imparatorlukların sonunu hazırladı.
Batılılar, önce işgâl edip sonra ulus eksenli devlet fikriyle yerine yeni devletçikler kurdurdukları Osmanlı topraklarını parçalamaya bir türlü doyamadılar. Bugün Irak’ta üç ayrı bölgede yeni devletlerin kurulmasına zemin hazırladılar. Türkiye’de de yeni bir parçalanmanın fitilini ateşlemek için elini ovuşturarak bekleyenler var. Bunlar bir türk-kürt çatışması çıkararak ülkemizi kaosa sürüklemek ve bin yıllık târihî beraberliğimizi bozmak istiyorlar.
Bu planların tutmayacağına inanıyorum. Çünkü zemîninde îmâna dayalı bir kardeşlik ve sevgi bulunan târihî beraberliğimiz, kötü niyetlilerin emellerine ulaşmasına fırsat vermeyecektir. Îmân ve İslâm, bu topraklarda yaşayan insanların toplumsal harcı ve çimentosudur. Salâhaddîn Eyyûbî’den beri bölgede yaşayan insanları kaynaştıran bu îmân ve kardeşliktir.
İdrîs-i Bitlisî etrafındaki sünnî Müslüman kürtlerle Yavuz Sultan Selîm’e iltihâk ederek asırlardan beri devam edegelen bu kardeşlik sürecini ortak bir devlet çatısı altına taşımış mühim bir kürt liderdir. Onun başlattığı bu birliktelik süreci Osmanlı’nın son yıllarına kadar problemsiz devam etmiştir.
XIX. yüzyılda hasta adam îlan edilen Osmanlı’nın sosyal dokusunun korunmasında Mevlânâ Hâlid Bağdâdî çizgisi çok önemlidir. Onun geliştirdiği tasavvufî hareket, sâdece Kuzey Irak, Suriye ve Güneydoğu bölgelerinde değil, başta İstanbul olmak üzere bütün Osmanlı ülkesinde çok ciddî hizmetler vermiştir.
Salâhaddîn Eyyûbî, İdrîs-i Bitlisî, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî ve Saîd Nursî gibi siyâset ve devlet adamı, fikir ve gönül insanı olarak hizmet vermiş yüzlerce ortak değerimiz vardır. Bunlar bizim mânevî kimliğimizin dokunmasında önemli katkıları olan ve bizleri birbirimize bağlayan merkez şahsiyetlerdir.
Bu târihî gerçekleri bugünlerde yeniden hatırlamak ülkemizde yaşayan, birlik ve beraberliği önemseyen her duyarlı vatandaş için insânî bir görev niteliğindedir. Bunun için insanlarımızın karşısındakini ötekileştirmeden kardeş olduğunu bir kere daha hatırlaması, târihî bir sorumluluktur.
Dipnotlar: 1) Müslim, Îmân, 93; Ebû Dâvud, Edeb, 131; İbn Mâce, Edeb, 11; Tirmizî, İstî’zan, 1. 2) Âl-i İmrân, 3/103. 3) el-Ahzâb, 33/6. 4) Bkz. İbn Mâce, Tahâre, 16; Ebû Dâvud, Tahâre, 5) Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66. 6) Âl-i İmrân, 3/103. 7) el-Hucurât, 49/10. 8) Bkz. Mesnevî, II, b. 3699-3715. 9) Bkz. Mesnevî, IV, b. 415. 10) Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik, 76, 84. 11) Bkz. Buhârî, Îmân, 9, 14; Müslim, Îmân, 67. 12) ez-Zuhruf, 43/67.