Altınoluk Dergisi, 2007 – Eylul, Sayı: 259, Sayfa: 008
Mevlânâ’nın tasavvufî düşüncesi, “tezkiye/arınma” üzerine kurulmuştur, dense yeridir. Çünkü Mevlânâ Mesnevî’sinin fâtihası mesâbesinde bulunan ilk on sekiz beyitlik girizgâhında insanın elest bezmi sonrası ruhlar âleminden bu dünyâya yolculuğunu, yabancılaşmasını, kirlenmesini, hasretini ve tezkiye ile özlediği âleme dönmesinin hikâyesini “ney” mecâzı ile anlatmaktadır.
Mevlânâ insanı bağlayan, Allah’a kulluktan uzaklaştırıp dünyâya, mala ve her türlü mâsivâya kul eden bağlardan kurtulmayı; tezkiye yolunda atılacak ilk adım olarak görmekte ve Mesnevî’nin on dokuzuncu beytinde şunları söylemektedir:
Koparırsan bağını ey oğul âzâd olacaksın
Daha ne kadar altın ve gümüş bağında kalacaksın1
Mal ve dünyâ esâreti kulluğun önünde en büyük engeldir. Gerçek hürriyet, malın ve nefsin kulluğundan kurtuluşla başlar. Çünkü Allah yolunda yürüyecek olanın ayakları serbest olmalıdır, zincire bağlı değil. Zincire bağlı olan insan nasıl yürüyemez ise dünyâya ve mala bağlı olan da yürüyemez ve kulluktan geri kalır. Bu yüzden Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de dünyâ hayâtının çekiciliğine ve geçiciliğine dikkat çekerek insanları uyarmaktadır.2
İslâm’ın zekât emri bir bakıma arınmadır; insandaki bencillik duygusunu terbiye edip, hasedden ve cimrilikten kurtularak isrâfa düşmeden iktisâd üzere yaşamayı tavsiyedir. İslâm adli emreden, dengeyi ve îtidâli önemseyen bir dîn-i vasattır. İktisâdi hayatta cimrilik edenler de isrâf edip saçıp savuranlar da nefislerini putlaştıranlardır. Çünkü cimri sâdece kendisini düşündüğü için kimseyle bir şey paylaşmak istemediği gibi, müsrif de sâdece kendi hazları için elinde ve avucundakini hovardaca savurarak nefsini ve benliğini putlaştırmaktadır. Bu yüzden kişinin nefsi için yaptığı aşırı masraf israf sayılmıştır. Başkaları adına yaptığı harcamalar ise bu kapsama dâhil değildir. İslam’daki zekât emrinde insanın sâhip olduğu maddî imkanları başkasıyla paylaşmak özelliği yatmaktadır. Bu ise malın azalmasını değil çoğalmasını ve bereketlenmesini sağlayan bir âmildir. Nitekim Hz. Mevlânâ der ki:
Mal, sadaka vermekle eksilmez; hayırlarda bulunmak malı kaybolmaktan, zâyi olmaktan korur.
Altın, zekât vermekle eksilmez; artar. Namaz da insanı kötülükten, fenalıktan, çirkin ve iğrenç hareketlerden korur, kurtarır.
Verdiğin zekât, kasana ve kesene bekçilik yapar, onu korur. Kıldığın namaz da sana çobanlık eder; seni kötülüklerden kurtarır.3
Hz. Mevlânâ bu dünyâ hayâtının anlamlı hâle gelmesi için elest bezminde yapılan sözleşmeye ayrı bir değer atfetmekte ve bu mânâda bütün ibâdetleri o sözleşmenin şâhidi olarak değerlendirmektedir.
Namaz, oruç, hac ve Allah yolunda savaş hep insanın ezeldeki elest sözleşmesinin şâhidleridir. Zekât vermek, dostlara armağanlar sunmak, hasedden uzaklaşmak, insanın gönlündeki ezel sırrına şâhidlik etmektedir. Misafir ağırlamak, insanlara ihsânda bulunmak: “Biz de sizin gibi müslümanız, Allah’a verdiğimiz sözde duruyoruz, sizin gibi iç temizliğimizi belirtiyoruz.” demektir.
Hediyeler ve armağanlar kime veriliyor ve sunuluyorsa ona: “Ben de seninleyim, seni seviyorum.” diye şâhidlikten ibarettir. Bir kimse mal ile yahut başka türlü bir vasıta ile hayra çalışırsa, o çalışma: “İçimde, gönlümde cömertlik ve iyilikseverlik cevheri vardır.” demektir.
