Altınoluk Dergisi, 2007 – Agustos, Sayı: 258, Sayfa: 018
Mevlânâ tasavvufî telakkîdeki Kurânî ifâdesiyle “Elest muâhedesini” varlığın temel sebebi sayar, varoluşu ve hayâtı onunla anlamlandırır. Hayatta kulluğun temel özelliği bu sözleşmeye bağlı kalmak ve sürekli Allah ile olmaktır. Bu yüzden bütün ibâdetler; namaz, oruç, hac, zekât, sadaka ve zikir bu ilâhî sözleşmeye bağlı kalmanın şâhidleri sayılır. Nitekim zekât vermek, dostlara armağanlar sunmak ve hasedden vazgeçmek ezel sırrına ermenin şâhididir. Namaz kılmak bu ilâhî muâhedenin şartı olarak Allah’a verilen sözün bizâtihî icrâsıdır. Oruç helal nîmetlerden bile elini yumak sûretiyle haramdan uzaklaşmanın ve yine ilâhî sözleşmeye bağlı kalmanın yüksek bir tezâhürüdür. İnsanın bu sözleşmeye bağlı kalışının en önemli cevheri takvâ ve ihsân şuurudur. Bunları olgunlaştıran da ibâdetlerdir. Şeytan varoluşundan itibaren insanı bir türlü içine sindirememiş ve sürekli onunla boğuşmaktadır. Şeytan, âdemoğlu sebebiyle ilâhî huzurdan kovuluşunun intikâmını almak üzere sırât-ı müstakîm üzerine oturmak ve onu doğru yoldan uzaklaştırmak için izin almıştır. Mevlânâ şeytanın bu mânâda Allah’tan izin alışını şöyle anlatır: “Beni yaşat da bana hoş gelen bu dünyâ zindanında düşmanım âdemoğullarını öldüreyim. Kendinde îman rızkı, âhiret azığı bulunanların elinden onu alayım, içleri pişmanlıktan yansın, onları kâh yoksullukla korkutayım, kâh dünyâ güzellerinin ve güzelliklerinin câzibesi ile gözlerini bağlayayım.”1 Mevlânâ’ya göre dünyâ zindanındaki en değerli mânevî azık îmandır. Şeytan köpeğinin insanlara saldırışının temel sebebi bu azığı onun elinden almak istemesidir. Şeytanın insanın içine girmesine engel olmanın yolu namazı dosdoğru kılmaktır. Yani namazı gösteriş yapanlar / riyâkârlar gibi değil, ihlâs ile namaz kılanlar gibi kılmaktır. Allah Rasûlü: “Namaz müminin mîrâcıdır”2 buyurarak namazı yüceltmektedir. Mevlânâ da Allah ile mülâkât olarak değerlendirdiği namazın rükünlerinden her birini işârî ve sembolik olarak yorumlamakta ve şunları söylemektedir: İftitah ile namaza giren kul, kurban kesen gibi: “Allahu Ekber” diyerek nefsini kurbân etmeye hazırlanmaktadır. Kul bu tekbîrle bütün şehvetlerden, hırslardan arınmakta ve âdetâ Allah’a kendini kurbân etmektedir. Kıyamda duran kul, Allah’ın huzûrunda hesap vermeye hazırlanan insan gibidir. Gözyaşı dökerek ayakta durmak, kıyâmet günü yeniden dirilerek kabirlerinden kalkmış kimselerin mahşer yerinde Allah’ın huzûrunda ayakta durmaları gibidir. Kırâat sırasında kul âdetâ Rabbıyla konuşmaktadır. Allah kuluna verdiği nîmetleri hatırlatarak: “Sana verilen bu ömür süresince neler yaptın, ne kazandın, bana ne getirdin, ömrünü nerede harcadın? Rızkı, kuvveti nerede kullandın? İrâdeni, duyularını neye harcadın?” diye sorar. Bu soruları düşünen ve yeterli cevap bulamayan kul, bu nîmetleri veren yüce Rabbinden utanır, günâhlarını düşünür, utancından iki büklüm rükûa varır. Ayakta durmaya mecâli kalmadığından “Sübhâne Rabbiye’l-Azîm” diyerek Allah’ı noksan sıfatlardan tenzîh ile tâzîm eder. Ardından fermân-ı ilâhî gelir ve âdetâ denir ki: “Başını kaldır da sorulan sorulara cevap ver.” İki büklüm olmuş kul hayâ ile başını kaldırır fakat dayanamaz, utancından bu sefer yüzüstü yere kapanır. Secdede: “Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ” diyerek Rabbini hicâb duygusuyla tesbîh eder. Tekrar kendisine âdetâ şöyle denilir: “Başını kaldır, yaptıklarından haber ver.” Kul bir kere daha başını kaldırır ama utancından tekrar yüzüstü kapanır. Hak Teâlâ tekrar: “Başını kaldır, yaptıklarını birer birer haber ver” buyurur. Allah’ın azameti ve heybeti karşısında acze düşen insan bu ağır yükle dizüstü / ka’deye oturur. Cenâb-ı Hak yine: “Verdiğim nîmetlere nasıl şükrettiğini bana göster” deyince kul bu sefer yüzünü sağ tarafına çevirir, peygamberlerin ruhlarına ve meleklere selâm verir. Onlardan şefâat umar. Ayağının tökezlediğini ifâde eder. Peygamberler