Altınoluk Dergisi, 2009 – Haziran, Sayı: 280, Sayfa: 005
İnsan varlık âlemine gelişinden îtibâren korkudan ümîde, kaygıdan güvene, elemden hazza, karışıklık ve kaynaşmadan huzûr ve sükûna doğru arayış ve hareket hâlindedir. Hz. Âdem eşiyle berâber cennete yerleştirilmek sûretiyle belki de sükûna erdirilmek, korktuklarından emîn ve umduklarına nâil kılınmak istenmiştir.
Bu dünyada insanoğlunu en çok bunaltan ve kaygılandıran şey anlamsız korku ve endişelerdir. Bu yüzden Kur’an’da: “Allah dostlarının korku ve hüzünden uzak olduklarına”1 dikkat çekildiği gibi, istikâmet ehline son nefeslerinde meleklerin yoldaş olup: “Korkmayın, üzülmeyin! Müjdeler olsun size cennet!”2 diye nidâ edecekleri haber verilmektedir.
Korkudan emîn olmanın, hüzün ve kaygıdan kurtulmanın sırrı îmân, amel-i sâlih, takvâ ile ibâdet ve duâdır. Âyetlerdeki ibâdet ve duâ vurgusundan, Allah ile ilişkilerde insanın mutmain bir gönle ve sükûna ermiş bir kalbe erişmesinin sırrı ve önemi anlaşılmaktadır. Duâ iki boyutludur: Kişinin kendine duâsı ile başkalarına ve başkalarının kendisine duâsı.
1. Kişinin Kendine Duâsı
Kişinin kendisi adına cân u gönülden Allah’a yakarışı, yalvarışı ve niyâzıdır. Duâdaki sırr ile bu niyâzlar Hakk’a doğru yükselir, Hakk’tan başkasının bilmediği yerlere ulaşır, sonsuzluk âlemine varır ve orada ilâhî rahmetle buluşarak arınmış nefesler, temizlenmiş sözler hâlinde insanoğlunun gönlüne sağanak sağanak bereketle yeniden iner. Duâ eden ne kadar kendini aşıp Müteâl olan yüce kudret sâhibine ulaşır, nefsinin sesini değil, Hakk’ın sesini duymaya çalışırsa, o duâ artık onun olmaktan çıkar, Hakk’ın duâsı olur. Böyle vecd ile yapılan ve Hakk’a vuslata vesîle olan duânın Hakk katında kabûle karîn olması me’mûldür.
Allah’a açılan eller, O’nu anan diller ve O’nunla yanan gönüller, insandaki günah ve kir yükünü yakar, duygularını ıslah eder. Çünkü zıdların bir arada barınması mümkün değildir. Nasıl ki güneş doğunca gece karanlığı hemen kaçar ve giderse Allah’ın tertemiz adı ağza gelince ağızdaki pislik, gönle gelince oradaki gam ve keder uçar gider; cemâl zâhir olunca celâl zâil olur. Yeter ki kul zikrinde samîmî, duâsında muhlis ve kulluğunda takvâ sâhibi olsun.
Duâyı emreden Allah’tır. Yoksa topraktan yaratılmış bir et yığınının ona duâ etmesi ne haddine? Böyle bir cesâret nereden aklına gelsin? Duâyı emreden Hakk’a sezâ olan, onu kabûldür. Toprağı altına çeviren, bir başka toprağı da insanların atası yapan Allah buna kâdirdir. Çünkü O’nun işi değiştirmek, yeniden yaratmak, lütuf ve ihsânlarda bulunmaktır. İnsanın vasfı ise unutmak, yanılmak ve günaha düşmektir. İnsanın niyâzı bu yanılma ve unutmayı Hakk’ın bilgiye çevirmesi, öfkesini sabır ve hilme döndürmesidir. O dilerse ateş bile tatlı su olur, dilemezse su bile ateş kesilir. İnsana duâ isteği veren de, duâyı kabûl edecek olan da O’dur. Mâdem ki O bizim irâdemizden önce duâ etmemizi murâd ediyor, öyleyse kullara düşen O’nun ihsânı için duâdır.