Benim içimde, takvâ ile cömertlikten ibâret bir cevherim vardır ki, zekât ve orucun ikisi de ona şâhiddir. Oruç der ki: “Allahım, bu kişi helal lokmayı bile senin emrine uyarak yemedi. Susuzken su içmedi, nasıl olur da harama el atar?” Zekât der ki: “Bu kişi çok sevdiği malından ayrıldı ve onu yoksula verdi, bu adam nasıl olur da hırsızlık yapar?”4
Bütün bunlar ihlâs ve takvâ ile yapıldığında kulun hâlini, istikbâlini değiştiren en değerli amellerdir. Ancak işin içine riyâ, gösteriş ve insanları aldatmak gibi kalbî zaaflar karışıyorsa bu ameller yine kulun şâhididir. Fakat bu şâhidlik ilâhî adâlet mahkemesinde kabul edilmeyen yalancı şâhidliktir.
Muhammedî emirlere uymak ve insan gibi yaşamak; şâhidlik görevi ile yükümlü bulunduğumuz bu dünyâ hayâtının anlamlı temelleridir. Mevlânâ insanın bu dünyâda bulunuşunu mahkemede şâhidlik için bekleyen insanın durumuna benzetmekte ve şöyle demektedir: Sen buraya şâhidlikte bulunman, inâd etmemen ve inkara düşmemen için çağrıldın. Halbuki sen, inadından şu daracık yerde oturmuş, elini sadaka vermekten, yoksullara yardımdan esirgiyor, dilini Allâh’ı zikretmekten alıkoyuyor, dudaklarını yumuyorsun. Ey şâhid, senden beklenen şâhidliği yapmadıkça bu daracık yerden nasıl kurtulursun? Yaşadığın zamanın kıymetini bil. İster yüzyılda, ister bir anda, madem sonunda tamamını vereceksin, öyleyse sana farz kılınanı hemen şimdi ver ve kurtul.5
Mevlânâ fakirlik ve zenginlik arasındaki ilgiye dikkat çekerek fakîr nasıl zengine muhtaçsa zenginin de aynı şekilde fakîre muhtaç olduğunu, bu yüzden zenginin fakîre minnet borçlu bulunduğunu ifâde eder ve bunu şöyle bir örnekle anlatır:
Güzeller tozsuz, passız parlak ayna ararlar; çünkü o ayna karşısında yüzlerinin güzellikleri ve üzerlerindeki süsler ortaya çıkar. Güzel güzelliğini nasıl ayna olmadan göremezse; iyilik sâhibi cömerd de cömerdlik yüzünü ancak yoksula bakmakla gösterebilir. Bu yüzden güzel güzelliğini ortaya koyan aynaya minnet borçlu olduğu gibi cömerd zengin de fakîre minnet borçludur.
Yoksul cömerdliğin aynası olduğuna göre, ona karşı gönül kırıcı sözler söylemek, aynayı buğulandırmak gibidir. Verenin, alanın gönül dünyâsını incitmemeye zekât ve sadakaları başa kakarak boşa çıkarmamaya özen göstermeleri iktizâ eder. Bilinmelidir ki fakîrler Hakk’ın cömerdlik aynalarıdır. Hak ile hak olanlar, varlıktan tamamıyla geçip gerçek yoksulluğa erenler, ilâhî cömerdliğin bizzat kendisi olmuşlardır. Onlar Hak ile verirler, nakşa ve sûrete aldanmazlar. Allah’tan fakîr, fakat dünyâ malına karşı istekli olanlar sûrî fakîrlerdir. Bunların fakîrliği nakıştır, resimdir. Onlar lokma yoksullarıdır, Hak yoksulu değillerdir. Aslolan verenin de alanın da aradan çekilip kendilerini görmemesi; verenin Allah adına vermesi, alanın da fânîden değil, Hak’tan aldığına inanmasıdır.
Mevlânâ Allah için verenin Allah’ın lütfuna mazhar olacağını, Allah rızâsı için ekmek verenin ekmeksiz kalmayacağını ifâde eder ve Allah uğrunda can verene ise can verileceğini müjdeler. Dağıtmaktan, cömerdlikten ötürü elinde mal kalmayanı, Allah’ın inâyetinin asla ayak altında çiğnetmeyeceğini söyler. Ona göre infak ve malı dağıtmak ekin eken çiftçinin ambarını boşaltması gibidir. Ekim sırasında ambar boşalır ama hasad zamanı gelince yerine yüzlercesi, binlercesi gelir. Ekim zamanı korkarak ambarındaki buğdayı tarlaya ekmeyen çiftçi onu bitlere, kurtçuklara, farelere yem eder. Hasad mevsimi ise hasret ve nedâmetle ellerini ovuşturur.
