Altınoluk Dergisi, 2008 – Aralik, Sayı: 274, Sayfa: 006
İslâmî telakkîde içtimâî hayâtın harcı kardeşliktir. Kur’an, peygamber eşlerinin müminlerin anneleri olduğunu,1 müminlerin de kardeş bulunduğunu2 ifâde ettiği gibi Allah Rasûlü de: “Ben size babanız mesâbesindeyim”3 buyurur. Bu duruma göre karşımıza Hz. Peygamber’in baba, ezvâc-ı tâhirâtın/Hz. Peygamber’in eşlerinin anne, müminlerin de bu anne-babanın çocukları oldukları büyük bir âile tablosu çıkar.
Tasavvufî telakkîde de mânevî yolun mürşidi olan zât baba, hanımı vâlide/hacı anne, bağlıları da ihvân/kardeşlerdir. Burada da mürşid ve eşi ile mânevî evladlarından oluşan bir âile tablosu söz konusudur. Âile ortamında merhamet ve sevgi zemini üzere oturan bir kardeşlik ve iletişim vardır.
İslâmî kardeşlik îmân ve rahmet-i ilâhiye sâyesinde oluşmuş ve târihî süreçte düşmanlık duygularını ortadan kaldırarak içtimâî bir barış ortamı tesis etmiştir. Medîne’deki Evs ve Hazreç kabîleleri arasındaki târihî mücâdeleyi sona erdirerek onları kaynaştıran bu kardeşliktir.4
Hz. Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğunu belirten âyetten sonra Allah, müminlerin vasıflarını sayarken: “Onun yanında bulunanlar kâfirlere karşı son derece çetin, kendi aralarında ise merhametlidirler”5 buyurmaktadır. Bu âyette Müslümanlar arasındaki ilişkinin rahmet esaslı bir kardeşlik zeminine oturması gerektiği belirtilmekte, bir başka âyette ise kardeşliğin içtimâî bir problem olan kırgınlık ve dargınlıkları izâleye çağıran6 önemli bir dinamik bulunduğuna işâret buyrulmaktadır.
Allah için kardeşlik ve dostluk cennet kapılarını açan, cehennem kapılarını kapatan bir ferâgat ve fedâkârlıktır. Çünkü dünyevî dostluklar dünyada kalır. Âhirete taşınan ise Allah için olan dostluklardır. Nitekim Allah Teâlâ takvâ ehlinin dostluğunun âhirette nasıl işe yarayacağını şöyle ifâde buyurur: “O gün takvâ ehli dışında bütün dostlar birbirlerine düşman kesilir.”7 Böyle bir kardeşlik ve dostluk Hz. Peygamber’in kıyâmet günü hiçbir gölgenin bulunmadığı sırada Hakk Teâlâ’nın arşın gölgesi altında barındıracağını haber verdiği yedi gruptan birini teşkil eder. Onlar Allah için birbirini seven, bu sevgi üzere yaşayan ve bu sevgi ile ölen kardeşlerdir.8
Kardeşlik Allah için olmalıdır. Cüneyd Bağdâdî, biri diğerini dünyevî bir menfaat sebebiyle terk eden iki kişi, kardeş olamaz, demektedir. Çünkü Allah yolunda kardeşlik karşı karşıya olmayı, yüz yüze bakmayı, yürek bütünlüğü içinde olmayı gerekli kılar. Kopukluk ve uzaklık başladığı zaman kardeşlik ortadan kalkar. Allah için kardeş olan iki kişiden biri, diğerinde gördüğü yanlış bir davranışı sebebiyle onu ikaz edip kötülüğün giderilmesi için gerekli çareye başvurmadığı sürece ona sırtını dönmüş, yüz yüze durmaktan imtinâ etmiş sayılır.