2. Kişinin Başkalarına ve Başkalarının Kişiye Duâsı
Duâ kullar tarafından ilâhî rahmetin harekete geçirilme teşebbüsüdür. Bu yüzden kişinin kendisine duâsı kadar başkalarına ya da başkalarının kendisine duâsı sırrî bir önem arz etmektedir. Duâda aslolan, dillerin günahsız ve gönüllerin çıkarsız olmasıdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurur:
a. “Kişinin yanında bulunmayan/gıyâbındaki kardeşine duâ etmesi Allah katında makbul bir duâdır. Baş ucunda bu iş için görevli melek, kişi kardeşine duâ ettikçe: Âmin, sana da duâ ettiğin gibi olsun, der.”3
b. “Hasta ya da ölünün başında bulunduğunuz zaman hayır duâ ediniz. Çünkü melekler sizin duâlarınıza âmin derler.”4
c. “İki duâ vardır ki reddolunmaz. Onlarla Allah arasında bir perde yoktur. Onlardan biri zulüm gören kişinin duâsı, diğeri de müminin mümin kardeşine gıyâbındaki duâsıdır.”5
Hz. Mevlânâ bu hadîsler ışığında yorumlanabilecek ifâdelerle insanların başkasının ağzı ile duâ etmesinin sırrını şöyle açıklar: “Sen başkasının ağzıyla günah işlemediğin için o ağız senin için temizdir, günahsızdır. İnsan öylesine güzel davranışlar geliştirmelidir ki, başkalarının ağzı gece gündüz biteviye ona duâ ededursun.”6
İnsanların duâlarına mazhar olmada ayrı bir sırr vardır. Çünkü başkalarının duâsı insandaki sükûn ve huzûr duygularını besler; mânevî bir sekînetin nüzûlüne vesîle olur. Nitekim Kur’an’da mallardan alınan sadaka ve zekâtın insanları temizleyip arıtması gibi duânın; özellikle nebîler ve velîler gibi sâlih insanların duâsının sükûnet vesîlesi oluşuna dikkat çekilerek şöyle buyrulur: “Ey Nebî! Onların mallarından sadaka/zekât al. Bununla onları temizler, arıtırsın ve onlar için duâ et. Çünkü senin duân onlar için seken/huzûrdur.”7
Ehli olan kişilerin yapacağı duânın sağlayacağı en önemli tesir, sükûnet/mânevî güven duygusudur. Bunun daha yukarısı sekînettir. Nitekim Kur’an’da Allah Teâlâ “büyük bir fetih ihsân ettiği Allah Rasûlü’ne geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığını, ona olan nîmetini tamamladığını, onu doğru yola ilettiğini ve şanlı bir zaferle yardımda bulunduğunu beyândan sonra müminlerin de îmânlarını bir kat daha arttırmak üzere kalblerine sekînet indirdiğini” belirtmektedir.8
Duâda kulu önce Allah’a; sonra da birbirlerine karşı güven bağı ile bağlayan bu sırrdır. Bu sırrî özellik hem iç barışın, hem de toplumsal barış ve güvenin tesisinde ayrı bir önem arz eder. Birbirine duâ edenlerin duâsındaki sırr sâyesinde birbirine güvenen, korku ve kaygıları aşarak sevgi ve saygı ile buluşan bir toplum gerçekleşir.
“Rahmân’ın has kullarından oluşan toplum ferdleri yeryüzünde tevâzu ile yürür, kendini bilmezlerin atacakları laflara bile “selâm” deyip geçerler. Gecelerini Rablerine secde ve kıyâm ile geçirirler ve: Rabbımız cehennem azâbını üzerimizden sav!”9 diye duâ ederler.
Duâda aslolan samîmiyet ve ihlâstır. Kırık bir gönülle Allah’ın lütuf ve ihsânına sığınmaktır. Çünkü O’nun lütuf ve ihsânı, meded ve inâyeti kırık gönüllülerin yanındadır. Duâ etmesini bilmek, tesirli bir nefese sahip olmak için organları maddî ve mânevî kirlerden temizlemek gerekir. Yoksa duânın lafızları çok önemli değildir. Nitekim bu konuda Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde anlattığı Hz. Mûsâ zamanındaki bir çobanın Allah’a yalvarışı hikâyesi çok anlamlıdır.
Rivâyete göre Hz. Mûsâ yolda Allah’a şöyle seslenen bir çoban gördü: Ey Allah! Sen nerdesin? Sana kul kurban olayım. Senin çarığını dikeyim, saçlarını tarayayım, elbiseni yıkayayım, bitlerini ayıklayayım, Sana süt getireyim, ellerini öpeyim, ayaklarını ovayım. Uyku zamanı gelince yatacağın yeri silip süpüreyim. Bütün gecelerim Sana kurban olsun. Seni anayım ey Rabbım.”