Hz. Mevlânâ dünyâ malını gemi ve deniz benzetmesi ile anlatır. Geminin içindeki su gemiyi batırır, suyun ve denizin üstündeki gemi ise onun üzerinde yüzer, menzil-i maksûduna ulaşır. Nitekim ağzı kapalı boş bir desti bile uçsuz bucaksız denizin üstünde hava dolu bir gönülle yüzer durur. İnsanın da gölünde aşk havası, kulluk havası varsa dünyâ denizinin üstünde batmadan durur. Bu yüzden gönlü boşaltmak ve kalbi mal puthânesi ve dünya meşheri haline getirmekten korumak lazımdır.
Hz. Mevlânâ’ya göre öşür, zekât ve sadaka malı hem bereketlendirir, hem de korur. Kur’an’da sadece atıfla zikri geçen6 Mesnevî’de uzun uzun anlatılan Darvanlılar hikâyesi bu konuda ciddi mesajlar vermektedir.
Rivâyete göre Darvan, Yemen diyârında bir yerin adıdır. Burada sâlih, temiz bir Allâh adamı yaşardı. Olgun bir akla sahipti, işlerin sonunu bilen hikmet ehli biriydi. Cömerdliği, sadaka verişi ve güzel huyu ile tanınmıştı. Onun küpü, yoksulların kâbesi gibiydi. Bir şeyler umanlar, ihtiyacı olanlar hep ona gelirlerdi. O, başak daha tarlada iken gösterişsiz ve riyâsız öşrünü/onda birini verir, buğday samandan ayrılınca da tekrar onda birini verirdi. Buğdaylar öğütülüp un olunca yine onda birini verirdi. Undan ekmek yapılınca onun da onda birini fakirlere dağıtırdı. Her gelirin onda birini verir, böylece de ekinden elde ettiğinin onda birini dört kere fakirlere bağışlamış olurdu. Üzüm oldu mu onda birini, kuru üzüm elde edildi mi onda birini, helva veya paluze pişirildi mi onda birini fakirlere dağıtırdı.
O yiğit her zaman çocuklarına şöyle vasiyetlerde bulunurdu: Aman Allah aşkına benden sonra hırsa kapılıp cimriliğe düşmeyin, yoksulların haklarını vermezlik etmeyin. Onlara öşrü/onda biri verin ki ekininizi ve meyvelerinizi Allah korusun; hâsılat elinizde kalsın. Şüpheye hâcet yok ki, gelirlerin, mahsûllerin ve meyvelerin hepsini gayb hazînelerinden ihsân eden Allah’tır. Gelir ve mahsûl gelince yerine harcar, yoksullara haklarını verirseniz kârlı çıkarsınız.
Hikâyenin Kur’an’da geçen bölümünde bahçe sahipleri yoksullara bir şey vermemek, güçleri yettiği halde onları mahrum bırakmak niyet ve azmi ile erkenden yollara düşmüşler, fakat bahçenin yanına vardıklarında şaşkına dönmüşlerdi.7 Çünkü ekin kavrulmuş ve savrulmuştu. Fakirlik korkusuyla yoksula hakkını vermeyenin cezâsına uğramışlardı.
Mesnevî’de ise hikâyenin devâmında oğulları: “Babamız çok saf bir insan olduğundan bahçeden aldığı mahsûlün çoğunu yoksullara veriyor” diyorlar ve babalarının fakirlere verdiği bu miktarı gözlerinde büyütüyorlardı. Allah’ın o tarlaya verdiği bereketin bu sâyede olduğunu görmezden geliyorlardı. Oysaki rızkın aslının aslı Allah’tır, rızkı O vermekte ve bereketi O indirmektedir. Sâdece malı görüp infâkın bereketini görmezden gelmek mânevî körlüktür.
Dipnotlar: 1) Mesnevî, c. I, b.19. 2) Bkz. Âl-i İmrân, 3/14. 3) Mesnevî, c. VI, b. 3571-3573. 4) Mesnevî, c. V, b. 183-190. 5) Mesnevî, c. V, b. 175-179. 6) el-Kalem, 68/17-33. 7) Bkz. el-Kalem, 68/23-26.