Allah yolunda kardeşlik menbâ suyundan daha duru ve sâfîdir. Üstelik Cenâb-ı Hakk kendi zâtı için her şeyin en saf ve temiz olanını ister. Sâfiyet devamlılığı getirir. Safâsı bozulan ve kirlenen şey, özelliğini kaybetmiş sayılır. Bu yüzden kardeşliğin de sâfiyâne olanı, maddî ve dünyevî çıkardan uzak bulunanı, edebe daha yakın duranı, dâimî olur. Kardeşliğin sâfiyet ve sürekliliği konusunda Allah Rasûlü’nün şu nasîhatleri önem arz etmektedir: “Kardeşini incitip rahatsız etme, onunla çok şakalaşma, yerine getiremeyeceğin vaadlerde bulunma.”9
Kardeşliğin sûfiyâne olanı konusunda ise Ebû Said Harrâz şunları söyler: “Elli yıl sûfîlerle bir arada kaldım, onlarla dost ve arkadaş oldum, aramızda hiçbir anlaşmazlık çıkmadı.” Bu sözü dinleyenlerden birisi: “Bunu nasıl başardınız?” diye sordu. Harrâz şu cevabı verdi: “Ben onlarla olduğum süre içinde hep nefsime hâkim olmaya özen gösterdim. Onlara eziyet etmemeye, onları sevindirmeye, bunu yapamasam bile kötülük yapmamaya îtinâ ettim. Arada bir aykırılık ve ayrılık söz konusu olsa bile kardeşlerimi iyilik ve güzellikleriyle anmaya dikkat ettim.”
Allah “Settâr” isminin sâhibi olduğu için sûfiye yakışan, dostunun kötülüklerini setr edip gizlemek, güzelliklerini ise teşhîr etmektir. Yine tasavvufî anlayışta dost ve kardeşin yanlış davranışı eleştirilebilse bile kendisine kızıp kınamak doğru olmaz. Nitekim Allah Teâlâ’nın peygamberine talim ettiği ahlâkın da gereği budur. Allah Hz. Peygamber’e: “Onlar sana uymaz, karşı gelirlerse ben sizin yaptıklarınızdan uzağım, de!”10 buyurmuş ve fakat “sizden uzağım” dememiştir. Burada davranışlarla şahısların arasını ayırarak yanlışları sebebiyle kardeşin üstünün çizilmesine izin olmadığı ifâde buyrulmaktadır. Çünkü insanın hal ve hareketlerinde meydana gelen değişiklik ve ârızî bir sürçme, bir zaaf eseri olarak ortaya çıkmışsa kişinin bundan vazgeçip düzeltmesi umulur. Bu hareketi sebebiyle onun bütünüyle kınanması doğru değildir. Kendisine şefkat nazarıyla bakılması, kötülükten kurtularak sükûnete ermesine vesîle olur. Nitekim Hz. Peygamber kötülük işleyen adama kavmi sövmeye başlayınca onlara: “Durun, sabredin” buyurmuş ve “kardeşiniz aleyhine şeytanın yardımcısı olmayın”11 fermânıyla bu davranışı yasaklamıştır.
İbrâhim Nehaî: “Günah işleyen kardeşinle ilgini kesme. Çünkü bugün günah işlemişse yarın terk edebilir” diyerek kusuru sebebiyle insanlardan kopmamak gerektiğini ifâde etmektedir. Nitekim Şeyh Sa’dî’nin şu şiirinde söyledikleri bu mânâda çok anlamlıdır:
Dilin vazîfesi Hakk’a şükretmektir, o şükür için gelmiştir.
Ey Hakk’ı tanıyan, dilini gıybetle meşgul etme!
Kulak, Kur’ân’ı dinleyen, öğütleri duyan organdır.
Boş iftirâya ve lüzûmsuz lâflara kulak verme!
Göz, Cenâb-ı Hakk’ın san’atını görmek için güzeldir.