Çobanın böyle boş sözlerle duâ ettiğini gören Mûsâ (a.s.): “Sen kiminle konuşuyorsun, bu sözleri kime söylüyorsun?” diye sordu. Çoban: “Bizi, yeri göğü yaratanla” deyince Hz. Mûsâ: “Kendine gel, sen aklını mı kaybettin? Sen Müslüman olmadan kâfir olmuşsun. Senin küfrün dil kumaşını yıpratmış” dedi.
Bunun üzerine çoban: “Ey Mûsâ sen bu sözlerinle benim ağzımı kapattın, pişmanlıktan perişan ettin, canımı yaktın” diyerek elbisesini yırttı. Öyle yanıla yakıla bir ââh çekti ki çöllere, sahrâlara düştü, Mûsâ’dan uzaklaştı. Mûsâ (a.s.)’a vahiy geldi ki: “Kulumuzu bizden ayırdın. Sen kullarımızı bizimle buluşturmak için mi yoksa ayırmak için mi geldin? Gücün yettikçe ayrılık yoluna ayak basma!”
Hz. Mûsâ bu hitâbın ardından çöllere düşüp çobanın peşinden koştu ve ayak izlerinden çobana ulaştı. Çobana dedi ki: “Müjdeler olsun, Allah tarafından senin için kulluk izni geldi ve ibâdet müsâadesi verildi. Allah’a duâda hiçbir tertip arama, daralmış gönlüne ne gelirse çekinmeden söyle!”10
Îmân bir teslîmiyet işi, duâ o teslîmiyetle yapılan ilticâdır. Bu yüzden İslâmî literatüre “kocakarı îmânı” olarak geçen ıstılahta olduğu gibi inanç meselesinin determinist ve pozitif bir yaklaşımla değil, kalbî bir teslîmiyetle olması gerekmektedir. Îmân bir takım delîllerle artıp eksilmediği gibi duâ da, bir takım mutantan lafızlarla yapıldığında diğerlerinden daha kabûle karîn olmaz. Çünkü duâ Rabb’ın katına samîmiyetle sunulan bir istid’â arîzası; yâni kabûlü istenen dilekçedir.
Duâ müminin sığınağı, derdlilerin ilticâgâhıdır. Bu yüzden ârifler ve velîler genellikle ehl-i duâdır. Sıkıntıların, derdlerin, felâketlerin, belâların def’i için duâ ederler.
Âriflerden özel bir grubu da başa gelen kazâ, belâ ve musîbetlere “Allah’tandır” diyerek teslîm olan ve Mevlânâ’nın ifâdesiyle ağızları duâya kapalı bulunanlardır. Bunlar Allah’ın hükmüne râzı, başa gelen ve gelecek kazâyı uzaklaştırma çabası içinde olmayanlardır. Kazâ ve felâketlerde ayrı bir haz bulurlar. Allah’ın gönüllerine verdiği hüsn-i zan sâyesinde hiçbir gam ve musîbet yüzünden mâtem libâsına bürünmezler. Nitekim Fuzûlî’nin şu beyitleri bu anlamdadır:
Yâ Rabb! Belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüdâ beni
Az eyleme inâyetini ehl-i derdden
Yâni ki çok belâlara kıl mübtelâ beni
Onların duâ konusundaki bu istîğnâları, celâl tecellisinde bile cemâl arayışlarından ve Hakk Teâlâ hazretlerinin: “Biz sizi biraz korku ve açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltmayla/fakîrlikle deneriz”11 fermânına teslîmiyetlerindendir. Ancak bu yol çetin ve imtihânları ağır bir yoldur. Herkese göre değildir.
Pek çoklarının yanlış olarak algıladığı gibi bağırıp çağırarak ve lügat parçalayarak yapılan duâlar değil, gözyaşıyla gönülden ve özden yapılan duâlar Rabb’ın daha çok hoşuna gider. Netîce olarak hem ferd planında, hem de toplum planında huzûr ve sükûn ile yaşayış, ihtivâ etiği mânevî sırr sebebiyle, duâlı bir hayattan geçmektedir.
Dipnotlar: 1) Yûnus, 10/62. 2) Fussilet, 41/30. 3) Müslim, Zikir, 87, 88; İbn Mâce, Menâsik, 5. 4) Müslim, Cenâiz, 6; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 15. 5) Taberâni, Mucemu’l-kebîr, XI, 119. 6) Mesnevî, III, b. 180-184. 7) et-Tevbe, 9/103. 8) Bkz. el-Fetih, 48/1-4. 9) el-Furkân, 25/63-65. 10) Mesnevî, II, b. 1710-1739. 11) el-Bakara, 2/155.