de selâm veren kula derler ki: “Çare ve destek dünyâdaydı. Şimdi geçti. Orada hayırlı işler yapsaydın, ibâdet etseydin olurdu.” Kul bu sefer ümitsizce yüzünü sola çevirerek akrabâlarından, dostlarından yardım diler. Onlar da ona: “Biz kimiz ki sana yardım edelim? Kendi cevâbını Allah’a kendin ver” derler. Ümitsiz ve çaresiz kalan kul ellerini açarak duâya başlar: “Allah’ım herkesten ümîdimi kestim. Kulun evvel ve âhir başvuracağı ve sığınacağı sâdece Senin rahmet ve mağfiretindir. Beni bağışla!”3 Namaz, civcivi âhirette çıkacak bir yumurta gibidir. Dolayısıyla yumurtaların cılk ve içinin boş çıkmaması için bu dünyâda içini ihlâs ile doldurmak gerekir. Beş vakit olarak kılınan namaz insanı kötülüklerden alıkoymak üzere, dîvân-ı ilâhîde durma duygusuyla kılınır. Namaz beş vakittir ama namazı muhâfaza edenler yani vaktinde, zamanında hakkını vererek edâ edenler4 sürekli namazda / “salât-ı dâime” içinde sayılırlar. Şeytandan başka hevâ ve heves de insanı namazdan, niyâzdan ve kulluktan alıkoyup kendine kul etmek ister. Namazı büsbütün terk eden ise aklını bağlamış, nefsânî duygularına tâbi olmuş ve böylece de nefsin iki elini/hevâ ve hevesi serbest bırakmış olur. Mevlânâ namazda secde ile Allah’a yaklaşmayı suya ulaşmak isteyen insanın su ile arasına giren duvar engelini aşmak için her gün duvardan bir kerpiç koparıp atmasına benzetir. Önündeki duvardan kopardığı kerpici suya atan ve duyduğu su sesi ile gönlü biraz daha ferahlayan ama bununla birlikte susuzluk ve harâreti artan insanın kopardığı her kerpiç ile duvarın alçalması sonucu suya kavuşması hikâyesiyle anlatır. İnsanın önündeki duvar, varlık ve benlik duvarıdır. O ne kadar yüksekse baş eğmeye ve secde etmeye o kadar engeldir. Topraktan yaratılan tabiat bedenini aşmadıkça eğilip, secde ederek, âb-ı hayât suyundan doya doya içmek mümkün değildir. Varlık duvarının önünde bulunanlar suya kavuşmak için duvarın kerpiçlerini atmalı ve azaltmalıdır. Susuz insan suya attığı kerpicin çıkardığı sesle neşelenir, mest olur ve suya biraz daha yaklaşmak için varlık engelini aşmaya çalışır. Bunun için kul, keşke her türlü yüceliğin sâhibi Allah’a secde ederken sûretiyle değil sîretiyle secde edebilse.5 Kemâl yolunda ilerlemek çileden geçer. İnsan nefsi ile savaşa girmeden, başına gelen belâlara sabretmeden, sıkıntılar çekmeden, acılara katlanmadan kemâl yolunda ilerleyemez. Çile insanların gönlünü arındırır, duâlarını ve niyâzlarını anlamlı kılar. Kulun kendi aczini anlaması fâil-i mutlak olarak Allah’ı görmesine yardımcı olur. Namaz kıyâm rüknü ile azamet ve heybetle ayakta duran cemâdâtın; dağların, taşların, kayaların tesbîhini; rükû rüknü ile hayvânâtın tesbîhini; secde rüknü ile kökleri yerde olan nebâtâtın tesbîhini andırmaktadır. Böylece Kur’an’daki: “Yedi gök yer ve göklerde bulunan herkes O’nu tesbîh eder. Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamdı ile tesbîh ediyor olmasın. Lâkin siz onların tesbîhini bilmezsiniz”6 âyetinin mânâsı gereği cemâdâtın, hayvânâtın ve nebâtâtın tesbîhinin şekli namazda cem olmaktadır. Ayrıca namaz Hz. Peygamber’in mîraçta bir kısmını kıyâmda, bir kısmını rükûda, bir kısmını secdede ve bir kısmını da tahiyyâtta olduğunu haber verdiği gök ehli meleklerin ibâdetlerini de sembolize etmektedir. Nitekim Süleyman Çelebi bu gerçeği Mevlîd’inde şöyle ifâde eder:
Gördü gök ehli ibâdette kamû
Her biri bir dürlü tâatte amû
Kim kıyâm içre kimi kılmış rükû
Kimi Hakk’a secde kılmış bâ-huşû
Kim tahiyyâta oturmuştu müdâm
Ol idi tâatleri her subh u şâm
Kimi takdîs u kimi temcîd okur
Kimi tehlîl u kimi tahmîd okur
Her kaçan kim bu namazı kılalar
Cümle gök ehli sevâbın alalar.7
Dipnotlar: 1) Mesnevî, II, b. 627-631. 2) Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313. 3) Mesnevî, III, b. 2141-2165. 4) el-Meâric, 70/34. 5) Mesnevî, II, b. 1188-1210. 6) el-İsrâ, 17/44. 7) Süleyman Çelebi, Mevlîd, nşr. Dr. Neclâ Pekolcay, İstanbul 1980, s. 112-113.