Dostunun kusûruna gözünü yum, onu görme!12
Kardeşlik ve dostluğun şartlarından birisi de ona sahip çıkmak, derdleriyle ilgilenmek, sıkıntısında yanında olmaktır. Rivâyete göre Hz. Ömer’in oğlu Abdullah sağa sola bakınarak birini arıyordu. Hz. Peygamber kendisini görünce ne aradığını sordu. O da dedi ki: “Ey Allah’ın elçisi! Birini Allah için kardeş edinmiştim. Onu görmek istiyorum ama bir türlü göremiyorum.” Bunun üzerine Allah Rasûlü günümüz insanlarına da ibret olacak çok mühim bir uyarıda bulunarak buyurdu ki: “Ya Abdullah, birini kardeş edindiğin zaman ondan adını, babasının adını sor ve evinin adresini iste. Böylece kardeşin hastalandığında ziyâretine gider, sıkıntıya uğradığında yardımına koşarsın.”13
Allah için sevginin sâfiyâne olmasının bir alâmeti de kişinin içinde karşısındakinden iyilik ve ihsân türünden dünyevî bir beklenti bulunmamasıdır. Böyle bir illetle lekelenen sevgi, ancak bu duyguların ve beklentilerin temizlenmesiyle sâfiyet kazanabilir. Çünkü sâfiyâne kardeşlik dünyevî bir menfaate dayanmamalıdır. Üstelik Allah için sevmenin bir şartı da kardeşini dînî ve dünyevî her konuda kendine tercih edebilmektir. Kur’an’ın “îsâr” dediği bu anlayış, muhabbet sebebiyle kişinin sadrında herhangi bir daralma duymaksızın kardeşini kendisine tercih edebilmesidir.14 Gerek kardeşini öz nefsine tercih etmek, gerekse bunu yaparken sadrında bir daralma duymamak, sevgi ve muhabbetteki sâfiyetin göstergesidir. Böyle bir duygunun sâhibinde hased ve fesâd bulunmaz.
Beşeriyetin medâr-ı iftihârı şanlı Peygamberimiz kardeşliğin ve dostluğun temel esaslarını bugün “empati” denilen evrensel değerleri aşacak bir biçimde şu sözlerle taçlandırmış ve insanlığa sunmuştur: “Kişi dost ve arkadaşının dîni üzeredir. Öyleyse herkes kiminle dost olduğuna iyice baksın.”15 “Kendisi için uygun gördüğü ve istediği bir şeyi kardeşi için istemeyen bir kimseyle kurulan arkadaşlıkta hayır yoktur.”16
Sâfiyetinin esâsını Allah Rasûlü’nün bu ifâdelerle anlattığı kardeşliğin sûfiyâne olanını Ebû Muâviye el-Esved isimli bir sûfî şöyle anlatır. Bir gün: “Kardeşlerimin hepsi benden daha iyidir” deyince kendisine: “Bu nasıl olur” diye soruldu. el-Esved şu cevâbı vererek sûfiyâne kardeşliğin esasını çizmiş oldu: “Onların hepsi beni kendilerinden üstün görüyorlar. Beni kendisinden üstün tutan herkes elbette benden daha hayırlıdır.”17 Çünkü sûfiyâne kardeşlikte aslolan dâimâ kardeşini kendinden üstün görmektir.
Dipnotlar: 1) el-Ahzâb, 33/6. 2) el-Hucurât, 49/10. 3) Bkz. İbn Mâce, Tahâre, 16; Ebû Dâvud, Tahâre, 4. 4) Âl-i İmrân, 3/103. 5) el-Feth, 48/29. 6) el-Enfâl, 8/1. 7) ez-Zuhruf, 43/67. 8) Buhârî, Ezan, 36, Zekât, 16, Hudûd, 19; Müslim, Zekât, 91; Tirmizî, Zühd, 53. 9) Tirmizî, Birr, 58. 10) eş-Şuarâ, 26/216. 11) Buhârî, Hudûd, 5; İbn Hanbel, I, 438. 12) Rûhu’l-beyân, Beyrut 2001, I, 98. 13) Tirmizî, Zühd, 54; Beyhakî, Şuabu’l-îmân, VI, 492. 14) el-Haşr, 59/9. 15) Tirmizî, Zühd, 45. 16) Kudâî, Müsnedü’ş-şihâb, hadîs no: 907; Kenzu’l-ummâl, c. IX, s. 65, hadîs no: 24821. 17) Sühreverdî, Avârifu’l-meârif, trc. H. Kâmil Yılmaz, İrfan Gündüz, İstanbul 1990, s. 543.